Savaşlardan en çok zarar gören kadınlar, çocuklar, yaşlılar değil mi? Barışın ne olduğunu biliyor muyuz? Biliyorsak neden topluma yeteri kadar anlatamadık? Ötekileştirilenlere ,dışlananlara barış uğruna mücadele edilmesi gerektiğini daha güçlü anlatmamız gerekiyor
Barışla ilgili bir yazı yazayım dedim. Düşündüm, bu yıl 1 Eylül Dünya Barış Günü ile ilgili ne yazılır diye? Barış uğruna uzun yıllardır kendimin de mücadelesi varken, bu konu hep gündemimizde olmasına rağmen eski metinlere baktığımda her yıl aynı şeyleri tekrar etmişiz aslında..
En iyisi, doğrusu inandığını yazmak, bir hayal satıcılığına ya da barış romantizmine gerek yok. Olmayan bir durumu varmış gibi gösteremeyiz. Her 1 Eylül’de BARIŞ, BARIŞ diye haykırıyoruz, sokaklara çıkıyoruz, mitingler yapıyoruz. Barış istedikleri için uzun yıllardır cezaevinde yatanlar, ceza alanlar, sürgünlerde yaşamak zorunda olanlar, Demokratlar, insan hakları savunucuları, kadınlar, gençler, akademisyenler cümle barış isteyenler suçlandı, niye barış istiyorsunuz diye. Peki iktidar ne istiyor barış isteyen, kardeşlik, özgürlük, adalet isteyen bu güzel insanlardan? Niyedir bu zulüm? Üstelik de yeni bir şey değil, bundan önceki siyasi iktidarlar da benzer uygulamalar yaptılar. İstedikleri salt kalıcı ve onurlu bir BARIŞ, cevap bu kadar sade, yalın…
Barış dünyada bir antlaşmayla devletler arasında uluslararası sözleşmelerle insanlığın acılar çektiği, savaştığı, insanların katledildiği sonra da üzerine anlaştığı barış, bugün yine en çok devletlerin kendi çıkarları uğruna en çok çiğnedikleri, içi boşaltılan kavram haline geldi. Alman filozof Immanuel Kant, barışla ilgili denemelerinde barışı üç şekilde tahayyül ediyor.
Birinci kavrayışı şöyle izah ediyor; 1784’de Kant “Kozmopolit Bakış Açısıyla Evrensel Tarih Fikri” isimli denemesinde barışın salt insanların iyi niyeti ve duygularıyla yürüyecek bir şey olmadığını söylüyor. “İnsanlık denen ağaç öylesine eğri büğrüydü ki ondan doğru düzgün bir şeyin çıkması mümkün değildi” diyor.
İkinci kavrayış içinse durumu şöyle belirliyor; Burada da Kant 1795 tarihli başka bir denemesinde “Kötülüğün doruğunda yaratıklardan, şeytanlardan oluşan bir toplumun bile barış içinde yaşayabileceğini” iddia ediyordu, yani birinci varsayımın tersini söylüyordu bu kez. İyimser barış umudu bu kez insan tabiatına dair bir kötümserliğin üzerine inşa edilir.
Üçüncü varsayım ise; barış fazlasıyla sorunlu olan-ahlaki buyruk, insanların akıl yetisi ya da çıkarların mantığının anlaşılma çabasından çok Kant’ın “sınırlanmış zihin” karşısına koyduğu ve “yayılmış düşünce” adını verdiği şeye dayandırmasıdır. Barışın estetik tasavvurudur. Burada mesele yayılmış düşünce fikriyatıdır, bunun hepimize ilham vermesi gerekiyor. Tersinden artık savaşın tahayyül edilmeyeceği bir durum söz konusu ise bir umuttan bahsedebiliriz.
Şimdi bize dönelim, bugün Türkiye’de barışı, gerçek toplumsal bir barışı tahayyül edebiliyor muyuz? Tabii ki hayır.
Peki, savaşı mı tahayyül ediyoruz? Bu soruya cevap vermeli. Şu anda Türkiye’deki siyasal iklim gergin, savaşın, militarizmin, milliyetçiliğin, cinsiyetçiliğin her gün kışkırtıldığı bir dönemdeyiz. Linçin bir kültür haline geldiği süreçlerdeyiz. Evet şunu biliyoruz, küreselleşme çağında küreselleşmiş bir barış olamayacağına göre yerel barışların mümkün olduğunu görüyoruz, insanlık bunu başarabiliyor. Bunun için insanlık çaba göstermiş ve başarmış.
Ulus devletle yönetilen bu coğrafyada farklı etnisitelerin, farklı kültürlerin, inançların kendini ifade etme imkânı yok. Egemene göre herkes Türk, Sünni, olmalıdır. Şimdiki tabloya bakıldığında durum vahim.
Kadınların durumuna bakıldığında ise kadın katliamlarının kırıma dönüştüğünü, haklarının elinden alındığını, eve kapatıldıklarını, üstüne de ekonomik krizle boğuşmak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Kadınlara yönelik taciz ve tecavüzlerin, çocuk istismarlarının katlanarak arttığını, İstanbul Sözleşmesi'nin tek bir cümleyle iptal edildiğini, kadın örgütlerinin de tüm bunlara karşı mücadele ettikleri bir zamanı yaşıyoruz. Aynı zamanda muhalefet eden kadınların hapishanelere konulduğu ve ağır cezaların verildiği bir dönemdeyiz.
Kayyumlarla halkın iradesinin yok sayıldığı, belediyelerin gasp edildiği, eşbaşkanlığın terörize edildiği, kadın siyasetine, rengine, diline en sert müdahalenin yapıldığı bir zaman.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı, örgütlenmenin yasak olduğu zamanlar. Bir sosyal medya paylaşımına bile ceza verilen zamanlar.
Bu liste uzadıkça uzar…
Bunların hepsinin dayandığı en temel nokta Kürt meselesinin çözümsüzlüğüdür. Bu hükümet de kendinden önceki hükümetler gibi güvenlik politikalarına başvurdu. İmha ve inkar etme, asimilasyon, kadına yönelik şiddet, en temel özgürlüklerin ihlal edilmesi, yargının siyasallaşması, itirazı olan tüm çevrelere dönük operasyonlar… Böyle bir Türkiye’de barışı tahayyül edemiyorum. Onun için barış romantizmi yapmayalım fakat şunu yapalım; özellikle de kadınlar olarak barışın toplumsallaşması için alın teri dökelim, mücadele edelim, topluma barışın ne kadar gerekli ve güzel bir iş olduğunu anlatalım, tüm hayal gücümüzü, enerjimizi barış için harcayalım…
Savaşlardan en çok zarar gören kadınlar, çocuklar, yaşlılar değil mi? Barışın ne olduğunu biliyor muyuz? Biliyorsak neden topluma yeteri kadar anlatamadık, burada bizim eksiğimiz yok mu? O nedenle ötekileştirilenlere, dışlananlara barışın uğruna mücadele edilmesi, istenmesi gereken bir şey olduğunu daha güçlü bir şekilde anlatmak gerekiyor.
Egemenler için savaş ne kadar doğal ve korkulacak bir şeyse, barış da o kadar sade, yalın olmalı. Kadınlar en çok ihtiyacı olan barış için örgütlü mücadele etmeli ve bu mücadeleye sahip çıkmalıdır, işte o zaman barış olacak. Barışın ve özgürlüklerin olduğu bir ülkede yukarıda örneklendirdiğimiz adaletsizlikler, saldırılar, hukuksuzluklar olmayacaktır. Barışı bir kültür haline getirmeliyiz, bunun için imkân ve olanaklarımız var. Barış bizim hem kendimize hem de topluma verebileceğimiz en büyük hediyedir…