Kadın hakikati, kadın kırımı, kadınlara karşı bir savaş olduğu gerçekliği adli tıp raporlarına, bedende kalıcı hasar bırakmış mı değerlendirmelerine, rıza tartışmalarına, devleti bölmek istiyorlar çığırtkanlığına mahkûm edilmeye devam eder
Tarihin farklı dönemleri özgürlük arzusundan, aşktan, savaştan, yokluktan-yoksunluktan ya da direnmekten nasibini almış, o dönemin ruhunu da açığa çıkaran yöntemlerle doludur. Bu yöntemler arasında öne çıkanlar, dönüşümü sağlayabilenler kendilerinden sonraki zamanlara da taşarak anlatılanın bizim de hikayemiz olduğuna ya da neden bizim hikayemiz olmaması gerektiğine dair mesajlar verirler.
Tüm bu olanlar ve olmayanlar arasında, yaşamı dert eden diğerleri gibi Yevgeny Yevtushenko da “Peru sokaklarında Indian bir kadın yatıyordu yerde/ Gazeteler örtmüş üstünü/ Dünyanın yalanlarının altında/ Dünyanın gerçekliği yatıyor, çıplak…” diyerek bir şeyler anlatmaya çalışır. Söylediği -galiba- donukluğa, gerçeğin rahatsız etmemesine, oracıkta duranı görmemeye, görme biçimlerinin nasıl da deforme edildiğine dairdir. Bir kadın öldüğünde geride kalan herkesin “faillik” taşıdığına dairdir. İnşa edilen sonra da normalleştirilen gerçekliği görmediğimiz ya da görüp rahatsız olmadığımız zamana- ki rahatsızlığın oluşmadığı yerde harekete geçmek diye bir diyalektikten bahsedemeyiz-, önceki zamanlardan taşırılmış, aslında bir daha asla yaşanmasın diye yapılmış bir çağrı gibidir.
Hâlâ devam eden bir süreçte ise kapitalizmin dayattığı hız karşısında yaşanılanları-yaşatılanları görebilmek ve yeni yaratıcı yöntemler üretebilmek için yavaşlamak gerekir ama zordur. Yaşanılanlar üzerine hakkaniyetli tespitler yapmak gerekir ama başımıza gelenler bir şekilde kanıksatılmışsa işler daha da zorlaşır. Söz ağzımızdan çıktığı anda sorumluluk da yükleyeceğinden; zamanın ruhunu belirleyecek iddiayı ve yöntemleri dile getirmek cesaret ister. Çünkü en zor olanı iddia sahibi olmak, bu iddiayı gerçekleştirebilecek yöntemleri açığa çıkarmak ve uygulayabilmektedir.
Kadınlar çoğu kez bu anlatılan kendi hikayeleri, içinden geçtikleri çağın hikayesi olmasın, kendi hikayelerini kendileri yazabilsinler diye taşıdıkları umut, heyecan gibi duygularla mücadelelere katılırlar. Seçtikleri bu yolda öfkeleri de en az diğer duygular kadar belirleyici olur. Erkek egemen öğretinin değersizleştirdiği duygular bize yapılanlar karşısında duyduğumuz öfkeyle, dünyayı değiştirebileceğimize duyduğumuz inançla, yarattığımız ideolojik-kuramsal arka planla buluştuğunda değiştiren dönüştüren haline geliriz. Ancak duygular politikleşmediğinde, düşüncelerle buluşarak örgütlenmediğinde, harekete geçiremediğinde varoluşumuza, kimliğimize yani insanlığa karşı işlenmiş suçlar, kadermiş, anıymış gibi en fazla kuru bir sitem ya da yoğun bir şikâyet-yakınma diliyle karşılanmaya başlayabilir.
Çünkü tahakküm mekanizmalarının kadın varoluşuna karşı yürüttüğü ve çok çeşitli yöntemlerle uyguladığı bütün saldırılar yine onlar eliyle “tarih” haline getirilmek istenendir. Kadın varoluşuna dönük bu savaş kader gibi görülsün, öfke bir süre sonra sönümlensin diye sadece kendi politikalarına değil kendine karşı direnenlerin de duygusuna, düşüncesine, yapılarına şekil vermeyi hedeflerler. İster ulus devlete bağlı erkler tarafından ister ulus devlet aklına teslim olmuş aileler tarafından ister ulus devletin neferi olmakla barışık erkekler tarafından gelsin, kadın varoluşuna karşı yürütülen bu savaşta her halükârda korunanlar, şahlandırılanlar, cezalandırılmayanlar olur.
Kadınlara karşı yürütülen bu savaşta, özgürlük ve adalet arayışlarının sürekli cezasızlık engeline çarpıp durması tam da savaş sürebilsin diyedir. Erkek egemen zihniyetin, cinsiyetçiliğin kurumsallaşmış örneği olarak devletlerin bizzat işlediği veya erkekler eliyle işlenmesine göz yumduğu kadına karşı suçların aktörlerinin denetlenmemesi sonucu kadınların karşılaştıkları ağır ve sistematik hak ihlalleri gün be gün yaşamdan kopartılmalarını hedefler.
Erkek egemen namus algısı, geri geleneksel aile yapıları, siyasetin erkek egemen kurgusu kadınların fiziksel ve sivil ölümleri ile sürdürülebilirdir. Bu sebeple kadına yönelik şiddet, aile içi şiddet, kadın cinayetleri, kadınların ekonomiye, siyasete, toplumsal yaşama katılımı karşısındaki saldırılar sistemli bir şekilde korunur.
Değil ki bunlar yargı mekanizmalarına ya da yasama organlarının gündemine taşınmaz. Ama buralardaki yerleşik zihniyetin üzeri neyle kapatılırsa kapatılsın söz konusu kadınlarsa en geri yaklaşımların ilanı yine bu mekanizmalar ve yürütücüleri eliyle gerçekleştirilir. Cinayetlerin, kadına yönelik “gündelik” şiddet pratiklerinin etkili soruşturulmaması kadar, kadınların siyasete katılması, kadın emeğinin patronların insafına bırakılması, ev içi emeğin değersizleştirilmesi, miras ya da boşanma süreçlerindeki devlet endeksi bütün saldırılar cezasızlığın bir parçası olarak işletilir.
Elbette bu akla karşı mücadele edenler tarihsel deneyimlerinden edindikleri bilginin, yorumun etkisiyle her dönem mücadele yöntemlerini de çeşitlendirir. Modern dünya sisteminin kendini ulus devletler topluluğu-üstü organizasyonları olarak tanımlayan insan hakları mekanizmalarına katılmak, kadınlara dönük saldırıların ulus devlet sistemiyle olan ilişkisini buralarda da ifşa etmek ve bu mekanizmalar kanalıyla saldırılara karşı mücadele etmek de bu çeşitliliğin bir parçası olarak görülebilir. Her ne kadar onca sözleşme, karar, protokol, tavsiye, rapor yine ulus devletler biçiminde örgütlenmiş “başkalarının” onayıyla hazırlanmış olsa da geri adım attırabilecek bu kazanımlarla kadın mücadelesinin hareket kabiliyeti artar.
İki kutuplu dünyada ve savaş sırasında yaşananların tespiti ile savaşın toplumlara verdiği zarar bir daha yaşanmasın diye örgütlendiklerini iddia etmeleri sebebiyle BM ve Avrupa Konseyi gibi organizasyonların kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesinde etkili birer aparat olduğunu söyleyebiliriz. Kadınların mücadeleleri sayesinde devletler bu mekanizmalarda, devlet olmaya içkin kadın düşmanı politikalar karşısında, bizzat kendilerine dair önleyici, onarıcı, koruyucu ve tazmin edici sorumluluklar altına girmek zorunda kalır. Hatta güçlü lobiler üretildiğinde bu sorumluluklar alınmaksızın dış politikaya dahil olmaları engellenir.
BM ve Avrupa Konseyi’nin kuruluşlarına dayanak olduğunu iddia ettiği ve muhalif kesimlerin aktif karşı mücadelesini yürüttüğü en belirgin kesişimsel alan devletlerin cezasızlık politikalarıdır, diyebiliriz. Cezasızlığı geçmişte kalmış, resmi savaşlarda yaşanılanlar açısından değil, “resmi” olarak ilan edilmeyen ama hâlâ belli kesimlere karşı devlet olmaktan gelen güçle yürütülen saldırıları da kapsayacak şekilde geniş yorumlamak, taraf olan ülkelerin çoklu denetimine alan açar. Böylelikle hükümetlerin ya da onlarla ilişkili paramiliter odakların onlar dışında kalanlara, muhaliflere dönük suç eylemlerini koruma ve denetim dışında tutma politikasının dünyada ne denli yerleşik, yaygın ve sürekli yürütüldüğü de açığa çıkar.
Suç eylemleriyle katledilen, işkenceden geçirilen, yakılan, kemikleri bile bulunamayanların özgürlük, eşitlik, demokrasi mücadeleleri verenlerden olması ve burada da ciddi bir kesimin kadınlardan oluşması ne tesadüftür ne de kimi ülkelerle sınırlıdır. Yine mağdurların etrafındakilere ve toplumun geri kalan tüm kesimlerine bu suçlarla gözdağı verilmesi, adaletin sağlanması için yürütülen mücadelelerin hedef alınması aynı politikanın saçakları olarak işletilir.
Diğer taraftan bu mekanizmaların ulus devlet koalisyonları olduğunu, yani devletli sistemin korunması uğruna görünmeyen anlaşmalarla da yürütüldüğünün farkındalığıyla öz güçle örgütlenmeyi esas almayı sürekli akılda tutmak gerekir. Bilhassa kadın varoluşuna dair saldırılarda bu mekanizmaların bir anda nasıl “çıplak devlet” haline geldiğini görmek gerekir. Nitekim bu mekanizmaların insan haklarını pozitif hukuk kurallarına sıkıştırarak, esası usulün gerisinde bırakabilen kararları da az değildir. Adalet fikrini aşındıran, adalet arayanları usandıran ve en nihayetinde de vazgeçirebilen pratikler de sergilerler.
Açığa çıkan güçlü toplumsal muhalefete ve bu muhalefetin kazanımlarına rağmen kırımdan geçirildiğimiz ya da kadınlara karşı apaçık bir savaş yürütüldüğü gerçeği bu mekanizmalarda asla statülendirilmez, savaş olarak ifade edilmez. Sadece ulus devletlerin birbirleriyle giriştikleri savaşlarda kadınlara dönük bazı saldırılar; tecavüz, rahatlama kampları, kimi işkence yöntemleri gibi edimlerin özel bir savaş suçu olarak değerlendirilmesi dışında bütünlüklü bir tutum alınmaz. Muhalif siyaset yürüten kadınlara dönük suikastlar, katledildikten sonra bedenleri çıplak halde servis edilen kadınlara karşı işlenmiş suçlar, kadın özgürlüğü için direnmenin ömür boyu hapse konu edildiği yargılamalardaki devlet failliği, güvenlik güçlerinin failliği, bu mekanizmaların hâlâ kasten dokunmadıklarıdır.
Ulus devletlerin, ulusal yargılamalarında kadınların yaşadıkları şiddetin sistemsel yürütüldüğü ve bir savaşa işaret ettiği hususunda ceza kanunu sınırlarının ötesinde bir ele alış, kayda değer bir zihniyet dönüşümünü sağlayacak mekanizmalar olmayı da istemezler. Böylelikle kadın hakikati, kadın kırımı, kadınlara karşı bir savaş olduğu gerçekliği adli tıp raporlarına, bedende kalıcı hasar bırakmış mı değerlendirmelerine, rıza tartışmalarına, devleti bölmek istiyorlar çığırtkanlığına mahkûm edilmeye devam eder.
Ulus devletlerin toplumu nasıl yönettikleri ulusal, iç bir mesele olarak ele alındığı ve bu mekanizmalar açısından da dokunulmaz görüldüğü için müdahale hep liberal sınırlarda olur. Kol kırılır yen içinde kalır, karı-koca meselesi, özel alan gibi bildik ezberler uluslararası mekanizmaların bu tutumunda kendini bürokratik bir formla-literatürle yeniden üretir. Cezasızlık perdelenerek devletlerin bağımsız olduğuyla izah edilir. Ulus devletler karşısında kadınlar, insanlar bir kez daha nesne olan, madun olandır.
Yine de bu çıkarsama, somut halin zorlayan yanlarına rağmen mücadelelerin çok boyutlu yürütülmesi gerektiği yaklaşımına zeval getirmemelidir. Çünkü suç da savaş da cezasızlık da bir zihniyete-erkek egemen ve kapitalist zihniyete dayanır ve esas olan bunun karşısında zihniyeti değiştirebilecek-dönüştürebilecek çok boyutlu ve yöntemli mücadele-inşa alanları geliştirebilmektir. Kadınlar binlerce yıldır, Kürt kadınlar onlarca yıldır ilkelerden taviz vermeyerek de mücadele yöntemlerinin çeşitlendirilebileceğinin en büyük ispatıdır.
İçinde oldukları bedeni, yaşadıkları mekânları, parçası oldukları toplumları kadın özgürlüğüne dayalı inşa etmekten; mensubu oldukları devletleri örgütlü güçleriyle demokratikleşmeye zorlamaktan, uluslararası mekanizmaları kadın kırımının uluslararası bir sorun olması sebebiyle taraf olmaya çekmekten hiç vazgeçmediler. Tüm bunların eş zamanlı yürütülebilir olduğunu, kadın özgürlüğü fikrinin halen bu denli güçlü ve örgütlü oluşunun yöntemlerdeki çeşitliliğe dayandığını çağlar arası-çağlar ötesi bir ruh olarak gösterdiler.