Bu sistem içerisinde de “güvenli ve koruyucu bir alan” olarak referans verilen hukukun, kimin hukuku olduğunun farkındalığıyla sisteme gedikler açmalı, alternatifsiz olmadığımızın bilinciyle hareket etmeliyiz. Alternatifimiz ise ulus devletlerin hukukuna karşı ahlaki politik toplum kurallarının inşasıdır. Bunun için de daha fazla toplumsallık, daha fazla siyasallık ve özel savaş politikalarının hedefinde olan tarihsel köklerimize bağlılık gerekir
Hukuk, ahlakın toplumsal kuralları düzenleyen yapısından koparılarak devletin onu asimile ederek kendi tahakkümü altına alması olarak tanımlanabilir. Ahlaki toplumdan farklı bir toplum inşa ediliyorsa onu yönetecek kuralları da tayin etmek gerekir ki bunun da adı hukuktur. Hukuk gücünü yaptırımdan alır. Bir suç işlenmesi karşısında yasaya dayalı ceza öngörülür. Ahlaki ilkelere ters düşmenin karşılığı ise cezai yaptırım değildir. Ahlaki-politik toplumda, ahlaki değerlere ters düşen kişiler teşhir edilir ve toplumdan dışlanır. Ancak devletli sistemlerde hukuk kendisini pozitif hukuk üzerinden, yani ceza tayin ederek var eder.
Ahlak ise, toplum tarafından ortaya çıkan, toplumsal ilişkileri düzenleyen akıldır. Ahlak; sadece özel mülkiyet ilişkilerini, bireyler arası ilişkiyi ya da ceza gerektiren eylemleri düzenleyen bir kurallar bütünü değildir. Toplumsal yaşamı nasıl devam ettireceğimiz üzerine yürütülen bir akıldır. Bu akıl, aynı zamanda toplumun kolektif vicdanı ve bilincidir. Aradaki fark; modern hukuk, ilişkileri sınırlandırırken toplumsal ahlak, temel hak ve özgürlüklerin daha derin ve kapsamlı “nasıl yaşamalı” sorusuna cevap arar.
Mevcut sistemde hukuk eli ile kurulan sınırlılıklara riayet edilmesi erkek aklından azade ele alınamaz. Birinci ve ikinci cins kırılma ile erkek aklının toplumsal yaşama müdahaleleri başlar. Devletli sistemlere geçmeden önce toplum analık hukuku ile şekillenmeye ve yönetilmeye çalışılırken, devletli sistemlere geçişte suç ve ceza sistemi erk zihniyetin yansıması olarak ortaya çıkar. Bu ilk adımlar mevcut hukuk sistemindeki suç ve ceza sisteminin bireyler arası veya bireylerin devletle olan ilişkilerini odağa alan yaklaşımlarla hazırlanmıştır. Dolayısıyla erkekliğin ve devletin bekasının odakta olduğu bir yargı sistemi de bu akıldan beslenmektedir. Söz konusu akıl, doğal hukukun aksine bireylerin veya siyasal iktidarların eliyle inşa edilmiş pozitif hukuktur. Burada pozitif hukuku doğal hukuktan ayrı kılan bir nokta var; Doğal hukuk toplumun doğasının, kültürünün ve geleneklerinin yönettiği toplam iken, pozitif hukuk ise, erkin siyasal menfaatlerine göre dizayn ettiği düzenin koruyucu aygıtıdır.
Pozitif hukuk; geçmişten getirilen erkek egemen zihniyetin uyarlanarak, modern devlet sisteminin hizmetine hazır edilmiş halidir. Bu bağlamda düşündüğümüzde yargısal faaliyetin kimi, nasıl ve hangi araçlar ile koruduğu soruları biraz daha berraklaşıyor. Yaşadığımız coğrafyada pozitif hukuk, devletin devamlılığını esas alırken, yurttaşı koruyan ve toplum ilişkilerini düzenleyen bir sistem olmaktan uzaktır. Bireye karşı işlenen suçlar ile topluma karşı işlenen suçlar ayrımı ile başlayan hatalı kavramlar üzerine oturtulan bir sistemin, adaletin sağlanmasına hizmet edemeyeceği açıktır. Suç ve ceza pratikleri açısından değerlendirme yapıldığında ortaya çıkan haksızlığın yalnızca bireyi etkilediği ve toplumsal faktörü olmadığı düşüncesi yanılgılıdır. Aynı şekilde toplumsal mücadelelerin ve mücadele içerisinde yer alan kişilerin yargılama konusu yapılması, bunun üzerinden bir eylemin suç olarak tanımlanması ve karşılığında uygulanan cezanın da toplumu etkilediği, topluma mesaj verdiği bir gerçektir.
Devlet ise bu örgütlü güç karşısında artık daha sinsi politikalarını özel savaş ile yürütmektedir. Özel savaş, çok boyutlu ve sonuç almaya odaklı uzun erimli bir stratejik planın yaşam bulması için devreye sokulan politikalar silsilesidir. Her şeyden önce, toplumsal varlığın ve maneviyat gibi insani değerlerin tasfiyesini veya dejenere olmasını hedefleyen, yine bireyselliği salık veren bir toplumu biçimlendirme yöntemidir. Çünkü bireyselleşen insan, toplumdan kopmuş ve zayıf, güçsüz bir nesneye dönüşür. Böylelikle savrulması, kontrol edilmesi ve her tarafa yönlendirilmesi çok daha kolaylaşır. Zamanı gelince içinden geldiği toplumsallığa karşı bir tehdit aracı olarak bile kullanılabilir. Hatta ekseriyetle o toplumsallığa kin ve öfke beslemesi sağlanarak, karşıt bir pozisyona bile çekilir.
Siyasal, askeri, kültürel, sosyal ve ekonomik boyutları içeren özel savaş, ideolojik ve zihinsel sapmaların planlamasını temel ödevi olarak görür. Toplumun kolektif ve ahlaki yaşamına müdahale ederek, kapitalizmin insan modeline uygun bir düzeye çekmeye çalışır. Özellikle sömürge toplumlar, sömürgecisi tarafından özel savaş hileleri yoluyla kural ve kaidenin olmadığı, gizli yöntemlerle adeta bir çukur yaşamına mahkûm edilirler. Özel savaşa, örtük savaş da (implicit war) diyebiliriz. Kaba ve fiziksel savaş yöntemlerinin dışında, topluma hissettirmeden zarar veren, onun geleneksel ve kültürel yanlarını çürüten politikalardan ibarettir. Sömürgeleştirilen toplumlarda sıkça görülen özel savaşın izleri, giderek bireyi kendine yabancılaştıran, toplumuna düşmanlaştıran ve ahlaki ölçülerini ortadan kaldırmayı amaçlar. İngilizlerin Hindistan’a ve Irak’a, Fransızların Suriye ve Cezayir’e, Belçika’nın Ruanda’ya, İtalya’nın Libya’ya ve Türkiye’nin Kürdistan’a yaptığı gibi.
Peki, genel olarak özel savaşın izleri ve metotları neler oluyor? Ekonomik sömürü bu metotların başında gelir. Eski sömürü metotlarından biri olan ekonomik sömürü, toplumsal ahlakın çürüyüşünün başlangıç politikası olarak belirlemek mümkündür. Bu, yoksulluk gibi koca bir toplumsal bunalımı beraberinde getirir. Yoksulluğun yol açtığı diğer başlıklar ise uyuşturucu, fuhuş, ajanlaştırma ve göç gibi çok farklı ama birbirleriyle bağlantılı olan politikalardır. Bu bağlantı özel savaşın, yani örtük savaş halinin içeriğini doldururken, aynı zamanda yeni sömürgecilik akımının da pratiği olarak ele alınabilir.
Dünyanın en kriminal ülkeleri veya kentleri mazilerinde mutlaka bir sömürge hikayesi taşırlar. 20’nci yüzyılda sosyal ve siyasal bilimlerin gelişmesiyle emperyalist devletlerin üçüncü dünya ülkelerini işgal ederek sömürgeleştirmelerine “manda” tanımı getirilmişti. Yani, siyasi ve toplumsal istikrarın olmadığı ülkelerin, kendi kendini yönetecek ve bağımsızlığını ilan edecek düzeye gelene kadar, emperyalist bir ülkenin yönetiminde olmak. Aslında tüm pratikleriyle sömürge hukuku olan ancak kavramsal olarak bunu yumuşatarak manda tanımı getirenler de dünyanın her yerine aç kurtlar gibi saldıran emperyalist devletler idi. 20’nci yüz yılda sömürgeciliğin devrimci hareketlerin direnişleriyle ifşa olması, hatta kimi yerlerde yenilmesi, 21’inci yüzyılda yeni sömürgecilik tanımının daha da gelişmesine kapı araladı.
Sömürgecilik konusunda uzman olan akademisyenler ve araştırmacılar, yenisinin eskisinden çok daha tehlikeli olduğunu savunuyorlar. Bunu da kültürel, siyasi ve ekonomik kontrolün emperyalist devletlerin elinde olmasına bağlıyorlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme gelen ama şimdilerde daha fazla işleyen yeni sömürgecilik, 2015 yılından beridir Türkiye’nin de gözde politikası haline geldi. Kürdistan’da kültür, siyasi, ekoloji, ekonomi ve kadın kırımı tam da yeni sömürgecilik politikalarının yürürlükte olduğunu bizlere gösteriyor. Biz bu yazımızda daha çok kadın kırımını ele alarak, yeni sömürgeciliğin özel savaş politikalarını irdeleyeceğiz.
Sömürgecinin, sömürgesinin kültürel ve ahlaki ölçülerini yozlaştırma, çürütme ve bayağılaştırma politikalarından biri de kadın kırımıdır. Kırımdan kastımız, fiziksel bir kırımdan ziyade psikolojik, duygusal, ekonomik ve ahlaki bir kırımdır. Kürt kadınlarını kıskaca alan yeni sömürgecilik politikaları, 2015 yılından sonra süratle yayılmaya başladı. Özellikle politik tutumları itibariyle güçlü olan Kürt kentlerinde, genç kadınları düşüren, duygularını kullanarak onları popüler kültüre angaje eden ve en nihayetinde söz konusu kırımın “muhafızları” tarafından cinsel sömürüye kadar varan hikayelere şahitlik ettik, ediyoruz. Bu hikayelerin öznelerinin, gelişim sürecinin ve sonuçlarının birbirine benzemesi tesadüf değil! Her hikayede maruz kalanın bir Kürt kadını, failin ise üniformalı olduğunu görüyoruz.
2020 yılında uzman çavuş Musa Orhan’ın tecavüzüne uğrayan İpek Er’in intihara sürüklenerek yaşamını kaybetmesi hala hafızalarımızda. İpek, Batman’ın Beşiri ilçesinde yaşayan kalabalık bir Kürt ailesinin kızıydı. İpek’in, Musa Orhan gibi bir özel savaş elemanının hedefinde olması için Kürt olması yeterliydi. Çünkü Musa’yı İpek’e götüren yol, politik amaçlar taşıyordu. Musa’nın İpek’e yaklaşımı, onunla kurduğu ilişki, uyguladığı şiddet ve manipülasyon onun devlet dersini iyi çalıştığının bir göstergesiydi. Nitekim İpek’in artık bunun farkına varıp Musa’nın onunla kurduğu ilişkinin samimiyetten uzak ve temiz duyguların dışında bir sömürgeci muhafızın ganimet saikiyle yaklaştığını görmesiyle yaşamına son vermesi, hem kendi hem de failinin varlık gerekçesini anlamış oldu. Belki de İpek’in tüm bu yaşananları bir önceki cümlede tarif edildiği gibi bilince çıkarma süreci kolay olmadı ya da bu sözcüklerle ifade edemedi. Ancak İpek, failin bu süreçteki niyetini anlamış ve yaşamına son vermişti.
İpek’i intihara sürükleyen süreçte Musa’nın “sahipsizsin, benim arkamda devlet var” sözleri, egemen ulus tahakkümü ve sömürgeci kibrin vücut bulmuş haliydi. İpek’in Musa’dan şikayetçi olmak için gittiği Batman Cumhuriyet Başsavcılığı’nın şikayetini almak istememesi, Siirt’e göndermesi, günlerce işlem yapmayan Siirt Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ancak İpek’in intiharı sonrasında soruşturmayı yürütmeye başlaması ve gözaltına alması, ardından Musa’nın 6 gün tutuklu kaldıktan sonra apar topar serbest bırakılmasını birlikte düşündüğümüzde yargı sisteminin de bu olayda özel savaşın hizmetinde bir aparat olduğu gözler önüne serilmiştir.
Musa, geçmişi Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı bir avukat tarafından temsil edilmişti. İpek’i, ailesini, Kürt halkını suçlayan ve aşağılayan cümleler ile “savunma” yapan bu avukat, sistemin birer parçası olarak mahkeme salonunda hareket etmişti. Fail Musa, hiçbir zaman Siirt’te görülen duruşmaya gelmedi. Mahkeme heyeti ise Musa’nın Ankara’nın koruması altında, bir ekrandan bizlere bakmasını yeterli gördü. Musa, yargılaması boyunca sustu çünkü devlet ve yargı işbirliğiyle kendisine en güvenli ortam yaratıldı. Sonuçta 10 yıl hapis cezası aldı. Ancak kamu görevlisi olması sebebiyle ağırlaştırıcı hüküm uygulanması gerekirken, bu husus mahkeme tarafından değerlendirme konusu bile yapılmadı. İstinaf mahkemesi de itirazlarımızı reddetti ve dosya hala Yargıtay incelemesinde. Öte yandan İpek’in intihara sürüklenmesine ilişkin Musa Orhan hakkında Batman Cumhuriyet Başsavcılığı’nda yürütülen soruşturmada ise 4 yıldır hiçbir aşama kaydedilmedi. Musa Orhan hala serbest.
İpek Er dosyasını özetle, bir sömürgecilik/yeni sömürgecilik ve özel/örtük savaş politikalarının dışavurumu olarak değerlendirebiliriz. Burada Musa Orhan’ı devlet/ezen ulus/egemen ulus, İpek’i ise sömürge/ezilen ulus metaforu ile tanımlamak mümkündür. Musa’nın etrafında kenetlenen devlet aygıtları ve elemanlarını, İpek’in şahsında ezilen ve sömürge Kürt ulusunun imha ve inkar sürecinin itirafı olarak da görebiliyoruz. Bu dosya özgününde söz konusu devlet aygıtlarının başında yargı ve diğer birimleri geliyordu. Sömürge hukukunda yargı mekanizması, devletin tüm özel savaş politikalarını ilk etapta görmezden gelen, olası toplumsal baskı sonucunda reddedemeyeceği bir merhaleye gelince ise, failin fiilini temize çekmeye çalışan, münferit bir olaymış gibi lanse etmeye ve nihayetinde tüm olup bitenin “günahını” maruz kalana yükleyen bir çaba içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu, devletin “baba, erk” olma retoriğinin bir gereği olarak bin yılların geleneksel tahakküm pratiğidir. Bu pratik ise erkeği ve babayı devletle özdeşleştiren, devleti de yeryüzündeki her şeye muktedir olarak gören ataerkil sistemin varlık gerekçesidir. Bu sistem içerisinde de “güvenli ve koruyucu bir alan” olarak referans verilen hukukun, kimin hukuku olduğunun farkındalığıyla sisteme gedikler açmalı, alternatifsiz olmadığımızın bilinciyle hareket etmeliyiz. Alternatifimiz ise ulus devletlerin hukukuna karşı ahlaki politik toplum kurallarının inşasıdır. Bunun için de daha fazla toplumsallık, daha fazla siyasallık ve özel savaş politikalarının hedefinde olan tarihsel köklerimize bağlılık gerekir.