Belki de biz kadınlar kaybettirilmek istenen yerde aramalıyız değerlerimizi, belki de kaybetmemişizdir, sadece o değerler bulunmayı beklemektedirler
2020 yılında her açıdan kötülüklere tanık olduk ve 2021 yılında daha güzel bir yaşam için ne yapılabilir sorusunun cevabını merak ediyoruz.
Kimimiz astrolojiye bakıyoruz, kimimiz totemler seçiyoruz kendimize, kimimiz tarihi alt üst eden olayların anlatıldığı kitaplara tekrar dönüyoruz, kimimiz tüm sorunların kaynağının iktidar olduğunu bilerek daha fazla örgütlenmenin derdine düşüyoruz.
Sadece Covid-19 sebebiyle değil, iktidarların baskı politikalarıyla 2020’de en çok konuştuğumuz konulardan biri yaşamımıza çizilen sınırlar oldu. Bedenimize ve düşüncelerimize ve tabi ki dilimize konulmak istenen sınırları çok iyi biliriz biz kadınlar… Özgür düşünceyi seven bilgi; devletlerin kutsal mekânları olan akademilerde tutsak, şifa; hastanelerde tutsak, inanç; diyanetin iki dudağı arasında tutsak, özgürlük çığlıkları; hapishanelerde tutsak, kadınlar; erkeğin kutsal mekanı olan ailede ve yatak odasında tutsak, emekçiler; patrona tutsak…
Bir de kapitalist modernitenin sinsi tutsaklıkları daha görünür olmaya başladı 2020’de. Kişinin kendini özgür birey olarak gördüğü, ruhunu dinlendirdiğini zannettiği, huzur bulduğunu iddia ettiği tutsaklıklar bunlar: Akşam eve gidip sadece ve sürekli diziler izlemek, bilgisayar oyunları oynamak, alışveriş yaparak rahatlamak, duygudan yoksun cinsel ilişkilere girmek, çok çocuk doğurmak… Üzerimize çöken kötülüklerin bizde yarattığı tahribatları böyle giderdiğimizi düşündük.
Yoksulluğumuzu, yalnızlığımızı, şiddet karşısındaki mağdurluğumuzu unutturmanın politikalarına farkına varmadan destek olduk. Kendi hakikat arayışımız bir dizinin kahramanından çok daha değersiz oldu. Hiçbir şeye üzülmedik bunlara üzüldüğümüz kadar. Belki de en korkunç kötülüğü farkında olmadan biz kendi içimizde tercih ediyoruz, bireysellik adına toplumsallıktan kopuşun kötülüğü…
Sahi, insanlık tarihinde kötülük hangi ara geldi buldu bizi… İnsanın varlık olarak evrende anlam kazanmasıyla birlikte kötülüğün de icat edildiğini söyleyebilir miyiz? Kötülük bir kader olarak hep bizimle miydi? İktidar, hiyerarşi, denetim, hırsızlık, tecavüz, yalan ve en büyük kötülüklerden olan savaşlar hangi ara yaşamımızın sahnelerini doldurdu…
Bugün sorunların kaynağını bulmak için yola çıktığımızda pozitivizmin etkisiyle sürekli parçalı bir ele alış ve tek bir gerekçe arama eksikliğine düşebiliyoruz. Tarihe yolculuk ederken sadece olay ve olguların etrafında dolandığımızda çıkardığımız sonuçlar da sorunun kökeninden uzak kalabiliyor.
İnsanlık tarihinin en görkemli zamanı olan doğal toplum ve neolitik dönemini incelerken, yaşamın bütününe etki eden anlam arayışlarına bakmak iyi geliyor insana: Bildiğimiz kadarıyla günümüzden on bin yıl öncesine kadar insan, toprağa yerleşmeye başlıyor ve daha rahat bir yaşamı keşfediyor; toprağı bereketinden dolayı seviyor, onu kutsuyor, mevsimsel döngüsünden dolayı kadınla özdeş görülüyor. Ama bugün toprak sevgisi yerini vatanseverlik adına milliyetçiliğe bırakıyor.
İnancın kökenleri orada yatıyor ama o inancın iktidarın eline geçmesi ile bugün dinci dediğimiz zihniyetler devlet adına, tanrı adına, vatan adına konuşma hakkını kendinde buluyor.
Emeğin oluşum süreci orada yatıyor ama fazla ürünün ortaya çıkması ve onu yönetememe sorunu bugün kapitalizmin sermaye politikasını oluşturuyor. Kimi kitaplar okuyoruz; ilk iktidar biçiminin artı ürün dediğimiz ihtiyaç fazlası ürünün ortaya çıkmasına bağlar.
Cinsellik, daha çok bereketin ve insan soyunu sürdürmenin simgesi iken bugün parayla alınıp satılabilen bir duyguya, erkeğin kadın üzerindeki sahiplik ideolojisine, pornoya, tecavüzlere dönüşüyor.
Kadın bedeni gizemiyle ve bereketiyle kutsanırken zamanla kabileler arası kaçırılmaya başlıyor ve bugün kapitalist modernitede meta olarak alınıp satılıyor. Kadın bedeni bir zamanlar yaşamın döngüsünü ifade ederken bugün ya kapatılıyor ya açılıyor, vücudunun her bir parçası cetvelle ölçülür gibi kontrole alınıyor, piyasası oluşturuyor. Bunu kadınlar üzerinde erkekler yapıyor, devletlerin yasası yapıyor, dinlerin kutsal söylemleri yapıyor.
Politik ve ahlaki bir toplum için gerekli olan tabular ve ahlak bilgisi bugün egemen devletin denetim mekanizmasında hukuka dönüşüyor.
Hayvanların evcilleştirilmesi onlar adına hoşumuza gidiyor ama doğanın doğasıyla oynamanın, özne-nesne ayrımının kök hücrelerinden birinin daha ortaya çıktığını fark ediyoruz.
Ava gidip kendi topluluğuna yiyecek getirme sorumluluğu taşıyan erkeğin deneyimleri bugün savaş taktiklerinin, aletlerinin geliştirilmesinin, kadın katliamlarının atası oluyor…
Hani biz 9 bin yıllık bir yolculuğa çıkmaya başlamıştık ya. Dikkatimizi çeken noktalardan biri; toplumsal sorunların olmadığı gruplarda, mekân ve zamanlarda kadın varlığının, üretkenliğinin ve saygınlığının yaşamdaki görünürlüğü idi. Mitolojilerle, ritüellerle, duvarlara çizilen resimlerle, kemiklere-çamura verilen şekillerle kadın figürü sürekli karşımıza çıkıyordu. İlk yazılı tabletlerde de kadınlara atfedilen kutsallık dikkatimizi çekiyordu. Aynı dönemin toplumsal yapısına baktığımızda da krize dönüşecek sorunların yaşanmamış olacağını tahmin ediyorduk.
İnsan toplulukları toprağı ekmeyi keşfederek hazır yiyecek toplayıcılığından ve avcılıktan tarım köy devrimine geçiyordu. İzlerken “ne güzel, ne muhteşem” dediğimiz toprağı ekmek, ürün çıkarmak, kulübeler yapmak, daha iyi korunmak için kulübelerin etrafına çit çekmek, taşa şekil verilmesinden sabanın icadına kadar aletler geliştirmek, bazı hayvanları evcilleştirmek, onlardan süt, yün, yumurta almak günümüze geldiğinde iktidarın politikalarının birer aracına dönüşecek.
İnsan topluluklarının nüfusu artıyordu… O dönemin insanı nereden bilecekti ki nüfus artışının bugün dünyanın ekolojik dengesini yok etme boyutuna getireceğini. Ve erkek çocuk doğurmanın soyu temsil etmede ve mirası devretmede adeta kanun hükmünde gerekliliğe dönüşeceğini nereden bilebilirdi.
Bir de dış kabilelerin-göçebe grupların saldırıları oluyordu kimi zaman. Onlar, koşullarından kaynaklı yerleşik yaşamı tercih etmemişler, sürüleri güdüyor ve komşularına saldırarak ellerindeki her şeyi kapıp geri dönüyorlar. Zamanla vur kaç yapmaktansa işgal etmeye geçiyorlar. Dolayısıyla bu saldırılara karşı neolitik dönemde de topluluğu savunacak, artı ürünü koruyacak bir mekanizmaya ihtiyaç var. Tabi ki bu da avcılıkta öğrendiği savaş taktikleriyle erkekler olacaktı. Buyurun ordunun, askerliğin kökenleri mi dediniz, karşımızda duruyor.
Birçok tarihçi, erkeklerin binlerce yıl av etkinliğinde yer almasının, erkek egemen karakterinin oluşumunda belirleyici olduğunu söyler. Binlerce yıl boyunca, babadan oğula deneyimlenerek gelen avcılık kültürü kötülüğün kaynaklarından biri olabilir mi? Sürekli bir canlıyı öldürmek için tetikte olan, ondan korunmak için saklanan, şüphelenen, yönetim mekanizması oluşturan erkek toplulukları zamanla erkeklik dayanışma grupları mı oluşturdular. Kasları güçlenmiş, düşmana karşı savunma taktikleri öğrenmiş, alet yapımında uzmanlaşmış, avcılıkta hiyerarşinin zorunluluğunu deneyimlemiş erkek kimliğinin tarım köy devriminde artık ava gitmesine gerek kalmayacaktır. Bir arkadaşım toprağa yerleştikten sonra avdan temelli eve dönen erkeği yıllarca devlet memurluğu yaptıktan sonra emekli olup eve kapanan, avare avare dolaşan ve bilmediği halde sürekli annesinin işlerine karışan babasına benzetmişti. Tabi tarihte bu dönüşümler bir emeklilik dilekçesi verilerek gerçekleşmiyor, binlerce yılın deneyimi ve birikimi, güzelliği yarattığı gibi kötülüğü de katmer katmer yaratıyor.
Bir de asalak bir meslek ortaya çıkmış tarım köy devriminden sonra: Tüccarlar… Fazla ürünü komşu kabilelere götürüp onlardan değişik ürünler alıp getiren bir grup. Yani üretime direk katılmayan ama üretileni pazarlayan… Üretim hızı arttıkça üreticileri yönetecek bir zümreye de ihtiyaç duyulacak: yöneticilik.
İnanç sistemi tarım köy devrimi sonrasında da hala çok etkili… Bereketli bir yıl geçirmek için insanlar bahar aylarında ritüeller-ayinler yapıyor, insanlar toprağın o yıl da verimli olması için cinselliği şenliklerle yaşıyor. Tapınaklarda tanrıçanın yardımcısı kadınlar ürünlerin bereketli olması için cinselliği erkeklere öğretiyor, tapınağa gelen ürünleri düzenliyor, hesap yapıyor, adalet sistemini yürütüyor. Tapınaklar adeta içinde eğitim ve üretimin, yönetimin olduğu bir yaşam merkezi.
Oysa neolitik dönemin tanrıça tapınaklarında tanrıçaya yardımcı olan erkek rahipler zamanla yönetimde etkin olacak ve topluluk adına kararlar alacak, o kentin tanrısının sadece kendisiyle görüştüğünü söyleyecek, kadından çaldığı bilgilerle de bunu ispatlayacaktır zaten… Ekonomiyi düzenleyecek, köleleri kurban edecek, düzen için kanunlar çıkaracak, savaşan komutanlarla bazen iyi geçinip bazen de arasını bozacak… Bütün bunları yaparken işleyişi bugünkü devlete benzeyen o yüksek binaya çıkıp aşağıdakilere seslenecek: Tanrılar böyle istiyor, ben sadece aracıyım…
Kadınların direniş tarihi erkek egemen zihniyetin kadının yaratımlarını gasp etme tarihidir. Saygınlığının alaşağı edilip kutsallıktan lanetliliğe çevrilmek istendiği bir tarihtir kadın tarihi. Erkek tanrılar tanrıçaları kimi kültürlerde aşağılayacak, kimi kültürlerde maddi kurumlarıyla birlikte zihinlerde yok edecek, kimi kültürlerde ise bununla yetinmeyip günahların kaynağı ilan edecek.
İktidar sahipleri için vazgeçilmez iki kaynak doğa ve kadındır. İkisinden de tamamen kopamaz çünkü her ikisi de yaşamın kaynaklarıdır. Ama ikisi de özgürlüğüne delicesine sevdalıdır, bu yüzden onları kendi doğasından kopararak evcilleştirmeye, tutsak etmeye, cezalandırmaya gider iktidar zihniyeti… Böylece denetlenebilir varlıklar, çıkar sahiplerinin işlerini kolaylaştıracaktır.
Bugün çok yorum yaptık… Bir dahaki sefere illa ki yazılı tarih kaynaklarından ispat istiyorum diyenlerin gönüllerini ferahlatmak ya da kimilerinin uykularını kaçırmak için birkaç somut tarihi belge sunmak iyi gelir.
Bu zehir zemberek günlerde neden mi tarihe gömüldük… Belki de biz kadınlar kaybettirilmek istenen yerde aramalıyız değerlerimizi, belki de kaybetmemişizdir, sadece o değerler bulunmayı beklemektedirler.