Sergisinin bir bölümüne "Yoktunuz" ismini vermiş Güneştekin. Evet, yoktunuz… Gençlerin canını dişine taktığı o günlerde yoktunuz… Picasso gibi, celladın yüzüne "Bunu siz yaptınız" diyecek cesaretiniz yoksa o hafızada alacağınız yer de çoktan bellidir
Picasso’ya Guernica’yı yaptıran hafızaya çoğumuz yakından tanıklık ettik. İspanya’da Guernica kasabasında Franco rejiminin desteği, Alman ve İtalyan faşist güçlerin eliyle yapılan bir bombardımanda binlerce insanın ölümü ve bir kasabanın ortadan kalkmasıyla sonuçlanan vahşete karşı, Picasso’nun binlerce kilometre uzaktan resmettiği bir hafızadır Guernica… Toplumsal bir acıya, savaşa, faşizme karşı o belleğe ve o belleğin acılarına bir saygı duruşu gibidir tablo, Picasso tuvalini Guernica’nın belagati kılmıştır. Katıldığı bir sergide bir Nazi generali Picasso’ya; "Bu tabloyu siz mi yaptınız?" diye sorduğunda, cevabı sanatın rolü ve gücüne tarihsel bir atıf gibidir adeta; "Hayır, siz yaptınız…"
Toplumsal bellek dediğimiz olgu kendinden menkul değildir. Tarih boyunca toplumlar, sanatı varoluşlarının dolaysız belagati olarak değerlendirmişlerdir. Yunanlılar ‘Tragedya’ sanatını, acıyı sanat ile yönetmek felsefesi ile yaratmışlardır. Acı, savaş, aşk, ölüm ya da neşe, umut, üretim, mutluluk… Sanat bu noktada toplumda ya da bireyde içkin olanı toplumsallaştırma aracı olarak rol oynar. Bu çoğunlukla sanatçının tasarımı dışında gerçekleşen bir süreçtir, sözle, şiirle, şarkıyla, tuvalle, dramayla dile gelen, bir defa sanatçının içkin dünyasından toplumsala yol aldı mı, artık aidiyet tüm topluma ait olur, o dile gelen, belleğe dâhil olur, kolektifleşir. Bu noktada bellekten azade iş yapmak mümkün değildir, dile gelen her şey iyi ya da kötü o belleğe işler, o bellekle akar… Hatta eğer dokunabilmişse politikanın çaresiz kaldığı yerde belleğin kendisi haline gelir.
Kürdistan’da bellek konusu daha yakıcıdır, sözlü tarih ve sanat belleğin en akışkan formudur. Yazılı tarih geleneğinin çok zayıf olduğu daha doğrusu zayıf kılındığı bu coğrafyada, sanat toplumun, özelde iktidarın cinsiyetçi tarih yazımının dışında kadının dili haline gelmiştir. Yıkımın, talanın, zulmün ama aynı zamanda üretimin, coşkunun, hünerin yoğun yaşandığı Kürdistan’da sanat bunun doğrudan ifadesi olarak özel bir yer kazanmıştır. Mem u Zin’de dile gelen sadece bir aşk hikâyesi değildir, aynı zamanda dönemin derin bir analizi ve tarihçesidir. Siyabend u Xece’de doğa, aşk, iktidar, hegemonya temaları destanın bütününe işlemiştir. Örnekleri çoğaltabiliriz, fakat bir defa belleğe dair bir iş yapmaya karar kıldı mı sanatçı, aynı zamanda tarih yazıcılığını da kabul etmiş olur. O tarihe hangi tarafta geçeceği ise tamamen onun zihinsel-düşünsel tercihine kalmıştır.
Çünkü iki kolda akar Kürdistan’da tarih, iki belleklidir. Bir yanında köklerini kendi ahlakı ve kültüründen, ana soylu kadın geleneğinden alan, toplumsal doğa; diğer yanda ise resmi iktidarın soğuk, katı yüzü… Bir yüzünde acısı da, neşesi de, iyisi de, kötüsü de kendine ait bir bellek, diğeri ise belleğe sürekli müdahale eden, hatta modernizmle beraber belleği yok etmeye çalışan bir köksüzlük. Bir yüzü biziz, kadınların, çocukların, gençlerin varoluşu, diğer yüzü cinsiyetçi ve talancı… Bu iki ayrı yüz, iç içe yaşansa da devletin soğuk ve kirli yüzü, kadına, topluma ait olana sürekli müdahale, imha ve belleğin inkârı olarak şekillenir.
Bu iç içeliği yakın tarihimizden biliyoruz. Köylerin boşaltıldığı, yakıldığı dönemden, faili malum cinayetlerden, kayıplarımızdan, Vartinis’den, Nusaybin’den, Cizre’den, Sur’dan biliyoruz. Devletin ve milletin beka silahlarıyla kuşanmışların şiddetinden, sokak ortasında tecavüze uğrayan, bedenleri teşhir edilen kadınlardan biliyoruz. Toplumların, kadınların hafızası, ana-soylu dönemin kadim geleneği ile resmi uygarlığın vahşi yüzünün iç içeliğinde büyüdü, form kazandı, dolayısıyla bu hafızayı temsil edecek sanat, bu kökten beslenmek zorundadır, bu kökü anlamayan, anlamak istemeyen, resmi uygarlığın rahminden beslenen herhangi bir fikrin, ürünün bu hafızayı temsil etme şansı yoktur. Bu kök bizi biz yapan kudrettir, duygusu da, fikrî de biziz, acısı da mutluluğu da, varlığı da yokluğu da…
Kadim bir söz vardır; "Kurtla beraber öldürüp, çobanla beraber yiyip, sahibi ile beraber ağlamak." Ahmet Güneştekin'in "Hafıza Odası" bu sözü daha çok düşündürtür oldu. Üzerine çok yazıldı, çizildi. Fazla söze gerek var mı bilinmez ama o serginin düşündürttüğü en temel şey köksüzlük oldu. Kökü bilen, kökten beslenen biri Keçi Burcu'nun, altının ve üstünün tarihsel tanıklığına saygıdan da olsa yaptığının toplumsal bellekteki zuhurunun ne olduğunu bilirdi. Hiçbir Amedlinin hafızasında renkli tabutlarla dile gelmez kayıpları, renkli levhalarla boyanmaz, köklerine bağlı hiçbir Kürt kadınının başındaki yazma olamaz o sergilenenler. Acının, katliamın rengi illa ki siyah değildir elbette ama tartışmayı bu kadar kısır ve yüzeysel bir yerden başlatmak bile köksüzlüğün göstergesidir. Acıya ve yasa halay tutulmaz, bellek reklam aracı olamaz. En önemlisi de hiçbir cenazede, merhum değil de katil öne çıkmaz. Orada sergilenen hafıza bizim değil, kurtla beraber öldürüp, çobanla beraber yiyip, sahibi ile beraber ağlayanların modernist arayışlarıdır.
Sergisinin bir bölümüne "Yoktunuz" ismini vermiş Güneştekin. Evet, yoktunuz… Yaşanan ağır savaş ve kayıp süreçlerinde; evinizin, iktidarın sıcak yuvası dışında hiçbir yerde değildiniz. Kadınların ölümü, tecavüzü, tutuklanmayı göze alıp sokakları arşınladığı, gençlerin canını dişine taktığı, çocukların ninni yerine tank-top sesleriyle büyüdüğü o günlerde yoktunuz.
Bu yüzden bugün de "yoksunuz"… Orada sergilenen durumun uygarlığın vahşi yüzü dışında, Kürt halkının belleğinde yeri yoktur. "Yoksunuz," çünkü patlayacak ilk mermide, savrulacak ilk tehditte arkasına bile bakmadan kaçıp gidecek olanların bugünü de temsil etme şansı yoktur. Kilometrelerce öteden Guernica’yı hisseden Picasso gibi, celladın yüzüne, "Bunu siz yaptınız" diyecek cesaretiniz yoksa o hafızada alacağınız yer de çoktan bellidir.