Çünkü ‘barış için ödenen bedel’ savaşın yıkıcılığına rağmen barışı savunanların uğradığı zulme inat sürdürdükleri direnci anlatır. Bu anlamda bedel sadece maddi değil aynı zamanda duygusal, toplumsal ve tarihsel bir yükü ifade eder
Kürdistan’da barışa dair her cümle, önce toprağın altındaki sessizliğe dokunur. Bu nedenle ağırdır bu süreçlerin sözünü kurmak. Hassasiyet; toprağı incitme, sessiz bir ah almanın yaratacağı kaygıdandır. En ağır olanı ise tüm bu mücadelenin, anı anına soluksuz süren bir maratonun içinde dönüp bu uğurda verilen bedellere bakmaktır herhalde. Barışı aramak, çoğu zaman acının içinden geçmeyi gerektirir. Acının dilini en iyi anneler, kız kardeşler, yoldaşlar bilir. Çünkü onlar yalnızca savaşın tanığı değil; en ağır bedelini taşıyanlardır. Onların suskunluğu bile bir çığlık gibidir; toprağa siner, duvara yazılır, geceye fısıldanır. Bu yüzden barış için ödenen bedelleri tariflemek, en zorlarından biri olsa gerek.
Yiten canların ardından büyütülen mücadele sözleri, yakılan ağıtlar, direniş türküleri, hakikatin derinleştirildiği ifadelerin hepsi en çok konuşulmayı hak edenler olsa gerek; zira ne söylense eksik kalacağını bilmek yüreğin kıyısında akan bir sızı. Ancak yalnızca bu süreçleri tek bir duyguyla ifadelendirmek de bizi hakikat karşısında bir o kadar eksik bırakır. Sürgünlerden boşaltılan köylere, zindanlardan dağlara, Cudi’deki ağaçtan Efrin’deki zeytine kadar toprağın her karışı, her karışında soluk alan her varlığın da ödediği bedeli kim görmezden gelebilir. Her hikayedeki saklı duygular, tutulamayan yaslar, bulunamayan kemikler, yiten hafıza, tecrit edilmeye çalışılan irade, direnen kimlik… uzun ve meşakkatli bir mesele yani. Çünkü ‘barış için ödenen bedel’ savaşın yıkıcılığına rağmen barışı savunanların uğradığı zulme inat sürdürdükleri direnci anlatır. Bu anlamda bedel sadece maddi değil aynı zamanda duygusal, toplumsal ve tarihsel bir yükü ifade eder.
Mesela 1990’lı yıllarda üç binden fazla köyün boşaltılmasıyla kadınlar sadece evlerinden değil, hafızalarından da sürüldü. Kadınlar, toprağıyla konuşan, ağacın meyvesinden doğumu bilen, tandırın külünden hikâye çıkaranlardı. Köy boşaltmalarıyla birlikte sadece yaşam alanları değil, yüzyıllardır aktarılan kadın belleği de parçalandı.
“Tandır taşının dibinde annemin duası kalmıştı,” diyor sürgün bir kadın. “Ben İstanbul’da hiçbir dua edemedim o yüzden.”
Zorla göç ettirilen kadınlar, şehirlerin kenar mahallelerine sürüldü. İşsizliğin, yabancılığın, kimliksizliğin kıskacında yeniden hayata tutunmaya çalıştılar. Ama içlerindeki toprak kokusu hiçbir zaman eksilmedi. Sıvasız kent duvarlarına sürülen bu kadınlar, büyük şehirlerin arka sokaklarında geçmişlerini yük gibi değil, toprak gibi taşıdılar. Çünkü toprak onlar için yalnızca bir coğrafya değil, bir hafızaydı. Gittikleri her yere biraz Kürtçe, biraz tandır dumanı, biraz da yas götürdüler. Ve tabi direnişin yeni yöntemlerini…
Sürgün, göçten farklıdır. Göç, bazen umutla yapılır. Ama sürgün; köklerin kesildiği, dilin yarım kaldığı, annenin mezarının başına varılamadığı yerdir. Sürgün, yalnızca bir coğrafya kaybı değil, bir varlık biçiminin kesintiye uğramasıdır. Kürt kadınları, yalnızca köylerinden değil, ülkelerinden de sürüldüler. Sürgünde olmak, gündelik dilde eksik kalmak, hafızayı bir çantaya sığdırmak demekti. Ama bu kadınlar orada da örgütlendiler, konuştular, yazdılar. Sürgünde bile barıştan vazgeçmediler. Çünkü sürgün, ait olunmayan bir yer değil; bir direniş biçimi oldu onlar için. Aynı zamanda sürgünde kadın olmak; örgütlenmek, bellek oluşturmak, dayanışmayı yeniden icat etmekti.
Barış denilen şey bazen bir annenin ayakkabısında birikir. Barış Anneleri, çocuklarını ya da eşlerini kaybetmiş, ama onların ardından yalnız yas tutmamış kadınlardır. Evladının kemiklerini bile alamadan mezarına taş koyan bir annenin sessizliği, savaşın tüm gürültüsünü bastırabilir. “Benim evladım öldü, başkasınınki yaşasın diye yürüdüm,” diyen annenin adımları, aslında barışın en ağır adımlarıdır. Devlet onların gözlerine bakmaya cesaret edemedi, ama onlar gözlerini devletten hiç kaçırmadı. Her yürüyüş, yalnızca bir isyan değil; bir dua gibi sessiz, ama sarsıcıydı.
Tutsak kadınlar ise bu coğrafyanın en derin çığlığı oldular. Cezaevlerinde geçen on yıllar, bir kadının yalnızca yaşamından çalınmış zamanlar değil; aynı zamanda yeniden inşa edilmiş kimliklerdi. İçeride kadınlar yazdı, düşündü, direndi. Açlık grevlerinde bedenlerini ortaya koydular; çünkü bazı kelimeler konuşulamadığında beden konuşmaya başlar. Her mahkeme salonu, onların gözlerinde yenik düşen bir erkek düzene tanıklık etti. “Siz bizi içeri koydunuz ama biz birbirimizin dilini orada yeniden öğrendik,” diye tarihe ağır notlar düştüler.
Bir de duvarların ötesi vardı. Tutsaklığın zinciri yalnızca bir kişiyi bağlamaz; o zincir evin duvarlarına, sokağın taşlarına, bir toplumun belleğine takılır. Bu zinciri kırmanın yöntemleri o soğuk kapılarda öğrenildi, büyük barış hareketleri ilmek ilmek örüldü. Yeni bir toplumsallık ve duygu ortaklığının tadı damaklara işlendi, Kürdistan’da zihniyet bütünlüğüne uzanan bir nehir oldu. Cezaevi önlerinde günlerce bekleyen kadınlar, her telefon sesiyle kalp ritmini unutan anneler, mahkeme salonlarının kapılarında öfkeyi büyüten yoldaşlar dışarıya taşan direnişin başka renkleri oldular.
Ve kayıplar… İsimsiz mezarlarda kimliği bulunamayan kadın bedenleri, faili meçhule dönüşen genç kadınlar, bir sabah evinden alınıp bir daha hiç dönmeyenler. Zorla kaybettirilen kadınlar, bu ülkenin sessiz kaydıdır. Galatasaray Meydanı’nda her hafta bir annenin elinde yükselen fotoğraf, yalnızca birini değil; binleri geri çağırdı. “Adını anmazsan, ölüsü bile eksik kalır,” diyen anneler, hatırlamanın politik bir direniş olduğunu bizden önce bildiler. Her daim bitmeyen bir inatla yakınlarının fotoğraflarını taşıyan kadınların gözlerinden dökülenler, ahlakı olmayan savaşı sonlandıracak ve barışı getirecek kudretin de ifadesini taşıdılar içinde.
Yasını bile tam tutamayanların coğrafyasında ne acının tarifi yapılır ne bedelin bilançosu verilebilir. Tıpkı özgür ve barışçıl yaşama duyulan özlemin ölçüleceği bir değer olmadığı gibi. Hangi bilim Halise Ana’nın bir kargo aracılığıyla yüreğine çöken duygusunu tarifleyebilir? Zindan penceresinde ötemesin diye konduğu dalı kesilen kuşun düştüğü boşluğu kim bilebilir? Sur sokaklarında yürürken yüreğe fısıldayanları herkese nasıl duyurabilir bilançolar? Ama amaç ve ruh birliğinde ortaklaşıldığında tüm bu yaşananlara rağmen hala barışta ısrar etmenin nasıl bir erdem olduğunu vicdanı körleşmemiş herkes bilir. Bunun ne büyük bir şans olduğunu idrak eder ve duyguların yerini soğuk rakamlara bırakmaması için toplumun aldığı her nefesi özgürlüğe evriltmede duracağı yerde karar kılar.
Tüm bu karanlığın içinde, yanan bir ışık büyümekte elbette. “Jin, jiyan, azadî” yalnızca bir slogan değil; topraktan koparılmış kadınların, tutsak edilmiş ruhların, unutulmaya terk edilmiş isimlerin ortak çığlığı. Bu çığlık bir dilek değil; bir hatırlatma. Barış, kadınların ellerinde şekillenir. Onların ölümlerle değil, hayatlarla kurduğu bir dünya mümkündür.
Ve bu dünya, artık sessiz kalamayacağımız kadar yakındır. Kadınlar, barışı beklemiyor. Barışı söyleyerek, eyleyerek, direnerek getiriyorlar.