Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
No Result
View All Result

Seyirlik Vapurlardan Kurucu Zemine: Kadın ve Demokratik Cumhuriyet

Saliha Aydeniz Saliha Aydeniz
16 Kasım 2025
Yazı
0
Seyirlik Vapurlardan Kurucu Zemine: Kadın ve Demokratik Cumhuriyet
0
SHARES
33
VIEWS
Facebook İle PaylaşTwitter İle Paylaş

Demokratik cumhuriyet, kadınların günlük hayat pratikleriyle, kolektif dayanışmayla, kendi meclisleriyle, üretim ve bilgi ağlarıyla aşağıdan yukarıya toplumu dönüştürmesiyle başlar. Sadece devletten, yönetenden değil, bizzat hayatın içinden, kadınların özneleştiği her alandan kurulur. Ve bunun yolu da tüm somut adımların, küçük küçük birleşip büyük bir toplumsal dönüşüme yol açmasıdır

Hepimiz biliyoruz ki erkek egemen zihniyetin kaleminden çıkan tarih çoğu zaman kazananların ya da yönetenlerin sesiyle şekillenir; kadınların tarihi ise ya suskun bırakılır ya da makbul sınırlarla çerçevelenir. Cumhuriyet’in 102. yılında, geçmişin tozlu raflarında unutturulmaya çalışılan kadın seslerini, isyanlarını ve yenilgilerini duymadan bugünü anlamamız mümkün değil.

Cumhuriyetin kuruluşuna ve bugün yaşadığımız çoklu krize baktığımızda, meselenin kökünü anlamak için yüzeyde anlatılanları değil, toplumsal gerçekliği görmek gerekir. Cumhuriyetin kurucu unsurları dendiğinde, anlatının merkezine Türk kimliği ve laiklik kondu. Oysa Anadolu’nun gerçeği; Kürt, Türk, Ermeni, Süryani, Alevi bir halklar, inançlar ve kültürler tablosuydu. Fakat kurucu kadro, merkeziyetçiliği her şeyin önünde tuttu. Kürtlerin, farklı kimliklerin, inançların ve elbette kadınların talepleri bu resmi ideolojide kendine yer bulamadı.

Cumhuriyet, halklar için nasıl gerçek dışı bir tarih yazdıysa, kadınlar için de benzer bir hikâye kurdu. Yıllardır tekrarlanan anlatıya göre, kadınlar hiçbir talepte bulunmadan, mücadele etmeden; sadece modernleşme projesinin pasif nesneleri olarak beklerken seçme-seçilme hakkını “armağan” olarak almış gibi gösteriliyor. Bu anlatının merkezinde ise hep Türk kadınları var; diğer kimliklerden kadınlara yer yok. Oysa kadınların tarihi çatışmalı, inişli çıkışlı ve kadınların bizzat öznesi olduğu bir mücadele tarihidir. Resmî tarihin “modern Türk kadını” figürü çoğu zaman bir vitrinden ibaret kaldı. Mustafa Kemal’in “Seyr-i Türkiye” adlı propaganda gezisinde de bu vitrin, Batı’ya modernlik göstermek için kullanıldı. Ancak bu parlak temsilin ardında Anadolu’da kadınlar eski tahakküm ilişkileriyle yaşamaya devam ediyordu.

Nezihe Muhiddin’in hikâyesi bu çelişkinin en çarpıcı örneğidir. Kadınlar Halk Fırkası girişimiyle kadınların siyasal ve toplumsal özneleşmesini hedefleyen Muhiddin ve arkadaşları, devlete karşı değil ama ondan bağımsız bir kadın hareketi kurmak istediler. Talepleri açıktı, devlet ise “zamanı değil” diyerek bu talepleri reddetti, kadınları susturdu. Nezihe Muhiddin’in önce yüceltilip sonra itibarsızlaştırılması, Cumhuriyet’in kadın politikalarının samimiyetine dair en sert eleştirilerden biri olarak kaldı. Kadınlar ancak devletten “lütuf” gördüklerinde makbul sayıldılar; mücadele ettiklerinde değil.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ermeni, Rum ve Kürt kadınların kendi kimlikleriyle yürüttükleri çalışmalar unutturulmak istendi. “Makbul kadın” yaratımında farklı kimlikler dışlandı ya da asimile edildi. Ermeni kadınlar savaş sonrası dernekler kurarak cemaatlerini yeniden inşa etti, Kürt kadınlar ise gizli ve açık dayanışma ağları ördü. Bu deneyimler, resmi anlatının dar ve dışlayıcı yüzünü açığa çıkardı. Tek tip kadın ve tek tip özgürlük anlayışı, milyonlarca kadının hikâyesini görünmez kıldı.

O günden bugüne, Kürt kadın hareketinin özgünlüğü, Türkiye’de feminizm dalga dalga yayılırken klasik feminizmin ötesine geçen çok katmanlı bir direniş pratiği ortaya koymasıydı. 1980’lerden itibaren Kürt kadınlar yalnızca erkek egemenliğine değil, aynı zamanda inkârcı ve asimilasyoncu devlet politikalarına karşı da özgün kimlikleriyle mücadele etti. Hem ulusal hem de cinsiyet temelli baskılara karşı yürütülen bu mücadele, özgürlük arayışını daha bütünlüklü ve köklü hale getirdi. Kürt kadınlar, kendi kaderini tayin hakkı ile kadın özgürlüğünü birleştirirken, devletin dayattığı makbul kadın rolünü de reddettiler. Cezaevlerinden dağlara, kentlerden kırsala yayılan bu mücadele, kadınların yalnızca hak talep eden değil, toplumu dönüştüren özne olabileceğini gösterdi. Böylece Kürt kadın hareketi, klasik Cumhuriyet sınırlarını aşarak kadın özgürleşme mücadelesine evrensel bir katkı sundu.

Bugün Türkiye’de kadın politikaları hâlâ resmi ideolojinin gölgesinde şekilleniyor. Kadınlar görünürde daha fazla alanda yer alsa da, yasal eşitlik pratikte karşılık bulmuyor. Erkek şiddeti, toplumsal cinsiyet rolleri ve siyasal eşitsizlik sürerken, Cumhuriyet’in başındaki “vitrin” politikaları bugün farklı biçimlerde devam ediyor. Ancak kadınlar bu sınırları aşarak kendi alanlarını yarattı. Feminist yürüyüşlerden kooperatiflere, Kürt kadın hareketinden dayanışma ağlarına uzanan örgütlü mücadele, gerçek değişimin kadınların iradesiyle mümkün olduğunu gösterdi. Kürt kadınların Cumhuriyet sınırlarını aşan özgür ve eşit yaşam arayışı, yakın tarihin en radikal toplumsal deneyimlerinden biri oldu. Ulusal taleplerle toplumsal cinsiyet eşitliğini birleştiren bu hareket, tüm kadınlar için sınırları aşan bir özgürlük çağrısına dönüştü ve bugün Ortadoğu’ya ilham veren bir paradigma haline geldi.

Bu radikal dönüşümün asıl entelektüel ve politik mimarı Sayın Abdullah Öcalan’dır. Onun kadın özgürlükçü paradigması, klasik ulus-devlet anlayışını ve ataerkil sistemi eleştiriyor; bunun yerine toplumsal cinsiyet özgürlüğünü merkeze alan bir demokratik toplum projesi öneriyor. Sayın Öcalan’a göre kadınların özgürleşmesi, sadece bir toplumsal reform değil, yepyeni bir yaşam biçimi ve uygarlık iddiasıdır. Onun yaklaşımında kadın, özgürlük ve demokrasi birbirine bağlı; kadınlar özgürleşmeden toplum özgürleşemez, toplum özgürleşmeden de gerçek bir demokratik cumhuriyet kurulamaz. Özellikle Kürt kadın hareketi, bu paradigmayı hem teoride hem pratikte hayata geçirmiş durumda.

Sayın Abdullah Öcalan’ın demokratik cumhuriyet yaklaşımı, merkeziyetçi, tekçi ve erkek egemen devleti reddeder; bunun yerine, halk meclisleri, özyönetim ve özellikle kadınların öncülüğünde toplumsal çeşitliliğin güvence altına alındığı bir sistemi savunur. Bu bakışta kadınlar sadece hukuken eşit değil; toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal hayatın her alanında özgür ve dönüştürücü bir özne olarak görülür. Jin Jiyan Azadî felsefesi ve jineoloji de burada sadece birer teori olarak değil, her gün hayatı dönüştüren ve direnişi büyüten pratikler olarak karşımıza çıkar. Jin Jiyan Azadî, direnmekten öte, gerçekten başka bir başlangıç yapmaya davet ediyor. Jineoloji ise, erkek egemen bilgiyi sorgulayıp, kadının kendi tarihine, deneyimine ve bilgisinin değerine sahip çıkmasını sağlıyor.

Kadınlar için demokratik cumhuriyet, artık devletin bahşettiği haklarla yetinmek anlamına gelmiyor; kendi hayatının ve demokratik toplumun kurucusu olma iddiasını, gerçek bir toplumsal iradeye dönüştürmek anlamına geliyor. Sayın Abdullah Öcalan’ın paradigması, kadını yalnızca görünür kılan bir yaklaşımı aşarak, özgürlüğü kolektif ve dönüştürücü bir toplumsal gerçeklik haline getiriyor. Bu modelde, kadınlar kimliklerin ve sınırların ötesinde, ortak bir özgürlük hattında buluşabiliyor.

Aynı zamanda, bu paradigma erkek ve kadının yan yana, eşit ve adil bir zeminde yürüyebilmesini de mümkün kılıyor. Erkek, bu toplumsal zeminde, bin yıllardır sürdürdüğü güç ve tahakküm ilişkilerinden arınma, kendi rolünü dönüştürme fırsatı buluyor. Asıl toplumsal değişim de işte burada başlıyor: Kadınlar sadece kendi hayatını kurmakla kalmıyor, toplumu bütün özneleriyle dönüştürmenin öncüsü haline geliyor. Demokratik cumhuriyet dediğimiz şey, tam da bu ortak inşa ve karşılıklı dönüşüm iradesiyle mümkün.

Sayın Abdullah Öcalan’ın demokratik cumhuriyet yaklaşımı şunu söyler: Devletin tepesinden aşağıya bir “özgürlük” ya da “hak” dayatması değil, toplumun kendi içinde – özellikle de kadınların öncülüğünde – yaşamı yeniden kurması, yeni karar ve katılım mekanizmaları yaratması gereklidir. Kadının söz ve karar hakkı toplumda somutlandıkça, demokratik cumhuriyet inşa olur; kadınsız, katılımsız, yatay örgütsüz bir toplumsal düzen ise gerçek anlamda demokratik olamaz.

Bugün bize düşen, cumhuriyetin kuruluşundaki gönüllü birlik ruhunu demokratik ilkelerle yeniden canlandırmak ve toplumsal zenginliğimizi çoğulcu bir düzene temel yapmaktır. Gerçek demokrasi ve adalet için eski kalıpları aşmalı, demokratik cumhuriyet yolunda cesur ve kararlı adımlar atılmalı. Bu sadece bir tercih değil, Türkiye’nin gerçekten özgürleşmesi ve çağdaş dünyayla buluşması için zorunlu bir koşuldur.

İşte tam bu noktada Rojava deneyimi çok önemli. Rojava deneyimi, demokratik cumhuriyetin uygulanabilirliğinin kanıtıdır. Rojava modeli, tekçi cumhuriyetin insani ve demokratik panzehiridir. Rojava’yı demokratik öz-yönetim, kadın özgürlüğü ve çoğulcu toplumsal sözleşmenin günümüz koşullarında nasıl uygulanabileceğini gösteren bir toplumsal gözlem alanına benzetebiliriz. Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi, farklı etnisite, inanç ve toplumsal kesimleri kapsayan; karar süreçlerinde kadınların ve yerel meclislerin aktif olduğu bir sistem inşa etti. Burada önemli olan, teorik düzeyde savunulan demokratik cumhuriyet fikrinin, pratikte belirli bir coğrafyada, ağır çatışma ve kriz koşullarında dahi işleyebileceğinin ortaya konmasıdır.

Rojava deneyimi, klasik ulus-devlet formunun ötesinde; adem-i merkeziyetçi, çoğulcu ve taban demokrasisi ilkelerini içeren bir modelin gerçekten hayata geçirilebileceğini gösterdi. Kadınların karar alma mekanizmalarındaki etkinliği, yerel özyönetim organlarının işlevselliği ve çok kimlikli toplumsal temsil, sadece bir ütopya olmadığını; mevcut siyasal koşullarda bile bu tür bir dönüşümün mümkün ve sürdürülebilir olduğunu kanıtladı. Rojava budur; ortak yaşam, katılımcı demokrasi, kadın özgürlükçü ekolojik toplum tam da bahsettiğimiz demokratik cumhuriyettir.

Tabii her inşanın bir zorluğu var. Her şey her an güllük gülistanlık olamayacağı gibi, değişim de zorludur. Örneğin Rojava’da başlatılan model önemli bir paradigma değişikliği sunsa da, toplumsal dönüşümün sürekli mücadele, karşılıklı öğrenme ve eleştirel öz-değerlendirme gerektiren bir süreç olduğu unutulmamalı. Bu, Rojava için de böyle, Türkiye’de kurulacak demokratik cumhuriyet için de. Deri değiştirmek zorludur, acılıdır, ancak yenilenmeye açık olan güçlenir.

Kısacası Demokratik cumhuriyet, kadınların günlük hayat pratikleriyle, kolektif dayanışmayla, kendi meclisleriyle, üretim ve bilgi ağlarıyla aşağıdan yukarıya toplumu dönüştürmesiyle başlar. Sadece devletten, yönetenden değil, bizzat hayatın içinden, kadınların özneleştiği her alandan kurulur. Ve bunun yolu da, tüm somut adımların, küçük küçük birleşip büyük bir toplumsal dönüşüme yol açmasıdır.

Erkek egemen tarihin toplu tüfekli hikâyelerinin aksine, bizim yolumuz daha sakin, kararlı ve biz kadınların hayatı birlikte inşa etme iradesine dayanıyor. Bunun için önce o bireysellik duvarlarını aşmak, yalnızlığımızı bir kenara bırakmak şart. Çünkü biliyoruz ki, kapılar aralanınca ve kadınlar bir araya gelince, dayanışma ile gerçek güç ortaya çıkıyor. Mahallede, apartmanda ya da kasabada birkaç kadın toplanıp “Bizim asıl derdimiz ne?” diye sorduğunda ilk adım atılmış olur. Küçük bir online konuşma grubu, çay saati, birlikte üretim ya da komşuya “gel, konuşalım” demek bile yalnızlığı kırar. Kadınlar ister birlikte üreterek, ister yerel yönetimlere sesini duyurarak, ister imza toplayarak; attığı her küçük adımla, demokratik cumhuriyetin gerçek zeminini döşer. Bu komünlerde, bir kadın şiddete uğradığında ya da birinin ekonomik desteğe ihtiyacı olduğunda hep birlikte hareket edilir. Ürettikleri ürünleri satarak ekonomik bağımsızlık için adım atarlar, bilgi paylaşımı için buluşur, okuma grupları ya da sohbetler düzenlerler. Mahallede dayanışma büyüdükçe, deneyimler ve ağlar başka kadın gruplarıyla birleşir ve demokratik cumhuriyet, devletin yukarıdan verdiği haklarla değil, kadınların gündelik yaşamda birlikte attığı somut adımlarla gerçeğe dönüşür.

Elbette bu inşanın tüm yükü sadece kadınların omzunda değil. Kadın özgürlüğü demek, sadece kadınlar arasında güvenli alanlar oluşturmak değil; toplumla beraber dönüşmek, hep birlikte yeni bir yaşam ve düşünce biçimi kurmak demek.

Burada bir noktayı özellikle vurgulamak istiyorum: Bütün bu dönüşümün ve demokratik cumhuriyet inşasının yükü, yalnızca kadınların omzuna yıkılamaz. Toplumsal dönüşüm dediğimizde, sadece kadınların dayanışması, üretimi, komünleri ya da bilgi paylaşımı değil kast edilen; erkeklerin de kendi toplumsal rollerini ve ayrıcalıklarını sorgulaması, değişime açık olması şarttır. Çünkü kadınlara “hadi siz değişin, siz dönüştürün, siz kurun” demek, aslında ataerkil düzenin o eski yükünü farklı bir paketle yeniden kadınlara devretmekten başka bir şey değildir. Erkeklerin bu süreçte seyirci kaldığı senaryoda, o eski düzen sürmeye devam eder.

Kadınlar bugün dönüştürmeyi de, değiştirmeyi de öğrendi tam anlamıyla. Yaşamın, eş ve özgür var olma halinin hayali bir kez yüreklerimize değdi. Ve bugün kadınlar, artık o seyirlik vapurlardan indi. Bugün, ayakları yere basan bir gerçeklikle, kendi emeğimiz ve irademizle hayatı yeniden kuruyoruz. O eski vapurun dar çerçevesine mahkûm olmadan; kadınların, erkeklerin, gençlerin, yaşlıların, yani toplumun tüm öznelerinin yan yana gelebildiği gerçek bir kurucu zemin oluştu. Yaşam, demokrasi doygunluğuna ulaştı.

Şimdi asıl mesele, bu yeni zeminde, her birimizin—erkek, kadın ya da kimlik fark etmeksizin—toplumu birlikte kurma iradesini ve sorumluluğunu paylaşması. Demokratik cumhuriyet dediğimiz şey de tam olarak bu: Artık seyirci ya da figür değil, gerçek anlamda kurucu özne olmak ve yepyeni bir toplumsal sözleşme yazmak.

Sayın Abdullah Öcalan’ın dediği gibi, kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez.

Etiketler: Demokrasi ve KadınDemokratik CumhuriyetFeminizmKadın MücadelesiKürt kadın mücadelesiSavaşSayı 142
Önceki İçerik

Barış Anneleri Konferansı Sonuç Bildirgesi 18-19 Ekim 2025

Sonraki İçerik

Tertele Hazırlık Sürecinde Kızılbaş Kadınlara Yönelik Raporlardan Sızan Nefret

Sonraki İçerik
Tertele Hazırlık Sürecinde Kızılbaş Kadınlara Yönelik Raporlardan Sızan Nefret

Tertele Hazırlık Sürecinde Kızılbaş Kadınlara Yönelik Raporlardan Sızan Nefret

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

No Result
View All Result
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.