21.Yüzyıl cinsler arası çelişkinin temel çelişki haline geldiği bir gerçekliğe sahip. Erkeğin egemen kadının köleliğine dayalı düzenin ilk sınıflaşmanın, sömürünün, ekolojik sorunun ve tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğunun daha görünür hale geldiği bir çağ. Bu nedenle, bu çağın tüm çelişkilerinin kadın özgürlük sorunu ile bağı daha direkt biçimde hissedilmekte, görünmektedir. Bununla bağlantılı toplumsal özgürlük mücadelesine kadınların öncülük ediyor olması da anlaşılırdır. Sınıfsallık, sömürgecilik, ekolojik yıkımın yol açtığı kırımların kesişme noktası kadın kırımı olarak yansımasını bulmakta. Bunun karşısında da çağın en büyük toplumsal muhalefet gücünü kadınlar oluşturmakta. Ortadoğu’da emperyalist hegemonyaya, dinci-milliyetçi ama mutlaka da cinsiyetçi rejimlere karşı kadınlar direniyor
Özel savaş esasta kendini bin bir kılıkta gizleyen savaş türüdür. Katilin, katliamcının görünmez kılındığı, cinayetin-katliamın örtbas edilebildiği, birbiriyle bağlantılı birçok sonucun hesaplanarak algıların yönlendirilmesi, duyguların manipüle edilmesi, düşüncelerin değişmesini sağlayarak sonuç alır. Hakikati yitirmemizi sağlamak için, bakış açımıza ve yaşam biçimimize yönelen savaştır. Yöntemleri incelikli olduğundan katliama uğrayanlar başlarına ne geldiğini ve kimin yaptığını dahi fark edemez hale gelirler. Pozitivist bilimin algı ile olguyu eşitleyen gerçekliği en çok da özel savaş yöntemlerinde yansımasını bulur. Pozitivist bilim olguları ve gerçeklikleri tümden algıladıklarımızdan ibaret sayarken, çağın iktidar ve savaş biçimleri de tam bu noktaya odaklanır. Sadece öldürerek, yaralayarak, tutuklayıp-işkence yaparak değil, umutsuzlaştırarak, değerlerinizi ayaklar altına alarak, güvensizlik, çaresizlik yayarak da sonuç alır. Savaş ve şiddetin ortaya çıkışına dair teoriler büyük oranda egemen erkekliğin kurumlaşması ve avcılık kültüründen gelen kandırma, tuzak kurma, avlama, saldırma özellikleri üzerinden anlatıma kavuşur. İnsan topluluklarının uzun bir dönem yürüttüğü avcılık faaliyetinin kendisi böylesi bir sonucu yaratmıştır, diyemeyiz. Ancak egemen erkekliğin kurumlaşması ile birlikte bu yöntemler insan toplulukları üzerinde uygulanmaya başlamıştır. Bu bakımdan ilk çatışmaların kadın eksenli doğal topluluklarla erkek egemenliğine dayalı ataerkil sistem arasında geliştiği düşünülebilir. Bu da kadınların tarihten günümüze sürekli karşı karşıya kaldıkları şiddet ve savaşın köklerinin ne kadar eskiye gittiğini gösterir. Tarihsel açıdan baktığımızda kadınların savaşın konusu olduğu birkaç düzlem çıkar ortaya:
Birincisi; Kadın sistemine yönelen ideolojik, fiziki savaşlar. Bunlar ataerkil sistemin kurumlaşma dönemi ve sonrasını kapsar. Mitolojik anlatımlarda tanrıçaların ve kızlarının kaçırılması, tecavüze uğraması ya da öldürülmesi temelindeki hikayeler, ana kadın düzeni karşısında ataerkil sistemin inşası savaşlarıdır. Kadın sistemini kaos, kadınları kötülüğün kaynağı olarak gören bu anlatımlarda tanrıçanın öldürülmesi veya denetime alınması düzenin sağlanmasının şartıdır. Binlerce yıldır kadına yönelik saldırıların meşrulaştırılmasında bu ideolojik söylem geçerliliğini korur. Kadınları mutlaka denetlenmesi gereken kötücül güç kaynağı olarak gören bu söylem, binlerce yıldır devam etmektedir. Tek tanrılı dinlerle daha da kurumsalmış, kültüre ve toplumsal geleneklere sirayet edecek tarzda köle kadın inşası sağlanmış, kapitalizmle birlikte farklı formlara bürünse de kadın kimliği ve sistemini hedefleyen söylem ve uygulamalar hep devrede olmuştur. Kadınların öz iradelerinin, kendini savunma ve yönetme gücünün, ekonomisinin ortadan kaldırılması bu temelde gelişen saldırılardır. Abdullah Öcalan bunları kadın üzerindeki 4 büyük operasyon olarak formüle eder; kadının ev kölesi kılınması, sex aracı haline getirilmesi, emeğinin görünmez ve değersiz kılınması, son olarak kapitalizmle birlikte en ince meta, metaların kraliçesi haline getirilmesi.
İkincisi; Kadın sisteminin dağıtılması sonrasında artık marjinalleşen ya da sınırlı düzeyde kalmış yaşam alanlarında, kendini savunan kadın topluluklarına karşı yürütülen savaşlar. Efsane ve masallarda erkeklerin başlarına felaketler getiren, denetimsiz kadın gruplarından ve bunlara karşı verilmiş savaşlardan bahsedilir. Ormanların kuytuluklarında, mağaraların derinliklerinde, dağların doruklarında, denizin ortasındaki adalarda ya da yer altında, gizemli bir kalede yaşayan tehlikeli ve kötücül güçleri olan kadın grupları erkek kahraman tarafından öldürülür ya da denetime alınırlar. Yunan ordularına ve İskender’e karşı savaşmış Amazonlar da, Moğol ordularına karşı savaşmış Bacıyan-ı Rum’lar da erkek ordularına karşı savaşmış, kadın topluluklarıdır. Ormanlarda yaşadığı rivayet edilen peri kızları, Orfi, Krişna, Dionysos’la gezdiği rivayet edilen kadın grupları da bu kapsamda düşünülebilir. İlyada-Odessa destanında geçen Sirenler, Ortadoğu masallarında 40 kızlar, Şeynamede bir kalede yaşayan savaşçı 40 kadın da bu kapsamda ele alınabilir. Bu grupları mevcut düzene karşı direnen küçük gruplar olarak ele almak daha doğrudur. Yani erkek egemenliğinin kurumlaşmasına karşı direniş gruplarıdır. Tüm kadınları özgürleştirme gibi bir hedef ve programları olmasa bile kendilerini, çocuklarını, topraklarını, bedenlerini egemen erkekliğin saldırılarına karşı korumaya çalışan, isyancı gruplardır. Benzer biçimde kadınların kendini savunmak için kişisel ya da küçük gruplar düzeyinde örgütlenme çabası olmuştur. Modern çağdaki kadın komünlerini, bazı radikal feminist grupları da bu kapsamda ele almak mümkündür.
Üçüncüsü; Savaşılan topluluğun iradesinin kırılması için kadınların kaçırılması, tecavüz edilmesi, devşirilmesi temelindeki saldırılar ve savaş ganimeti gibi görülmeleri temelindeki saldırılardır. Cariye kelimesinin elden-ele geçirilerek paraya dönüşen cari kelimesinden türetilmiş olması, bunu çok iyi ortaya koyan bir örnektir. Kadınlar bu biçimde karşısında savaşılan topluluğun iradesinin kırılmasının aracı olduğu kadar, savaşan erkekler için de sahip olunacak bir ödül haline getirilmiştir. Sümer dilinde kadın köle anlamına gelen geme kelimesini ifade eden işaretin, dağ ve kadın cinsel organı ile gösterilmiş olması, bunun ne kadar eski bir tarihe uzandığını gösterir. Yani dağlı kadınlar köledir. Çünkü dağlı kabilelere karşı savaşan Sümer şehir devletleri buradan kadınları kaçırmıştır. Sarayların haremleri böylesi kadınlarla doldurulmuş, bu kadınlar her açından sömürüye maruz bırakılmışlardır. Bosna, Ruanda, Vietnam, Bangladeş, Japonya’da savaş sırasında tecavüz kampları kurulmuştur. Bu korkunç savaş yöntemi Kürdistan’da Saddam tarafından Enfallerde, Türk devleti tarafından Dersimde ve en son DAİŞ tarafından Ezidi kadınlara karşı da kullanılmıştır. Bununla bağlantılı bir de savaşın sebebi ve gerekçesi olarak suçlu konumda kadınların görülmesi vardır. Troya savaşında Helen’in kaçırılması yüzünden çıktığının söylenmesinde olduğu gibi, kadınlar savaş ve çatışmaların gerekçeleri oldukları için suçlanırlar. Ataerkil ailenin esasta ekonomik-siyasi anlaşmalara dayalı oluştuğu düşünüldüğünde, bu düzenin dışına çıkan her türlü ilişki ve girişim ölümle sonuçlanacak önlemlere yol açmıştır. Kadınların kaçması, kaçırılması, taciz-tecavüze uğraması nedeniyle aileler, aşiretler ve kabileler arası birçok çatışma yaşandığı bilinen bir gerçeklik. O kadınları mülkleştiren ve bunun üzerinden siyasi-ekonomik anlaşmalar yapanlar değil, bu anlaşmaları bozan kadınların erkeklerin ölümüne yol açan cadılar olduğu düşünülmüştür. Heredot bunun üzerinden tüm Doğu-Batı savaşlarının kadınların kaçırılması üzerinden çıktığını söylemiştir. Kimi antropologlar kadın değiş-tokuşunu ilk ticaret, kadın kaçırma konusunu savaşların sebebi olarak lanse etmiştir. “Tüm Doğu-Batı savaşları kadın yüzünden olmuştur” sözünü şöyle yorumlar: “..Tüm Doğu-Batı savaşları kadın yüzünden olmuştur, sözü ancak bir gerçeği açıklayabilir. O da sömürge olarak değer kazandığı, bu nedenle önemli savaşlara konu edildiğidir.” Yani asıl sebep kadın metalaşması ile bağlantılıdır.
Avrupa’da gerçekleşen ve 300 yıl süren ‘cadı avları’ adı altındaki kadın kırımı ise, cins olarak kadınların hedeflendiği daha özel bir kırım savaşıdır. Bir milyona varan sayıda kadının öldürüldüğü bu savaşın belgeleri ve sonuçları üzerine çokça araştırma yapılarak kapitalizmin, cinsiyetçi bilimin oluşumu ile kadınların denetime alınması arasındaki ilişki daha görünür hale gelmiştir. Kapitalizmle birlikte kadının metalaştırılması düzeyi düşünüldüğünde bu savaşın amacı ve sonuçları daha iyi anlaşılır. İktidarcı Hristiyanlık ve iktidarın merkezileştiği yapılanmaların karşısında doğal-komünal yaşam formları engel olarak görülmekteydi. Ana tanrıçalık ve ekolojik yaşamla uyumlu pagan inancında ortadan kaldırmadan kurumlaşamazdı. Sisteme, erkeğe boyun eğmeyen ve tehlike kaynağı görülen her kadının cadı adı altında avlanması gibi bu gün demokrat, yurtsever, gerilla, feminist, ekolojistlere terörist damgası vurularak gerçekleştirilen saldırılar aynı minvaldedir. Yeni savaş teknolojileri ile ne ülkelerin sınırları ne anayasaya ne de uluslararası hiçbir hukuk normunun tanınmadığı devlet saldırıları, bunun çağımızda uygulanan biçimidir. Yani kadınlara dönük ilk savaş onların köleleştirip mülkleştirilmesi için, daha sonra buna karşı direnenlerin yok edilmesi ya da ehlileştirilmesi, mülkiyet ve meta konusu olarak kadınlar üzerinde geliştirilen savaşlar ve son olarak da örgütlü kadın özgürlük hareketlerine yönelen savaşlardan bahsedebiliriz. Koşullara göre değişim gösteren ataerkil sistem her yeniden dizayn edildiğinde, sistem kadınların yeni biçimlerde köleleştirilmesini sağlayacak kırımlar gerçekleştirerek yürütmektedir. Savaşlarda ya da fiziki şiddet yöntemleri ile gerçekleşen katliamlarla birlikte, daha yaygın ve derinlemesine bir biçimde süren kırım sistemi çoğunlukla çok fazla görünür değildir.
Son yıllarda kadın özgürlük hareketlerinin yoğun mücadelesi ile gündemleştirilmemiş olsaydı kadın kırımı (femisid[1]) kapsamındaki saldırılar namus, aşk, tutku cinayetleri adı altında örtbas edilmeye devam edilecekti. Bu kavramla kadınlara dönük cinayetlerin birbirinden bağımsız olaylar olarak değil kadınlara dönük bir kırım biçimi olduğu ortaya konularak, 1976 Brüksel’de, ‘Kadına karşı şiddet konulu Uluslararası Tribünal’de Diana Russell bu kavrama siyasal bir içerik kazandırmıştır. Anne karnında cinsiyeti kız olduğu için alınan ceninlerden, cadı avlarına, namus ve aşk adı altında işlenen cinayetlere kadar bir çok olayın kadın kırımı kapsamında ele alınması gerektiği ortaya konulmuştur. Yani kadınlara yönelik şiddet tanımlanmasında dahi hala mücadele edilmesi gereken bir çok boyut bulunmaktadır. Kadın kırımı kavramının hala da yetersiz kaldığı boyutların olduğunu belirtebiliriz. Öldürülmemiş, yaralanmamış olduğu halde boyun eğen, katlanan milyonlarca kadın bu kırım sistemi, tecavüz kültürü altında yaşamaktadır. Bu gerçekliği, şiddet tanımını genişleterek aşma çabası olsa da, şiddetin bireysel yönü daha fazla görünür olmakta, ancak tarihsel-toplumsal boyutu ve devlet kaynaklı yönü aynı derecede görünür değildir. Bu nedenle kadın özgürlük hareketlerinin mücadelesi bir olay ve söyleme duyulan tepki ile yükselip sönmekte, kırım sistemini ve tecavüz kültürünü ortadan kaldıracak düzeye ulaşamamaktadır.
Özel Savaş Neden Kadınları Hedefliyor?
Özelde son on yılda kadın kırımı ve kadın direnişinin yükselişine tanıklık etmekteyiz. Sistem karşıtı en radikal ve kitlesel eylemleri kadın hareketleri gerçekleştirmektedir. Bu süreçte savaş, yoksulluk, ekolojik kriz, kadın bedeni ve yaşam tarzına yönelen cinsiyetçi saldırılar, kadın direnişinin temel gündemlerinden oldu. Kadına dönük saldırı ve şiddetin ve bunun karşısında direnişin artmasının nedenlerine dair bir çok tartışma ve analiz söz konusu. Kadına yönelik şiddet arttı mı? Kadınların mücadelesi ve örgütlülüğü sonucu daha mı görünür hale geldi? Yeni sömürgecilik ve savaş biçimleri en fazla kadınları mı etkilemekte? Egemen erkeklik ve sistemi bir krizi mi yaşamakta? gibi uzayan sorulara verilecek en temel yanıt içinde bulunduğumuz çağın karakteri ile ilgilidir.
21.Yüzyıl cinsler arası çelişkinin temel çelişki haline geldiği bir gerçekliğe sahip. Erkeğin egemen kadının köleliğine dayalı düzenin ilk sınıflaşmanın, sömürünün, ekolojik sorunun ve tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğunun daha görünür hale geldiği bir çağ. Bu nedenle, bu çağın tüm çelişkilerinin kadın özgürlük sorunu ile bağı daha direkt biçimde hissedilmekte, görünmektedir. Bununla bağlantılı toplumsal özgürlük mücadelesine kadınların öncülük ediyor olması da anlaşılırdır. Sınıfsallık, sömürgecilik, ekolojik yıkımın yol açtığı kırımların kesişme noktası kadın kırımı olarak yansımasını bulmakta. Bunun karşısında da çağın en büyük toplumsal muhalefet gücünü kadınlar oluşturmakta. Ortadoğu’da emperyalist hegemonyaya, dinci-milliyetçi ama mutlaka da cinsiyetçi rejimlere karşı kadınlar direniyor. Kürdistan Özgür Kadın Hareketinin kadın özsavunma gücü, siyasal alanda eşit temsiliyetle, toplumun her alanındaki kadın örgütlenmeleri ile bu mücadelenin en radikal boyutunu geliştiriyor. Sadece isyan ve muhalefet ederek değil kadın özgürlükçü toplumu inşaya yönelerek veriliyor. Bu mücadele dünyadaki kadın direnişlerine de ilham veriyor. Gerici rejimlere karşı birçok Arap ülkesinde ve İran’da, Afganistan’da kadın başkaldırılarının yükselişine tanıklık ediyoruz. Türkiye’de, AKP-MHP’nin kadın kırımı politikalarına karşı kesintisiz mücadele ile kadınlar, toplumsal muhalefetin yürütücü gücü haline geldi. Latin Amerika’da sömürgeciliğe, emperyalizme, doğa talanına, yoksulluğa ve kadın bedenine yönelen saldırılara karşı milyonlarca kadının ayağa kalktığı ve eylemler gerçekleştirdi. Dünyanın her yerinde örgütlü kadın mücadelesinin yükseldiği bir dönemdeyiz. Tam da bu noktada ‘önce kadınları vurun’ sözü gerici, faşizan, emperyalist, sömürgeci rejimlerin temel perspektifi haline geldi. Çünkü en eski sömürgenin isyanı tüm iktidar ilişkilerini sarsmakta, binlerce yıllık sistemlerin altını oymaktadır. Bedenlerine, topraklarına, değerlerine, emeklerine sahip çıkan kadınlar, egemen sistemin tüm işbirlikçilerinin hesaplarını bozucu bir kadın devriminin zeminini hazırlamaktadır. Bu nedenle ‘önce kadınları vurun’ zihniyeti, kadınları vurmanın bin bir yöntemini geliştirmeye yönelmiş durumda.
Peki kadınlar nasıl vuruluyor? Dünyanın her yerinde, özelde de örgütlü kadın gücüne yönelen, öncülerini tutuklayan, suikastlarla öldüren, taciz-tecavüzle yıldıran girişimlerle birlikte tüm kadınların iradesini kırmaya dönük daha kapsamlı politikalar yürütülmekte. İdeolojik, ekonomik, sosyal, kültürel alandaki geniş bir yelpazeye yayılan bu politikalarla kadınların geleneksel rollerinin sürdürülmesini sağlayacak, sistemi yeniden tesis etmek temel hedefleri olmaktadır. Kadın özgürlük hareketlerinin etki gücünün kırılmasını sağlayan saldırılarla birlikte liberalize eden politikaların iç içe yürütülmesi bunun diğer bir boyutudur. Toplumu şok edecek katliam ve saldırılarla korku atmosferi içinde tutulmalarını bu politikalara eklemek gerekir. Kürdistan tarihi ve sosyolojisi üzerine yapılan incelemeler, Kürdistan’daki kadın devriminin izlerinin canlı olduğunu ve bunların kadınlar tarafından korunduğuna tanık olunur. Ancak bu kültürel ataerkil gelenekler, din ve son 200 yıllık sömürgecilikle baskılanmıştır. Türk devletinin beyaz faşizmi, Kürt kadınlarını feodal ilişki ağları içinde çaresiz, cahil, çocuk makinesi gibi kullanılan, satılan, berdel verilen, üç-dört kadının bir erkekle evlenmek durumunda kaldığı, küçük yaşta evlendirilen bir gerçeklik içinde tarif eder. Bundan kurtulmanın yolunu kemalist modernleşme temelinde ele alır. Türk sineması ve edebiyatında bu konu sıkça işlenir, hatta bunun için model oluşturacak proje kişiler de açığa çıkarılmıştır. Aynı zamanda bir kadın katliamı olan Dersim katliamı ve sonrasındaki uygulamalarla bu proje adım adım hayata geçirildi. Dersim’i Tuncelileştirme projesi ile Alevi Kürt kadınlarını cumhuriyet kadınları haline getirme projesi iç içe yürütüldü. Sıdıka Avar isimli öğretmenin Benim Dağ Çiçeklerim kitabı bunun itirafı gibidir. Türkleşmek, Türkçe öğrenmek kadınlar için çıkış yolu olarak tarif edildi. Yatılı kız bölge okulları, ‘Baba Beni Okula Gönder, Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları: Kardelenler projesinin hedefinde Kürdistan illeri ve Kürt kadınları bulunmaktaydı.
Türkiye’deki kadına yönelik şiddet vakalarının büyük bölümünü ‘Güneydoğu Anadolu’nun geri kalmışlığı ve yoksulluğu’ gibi bir klişe ile izah etmek, beyaz Türk şovenizminin retoriğidir. Kürdistan’da fuhuş, uyuşturucu ve kadınlara dönük taciz, tecavüz için özel görevlendirilmiş polis, kontra ve ajanların gerçekleştirdiği eylemlerden biri olan İpek Er olayına dönük Işıl Özgentürk[2] isimli kemalist bir kadın yazarın yorumu bu retoriğin örneğidir. Kürdistan’daki yoğun savaş döneminde kadınlara dönük işkence, öldürme, katliam gibi uygulamaların devlet kaynaklı olanları görmezden gelirken, toplumsal olaylar Kürt toplumunu hor görmenin aracı olmuştur. Beyaz faşizmin etkisindeki kesimler, Kürdistan’daki kadın devrimini görmezden gelen şovenist bir tutum sergilemektedirler. Bu şovenist kesimler, Kürdistan’daki her olayı feodal yapı, cehalet, ekonomik özgürlüğün olmaması temelinde ele almaktadırlar. Kemalizmin etkilediği feminist hareketlerde de bu yaklaşım hakim olmakla birlikte hareketin etkisi, örgütlenmesi ve kazanımları yoğunlaştıkça utangaç bir kabul yaşanıyor. Kimi feminist çevreler bu gelişmeyi Türkiye’deki feminizmin üçüncü dalgası ya da Kürt feminizmi olarak tanımladılar. Faşizmin etkili olmadığı dönemlerde daha yakın, saldırıların yoğunlaştığı dönemlerde ise mesafeli bir yaklaşım benimsediler.
Abdullah Öcalan, öncelikle kendi ailesi ve eşiyle ilişkilerini ele alan, kadın ve aileye dönük çözümlemelere başladığı 1987 ile birlikte Kürt kadınında önemli değişimler yaşandı, yaşanıyor. Binlerce genç Kürt kadının devrim saflarına katılması, mücadele içinde şehit düşmesi, zindanlardaki direnişleri, sokak eylemlerindeki öncülükleri, siyasal alana katılımları kadınlara dönük yaklaşımı değiştirdi. Ve örgütlü bir kadın hareketi açığa çıktı. Kayıp çocuklarını arayan Cumartesi Anneleri, çatışmaları önlemek için harekete geçen Barış Anneleri ile Kürdistan’da giderek gelişen ve genişleyen bir kadın örgütlenmesi oluşmuştur. Özsavunma örgütlenmeleri ile birlikte siyasal alanda eşit temsiliyet, her alanda özgün-özerk örgütlenmelerle konfederal kadın oluşumu, Kürdistan’ın dört parçası ve Kürt halkının olduğu bütün zeminlere taşırılmıştır. Sol-sosyalist, feminist, demokrat, anarşist hareketlerle ortak platformlar, eylem ve etkinliklerle Kadın Özgürlük Hareketi sistem karşıtı hareketlere öncülük edecek pozisyon kazanmıştır. Kürt Özgürlük Hareketinin kırk yıllık mücadelesi, Kürt kadınlarının 21. yüzyıla hazırlıklı girmelerini sağlayan ideolojik, örgütsel ve toplumsal donanımı açığa çıkarmıştır. Kürdistan devriminin salt ulusal hakların kazanılmasına değil bir sosyal devrim, bir kadın devrimi olarak geliştirilmesi stratejisi oldukça başarılı sonuçlar açığa çıkardı. Kürdistan’daki sömürgeciliğin etkilerinden sıyrılan yeni bir Kürt kadın kimliği ve Ortadoğu kadın kimliği oluşum sürecine girmiştir. Onlarca yıldır Kürdistan dağlarında, toplumunda, zindanlarında şekillenen bu direnişçi, öncü kadın kimliği, Rojava devriminin bir kadın devrimi karakterindeki gelişiminde rol oynamış, bir sıçrama yaparak bölgesel ve küresel düzeyde etkiler yaratmıştır. DAİŞ’e karşı savaşan genç Kürt kadınları tüm dünyada hayranlık uyandıran, yeni bir Ortadoğu kadın kimliği açığa çıkarmıştır. Bundan kaynaklı, özel savaş güçleri kadın konusunda daha özel politikalar belirleme ihtiyacı duymuşlardır.
Kürt Kadınlara Yönelen Özel Savaş Yöntemleri
Günümüzde özel savaşın yöneldiği temel noktalardan biri, Kürdistan’da ortaya çıkan ve giderek dünyayı etkileyen özgür kadın kimliğine dönük saldırılar olmaktadır. Bu kimliğin temsilini yapan öncü kadınların hedeflenmesi, kriminalize edilmesi ve katledilmesi, cenazelerinin tahrip edilmesi bu kapsamda gerçekleşmektedir. Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’e dönük Paris Katliamı ile başlayıp Seve Demir, Pakize Nayır, Fatma Uyar’la daha sonrasında Rojava’da, Şengal’de ve Kadın Özgürlük Hareketi öncülerinin hedeflenmesi temelindeki saldırılar bunun örnekleridir. Hevrin Xelef, Yade Aqide, Zehra Berkel, Taybet İnan ve daha onlarca örnekte olduğu gibi aktif, öncü düzeydeki yurtsever kadınlar da bu savaşın hedefindedirler. DAİŞ’e silah gönderen, elemanlarını sınırlarından güvenli biçimde geçiren, hastanelerinde tedavi eden Türk devleti, DAİŞ’in yenilmesinin intikamını almak için Rojava’yı işgale yöneldi. Rojava kadın devriminden intikam alırcasına başta Afrin olmak üzere işgal edilen alanlar, aynı zamanda kadınların zorla çarşafa sokulduğu, küçük yaşta zorla evlendirildiği, erkek için çok eşliliğin tekrar uygulandığı (Rojava kanunlarında çok eşlilik yasaklanmıştır), kadınların kaçırıldığı, taciz-tecavüze işkenceye uğradığı, fuhuşa zorlandığı alanlara dönüştürüldü. En son İzmir HDP binasında Deniz Poyraz’ın katledildiği saldırıda görüldüğü gibi, eğitimli çeteler eliyle bu saldırılar yapılmaktadır. Devlet Bahçeli’nin bu cinayeti sahiplenmesi bu saldırıların devam edeceğinin göstergesidir.
Kadın Özgürlük Hareketinin yarattığı gelişmeleri farklı güçlere maletme tutumu da, Kürdistan’daki kadın devrimine yönelen daha farklı bir özel savaş yöntemidir. Başta Fransa ve ABD olmak üzere bölgedeki emperyalist güçler, bu başarıyı kendilerine mal etmek için Rojava kadın devriminin öncüleri ile yaptıkları diplomatik görüşmeleri, askeri alandaki kimi taktik ortaklıkları kullanmak istemektedirler. Diğer yandan NGO adı verilen yardım kuruluşları eliyle kadınların özyeterlilik, özsavunma, özyönetim sistemlerinin kırılması hedeflenmektedir. Dünyadaki birçok radikal hareketin ve özelde kadın özgürlük hareketlerinin bu biçimdeki stratejilerle liberalize edildiği bilinmektedir. Kadınların dilenci gibi sürekli parasal yardıma, korunmaya muhtaç oldukları varsayımı bu kurumların çalışma prensiplerini belirlemektedir. Savaş bölgelerinde yaşanan sorunların toplumsal-tarihsel ve devlet kaynaklı boyutlarını görmezden gelip, rehabilitasyon ve psikolojik destek temelli çözümler sunan bu kurumlar, kadın örgütlenmelerini liberalize etme amacını taşımaktadırlar. Uluslararası alanda yapılan filmlerde de bu gelişmelerin Avrupa’dan gelen yabancı savaşçıların kahramanlığı ve kadın peşmergelerin başarısı gibi gösteren imaj çalışmaları sürdürülmektedir.
Sinema ve sanat alanında Rojava kadın devrimini Öcalan’ın düşüncelerinden ayrı, kendi başına bir gelişme olarak yansıtma çabalarına da tanık olmaktayız. Örneğin demokrat ve dost çevreler tarafından hazırlandığı iddia edilen Silah Kızkardeşliği, Güneşin Kızları gibi filmlerde bunun izlerini görürüz. DAİŞ’i açığa çıkaran politikaların mimarlardan biri olan Hillary Clinton’un da Kobani’deki Kürt kadınları üzerine film yapma projesi bu yaklaşımla bağlantılıdır. Kobani ve Şengal’deki kadın direnişine dair kullanılan resim ve görsellerde muğlaklık yaratılarak ideolojik çizgisi belli olmayan bir ‘Kürt kadını’ profili yaratılmaya çalışılmaktadır. Mesela Kürt Kadın Özgürlük Hareketi gerillalarının değil de Komala ve KDP peşmergelerinin görüntüleri kullanılmaktadır. Bununla birlikte kadın öz savunma gücünü militarist ordulardaki kadın askerlerle özdeşleştiren algı çalışmaları yapılmaktadır. KDP’li kadın peşmergeleri yılan yerken ve Amerikan Rambo filmlerinin sahnelerinden esinlenen görüntülerle yansıtan yabancı yayınlar, kadın gerilla kıyafetlerini moda sektöründe kullanan kesimler de benzer bir yaklaşımın sahibidirler.
Bu yaklaşımın bir başka boyutu ise, Kadın Özgürlük Hareketinin yakaladığı başarıyı Kürt feminizmi olarak tanımlama çabalarıdır. Belki ayrı bir tartışmanın konusu olacak bir konudur. Ancak Kürt Özgür Kadın Hareketi kendi dinamikleri, kavram ve kuramları ile gelişim gösteriyor. Dünyadaki diğer örnekler gibi egemen ulus feminizmine karşı çıkma temelinde örgütlenme söz konusu değildir. Bu noktada da bir algı yaratılarak kişiler, kurumlar ve çeşitli yayın organları etrafında örgütlenen kesimleri öne çıkararak Kürt Kadın Özgürlük Hareketini yok sayma, görmezden gelme ve yarattığı gelişmeleri bu kurum ve kişilere mal etme de bunun başka bir boyutunu oluşturmaktadır. Bu hareketi kendi kavramları ile anlamaktan çok bir kalıba uydurmak, kendisine göre tanımlama çabalarının olduğundan bahsedebiliriz. Yakın zamanda Kürt Kadın Özgürlük Hareketi deneyiminden süzülen jineolojiyi tanımlamak için yazılmış bir makale[3] buna örnek olarak verilebilir. Çoğunlukla asıl kaynaklardan ziyade ‘akademik ya da onaylanmış’ belge ve bilgilere dayalı referansları esas alan bu tür çalışmalar bilinçli veya bilinçsiz biçimde kadın özgürlük mücadelesinin gelişimini kendilerine göre tanımlamaktadırlar.
Kadın Özgürlük Hareketinin kurduğu küresel bağlar, sistem karşıtı hareketlerle olan ilişkileri karşısında milliyetçi ve dinci Kürtçülüğe dayalı söylemlerin geliştirilmesini de benzer kapsamda değerlendirmek mümkündür. Bu söylemlerin bir kısmı gerici ve dar milliyetçi Kürt çevrelerince geliştirilmektedir. Kapitalist kültürün tüm dünyada ve beraberinde Kürdistan’da yarattığı toplumsal krizleri, Kürt Kadın Özgürlük Hareketinin kadın özgürlüğü söylemlerine ve daha özelde kadın hareketine mal eden algı operasyonları yürütülmektedir. Boşanma oranlarındaki artışı, fuhuş vb. olayları, bozulan toplumsal ilişkileri ve ahlaki yozlaşmayı düşmanın özel savaş yöntemlerinden ve çağın karakterinden ayrıştırarak ele alıp, ‘kadınların özgürlüğü yanlış anladığı, kadın özgürlüğünün toplumu bozduğu’ söylemiyle kadın özgürlük hareketi hedeflenmektedir. AKP, DAİŞ ve diğer gerici, feodal yapılanmaların ortaklaştığı nokta, kadınların geleneksel rollerine dönmesinin sağlanmasıdır. Rojava’da ENKS ile yürütülen ulusal birlik tartışmalarında eşbaşkanlık sistemine karşı çıkılması bunun örneklerindendir.
Bu kesimler, feminist ve ezilen kesimlerle ortak platformlarda gelişen dayanışma eylem ve etkinliklerini de Kürtlükten uzaklaşma temelinde çarpıtmaktadırlar. ‘Halkların kardeşliği’ söylemini ‘düşmanla kardeş olunmaz’ diye çarpıtarak faşizme karşı ortak mücadele yerine dar milliyetçilikle sonuç alınabileceği propagandasını yapmaktadırlar. Üstelik kendileri faşist devlet güçleri ile ilişki ve ittifak içerisindeyken! Aynı minvalde dinci, milliyetçi Kürt çevrelerinin daha entelektüel kesimi ve kimlikçi milliyetçi çevrelerce Kadın Özgürlük Hareketinin milliyetçi olması gereğini öne çıkaran tartışmalar yürütmektedirler. Devletsiz Ulusun Feminizmi[4], Madun Kürt Kadınları Konuşabilir mi?[5], Kürt Milliyetçiliğinin Kürt Feminizmi ile İmtihanı[6] gibi yazılar bu düşüncenin sözcülüğünü yapar karakterdedir.
Yeşil Türkçü faşizm ya da Öcalan’ın dördüncü komplo dönemi, yeşil komplo dönemi olarak tanımladığı süreç, Kürt kadınlarına yönelik özel politikaların geliştirildiği bir dönemdir. Bu dönemde Kürdistan’daki özel savaş uygulamalarının alt yapısını Fetullah Gülen cemaati hazırlamıştır. Alevi Kürtler üzerindeki politikaları CHP yürütürken, Şafii Kürtler üzerinde de başta Nakşibendi tarikatı olmak üzere Nur cemaati, Menzil tarikatı gibi dini örgütlenmeler rol üstlenmiştir. Türkiye’deki en vahşi kontra örgütlerden bir olan Hizbullah, özel görevlendirilerek yurtseverleri hedeflerken diğer yandan da kadınların iradesini kırmak için çarşaf giymeyen kadınların yüzlerine kezzap atan eylemler gerçekleştirmiştir. Günümüzde DAİŞ’in gerçekleştirdiği uygulamalar Hizbullah tarafından 90’lı yıllar uygulanmaktaydı. Kurduğu geniş istihbarat ağıyla ve toplumsal alanda sosyal yardım adı altında tek tek her eve girmeyi hedefleyen Fetullah cemaati, Kürt Özgürlük Hareketinin toplumsal etkisini kırmayı hedefledi. Çocukluktan itibaren eğitim adı altında devşirilen Kürt çocukları, ajan olarak yurtsever kurumlara ve gerilla alanlarına gönderildi. Bunların içerisinde kadınlar da yer almaktaydı ve itiraflarında nasıl eğitildiklerini, hangi amaçla yurtsever ortamlara girdiklerini anlatıyorlardı.
Özgürlük Hareketine üniversitelerden yoğun katılımın olduğu ve bunun büyük bölümünü kadınların oluşturduğu düşünüldüğünde, cemaat okullarının amacı ve hedefleri daha iyi anlaşılmış olur. Fuhuşu geliştirme ve uyuşturucu kullanımını teşvik etmek için ise devlet, çete, mafya, kontra ve korucular ortak çalışmalar yürütmüşlerdir. 2002 yılında Mardin’deki N.Ç davası[7], 2010 yılında Siirt’te yaşanan tecavüz olayı[8], 2011 yılında Bingöl’de E.A davası[9], 2020 yılında Gercüş’te yaşanan olay[10] bunun örneklerinden bazılarıdır. Bu davaların dosyalarına gizlilik kararları konulmuş ve bu yolla tecavüzcüler korunmuştur. Siirt valisinin yaşanan tecavüz olayı ardından ‘dağa çıkacaklarına, taş atacaklarına fuhuş yapsınlar’ sözü bunun bir devlet politikası olduğunun itirafı niteliğindeydi. Öcalan bu olay ve valinin sözlerini şu şekilde değerlendirmiştir; Siirt Valisi; “çocuklar taş atacaklarına fuhuş yapsınlar” demiş. Ha, tamam işte mesele anlaşıldı. Vali’nin bu sözü manşete çıkacak bir sözdür. Bunun devlet politikası olduğu gayet açık. Devletin yıllardır bölgede uyguladığı özel savaş taktiklerinden biridir. Bu olaylarla birlikte Kürtlük ve Kürt kültürü aşağılanmak isteniyor. Halkımız namus konusunda hassastır. Bu hassasiyetleriyle oynanmak isteniyor. Kürtlerin direncini kırmak, Kürt kültürünü aşağılamak için medya üzerinden bunu iyi yapıyorlar, bu sistematik bir şeydir. Özyönetim direnişlerinin yaşandığı alanların daha da özel hedeflenerek fuhuş ve uyuşturucunun bu alanlarda yaygınlaştırıldığı bilinmektedir. İpek Er, Gülistan Doku, Pınar Gültekin örneklerinde görüldüğü gibi MİT’le ilişkili ajanlar, polis ve uzman çavuşların, devletle ilişkili çetelerin genç Kürt kadınlarını aşk, evlilik gibi yalanlarla ölüme sürüklemesi ya da öldürmesi de diğer bir özel savaş yöntemidir. Bu noktada Kürt kadınlarında düşman bilincinin zayıflığı ya da yokluğu kadar genç kadınların bu saldırılar karşısında savunmalı kılınamamasının oluşturduğu boşluktan istifade edilmektedir. Düşman bilinci olmayan, yurtsever değerler ve duygulara yabancılaşan gençler nasıl bir tehlikeye atıldıklarını fark edememekte cellatlarına, katillerine aşık olabilmektedirler. Bu noktada üzerinde durmayı gerekli kılan bir diğer alan da sanal medyadır. Genç kadınlara karşı tam bir özel savaş aracı olarak işleyen dijital şiddet ve tehdit en fazla da kadınları hedeflemektedir. Dijital alanda sergilenen yaşamlar devlet destekli çetelerin ya da kendi geri güdülerini tatmin etmek amacındaki erkeklerin, kadınlara tuzaklar kurabileceği ve onlara şantaj yapmalarını sağlayacak zeminler sunmaktadır. Kadınların resimleri çekilmekte, konuşma ve sesleri kaydedilerek tehdit edilmektedirler.
Yakılan köyler, baskı ve yoksulluktan dolayı metropollere göç eden Kürt kadınlarının hem ucuz işgücü görülüp emek sömürüsüne maruz kalmaları hem de çalışma alanlarında ırkçı, cinsiyetçi saldırılarla karşı karşıya kalmaları, kadınlara yönelik savaşın başka bir boyutunu oluşturmakta. Mevsimlik işçi olarak Karadeniz ve Akdeniz bölgesinde tarlalarda çalıştırılan kadınlar, kölelik şartlarında çalışmak kadar ırkçı saldırılara, taciz-tecavüzle karşı karşıya kaldılar. Genç Kürt kadınlarını evlilik yoluyla asimile etme, asker, polis, devlet memurlarının böylesi ilişkilere teşvik edilmesi de başka bir boyutu ifade etmektedir. 2010 yılında AKP’li Rize belediye başkanı, ‘Kürt sorununu hısımlıkla çözme’[11] adı altında Karadenizli erkeklerin Kürdistan’dan ikinci eş alması ya da bekar erkeklerin evlenmeye teşvik edilmesi ile Kürt sorunun ortadan kalkacağını söylemişti. Aynı dönemde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından 2011 yılında kurulan ve Diyanet İşleri Bakanlığı ile ortak protokol temelinde işletilen “Sevgi Evleri” de bu politikanın başka bir boyutudur. Yurtsever ailelerin çocuklarının ellerinden alınıp devlet tarafından yetiştirilmesini hedefleyen bu evler için dönemin Diyarbakır valisi, taş ve molotof atan çocukları ailelerinden alıp bu evlere yerleştireceğiz demişti. Bu evlerde yetiştirilmiş yurtsever aile çocuklarından birçok genç kadın ajan olarak görevlendirilmiştir. Çocukların bozkurt işaretleri, şeriatçı semboller içeren resimler yapması, çeşitli intihar, istismar ve genç kadınların kaybolması gibi vakalar, bu evlerin nasıl kullanıldığını ortaya koyar niteliktedir. Türk devleti Kuzey Kürdistan’daki faşist saldırılarla kadın kurumlarını kapatıp, aktivist, yurtsever kadınları tutuklamakla birlikte eşbakanlık sistemini de özel olarak hedefledi. 31 Mart 2019’dan bugüne kadar 28 kadın belediye eşbaşkanı gözaltına alınmış ve gözaltına alınan kadın belediye eşbaşkanlardan 16’sı tutuklanmıştır.[12] Belediyelere atanan kayyumların ilk icraatları belediye bünyesindeki kadın çalışmalarının tasfiye edilmesi olmuştur. Bu kapsamda kadın merkezleri, kadın kooperatifleri, kadın sığınakları, kültür-sanat alanları, kadın park ve bahçeleri, istihdam projeleri iptal edilmiştir. Kayyum politikalarını kabul etmeyen kadınlar işten çıkarılmıştır. Kadın dernekleri kapatılmış ve çalışanlarına davalar açılmış, TJA’yı hedefleyen operasyonlarla onlarca aktivist tutuklanmıştır. Kadın Özgürlük Hareketine dönük baskılar sonuç aldıkça, Türkiye’deki kadın kurumları, örgütleri ve kazanımlarına da pervasızca yönelinmiştir. Denebilir ki İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesine giden süreç Kadın Özgürlük Hareketine dönük saldırılarla başlatılmıştır.
AKP, son dönemde kapattığı kurumların yerine kendi alternatiflerini geliştirmeye çalışmaktadır. Kadın sığınakları ve kadın yaşam evlerine karşı ŞÖNİM’ler etkinleştirilmiştir. Bu kurumlar şiddetin tolere edilmesi, gizlenmesi, kadınların erkeklerin yanına geri gönderilmesi, bürokratik engellerle şikayetlerin önlenmesi ve kadınlara dönük taciz-tecavüz olayları ile gündeme gelmiştir. Erdoğan’ın kızının kurucusu olduğu KADEM gibi kurumlar ise devletle muhatap olan kadın sivil toplum örgütleri gibi lanse edilerek, yeni tarzda bir devletçi kadın hareketi oluşturulmak istenmektedir. Kadın kooperatiflerini boşa çıkarmak için getirilen mikro-kredi denilen uygulama ile kadınlar borçlandırılmaktadır. Cumartesi ve Barış Annelerine karşı da devlet işbirlikçisi annelik geliştirilmeye çalışılmaktadır. Oysa bilindiği üzere Kürdistan’da anneler ve annelik giderek politikleşmiş, dağa çıkan, zindanlarda direnen ve şehit düşen çocuklarının mücadelesinin sürdürücüleri olmuşlardır. Çocuklarının cenazelerini tilililerle karşılayan, düşmana inat bir damla gözyaşı dökemeyen, çocukları ile gurur duyduğunu söyleyen anneler, uğradıkları ağır saldırılara, tutuklama ve yıldırmalara karşı yıllardır direniş halindedirler. HDP önünde kurulan çadırlarla Kürdistan’da direnişçi annelik gerçeğini tersine çevirmek için ailelere para vererek, manipüle ederek kullanmaktadırlar.
Diğer yandan milliyetçi bir feminizm hareketi geliştirilmeye çalışılarak, özgürlükçü kadın hareketlerinin kriminalize edilmeye çalışılması da bir özel savaş politikasıdır. 4 Nisan 2021’de kuruluşunu ilan eden Türk Feminizmi Hareketi şu sözleri ifade etmiştir: ‘Türk toplumunda feminizm bölücü örgütlerin maşası hâline gelmiştir ve terörist kadınları anmayı düstur edinmiş bir konumda yer almaktadır. Bizler Türk Feminizm Hareketi olarak bu gidişata dur diyor ve feminizm gibi öncül bir konuyu böylesi bölücü odakların himayesine bırakmaya niyetimizin olmadığını kamuoyuna bildiriyoruz.[13] Dünyadaki diğer örnekler gibi femonasyonalist denilen bu faşizan oluşumlar, dünyada giderek yükseliş gösteren kadın özgürlüğü söylemini suistimal etmeyi amaçlamaktadır. Özellikle Sakine Cansız’ın katledilmesine karşı ve Rojava kadın devrimini savunmaya dönük küresel dayanışmalardan duyulan rahatsızlık, böylesi devlet destekli oluşumları geliştirmenin gerekçesidir. Benzer biçimde oldukça kötü hazırlanmış bir kitapçıkla[14] PKK’deki kadın gerçeğini tersyüz eden argümanları geliştirmek için AKP’li kadın vekiller görevlendirilmiştir. 2021 yılının Şubat ayı sonunda Türk devletinin iç işleri bakanı-ki son zamanlarda nasıl büyük bir rant, mafya ve çete çarkı kurduğu daha fazla teşhir olmuş bir kişiliktir-”PKK bir kadın örgütüdür, bunun üzerine konuşlanmıştır. PKK’nın tüm eylemlerinde kadınların bulunma oranı yüzde 56” sözleri ile kadın hareketine dönük saldırıların devam edeceğini göstermiştir. Bu biçimde ‘önce kadınları vurun’ söylemi Türk faşist devleti ağzından tekrarlanmış olmaktaydı.
Özel Savaşa Karşı Tedbirler
Öcalan “önce kadını vurun” sözünün sadece öldürmekle ilgili olmadığını, kadının ajanlaştırılması, topluma karşı kullanılmasına kadar daha geniş bir çerçevede ele alınması gerektiğini ortaya koymuştur. Kadını vurarak kadın yoluyla toplumu vurmak bir iktidar geleneğidir. Buna karşı önce kadını kurtarmak, önce kadın kurtuluşu ve özgürlüğünü sağlamak temel mücadele yöntemi olmak durumundadır. Örgütlenmeyen, bilinçlendirilmeyen, özsavunmalı kılınmayan her kadın ya sistemin kendisini dayandırdığı zemin ya da kurban durumuna düşer. Özel savaşa karşı mücadele için yol-yöntem geliştirmede önemli bir deneyim ve toplumsal zemin, örgütlü kadın gücü de vardır.
Öncelikle ideolojik alandaki saldırılara karşı kadın devriminin tarihini ve gelişim dinamiklerinin bilincinde olmaya ihtiyaç vardır. Öcalan düşünceleri, binlere varan şehitler, örgütlü özsavunma ve özyönetim gücü, toplumun her kesiminden kadınların katılımıyla bu gelişmeler büyük bedeller verilerek ve direnişlerle yaratılmıştır. Bu deneyimin kökleri Bereketli Hilalin ilk kadın devriminden olduğu kadar, Ortadoğu tarihinden ve Kürt toplumsal gerçekliğinden ve onun direniş geleneğinden beslenmiştir. Sistem karşıtı hareketlerin, dünya devrimlerinden sonuçlar çıkararak, kadın özgürlük hareketleri ile dayanışma ve bağlam içinde gelişim göstermektedir. Bu noktada yerel-evrensel bağını doğru kurabilen bir yaklaşımla kendini tanımlamaktadır. Kadın kurtuluş ideolojisinin ilk ilkesinin yurtseverlik olması ile birlikte, Kürdistan’daki kadın devrimini birlikte yaşanılan halklar başta olmak üzere Ortadoğu’nun ikinci kadın devrimi ve dünya kadın konfederalizmine dönüştürme arayışı bunun ifadesidir. Bu deneyimi daha güçlü ifadeye kavuşturulabilir, kitaplar, yazılar, TV programları, sosyal medya mecraları bunun ifade edildiği alanlara dönüştürülebilir. Bu noktada ideolojik saldırılara yanıt verecek çalışmalar, aydınlanma faaliyetleri geliştirilebilir. Sanal medya bu konuda bilgisi, yeteneği, söz söyleme gücü olan herkesin kendisini ifade edeceği olanaklar yaratmıştır. Yaşanan baskı ve tutuklamalar, marjinalleştirme çabalarına karşı kadın özgürlük deneyiminden beslenen her kadın, bu mücadelede rol sahibi olabilir.
Diğer yandan kadınların örgütlü mücadele etmediği her alanın egemen erkekliğin, sömürgeci ve emperyalist devletlerin kadın politikalarının etkili olacağı alanlar olduğunun farkında olunması gerekmektedir. Kadınlar, devletlerin mikrokredilerine, sığınma evlerine, mahkemelerine, polis-askerine, psikolojik danışmanlık merkezlerine ihtiyaç duymayacağı örgütlenme ağlarını oluşturmak durumundadır. Resmi binalara, bürokratik engellere takılmadan mahalle, köy, örgütlü kadın gruplarının oluşturulduğu kadın komünlerine ihtiyaç vardır. Kooperatifler, ekolojik yaşam alanları oluşturmak, toplumumuzda hala güçlü olan dayanışmacı ruh harekete geçirilebilir. Kendi kendine yeterli, kendini savunma, eğitme, işlerini kolektif yapabilme ve dayanışabilme kapasitesi olan böylesi komünler, kadınların saldırılar karşısında korunmasını sağlayacaktır. Bir ağaç altını, bir evi, köyü, bahçeyi akademi haline getirerek başta genç kadınlar olmak üzere kadınların karşı karşıya kaldıkları özel savaş yöntemlerine alternatif özsavunmalı kılınabilir.
Eylem yapmak, protesto etmekle birlikte alternatiflerini oluşturmak eylem anlayışımızın temeline oturabilir. AKP-MHP yönetiminin kadın düşmanı politika, söylem ve eylemlerine tepkisel çıkışlarla kadın özgürlük hareketlerinin gündemleri de daraltılmış olmaktadır. Kadınların gülmesi, giyimi, yaşam tarzına yönelik saldırılara karşı tepkisel söylem ve eylemlerde atılan sloganlar, taşınan dövizler kadın özgürlük mücadelesine karşı kullanılmaktadır. Bu noktada sadece tepkisel çıkışlar değil, kadın özgürlük mücadelesinin toplumsallaşma perspektifini esas alan söylem ve eylemler daha sonuç alıcı olacaktır. Ataerkil namus ve ahlak yaklaşımına karşı çıkmakla birlikte; toplumun ahlaki-politik dokusunu hiçe sayan söylem ve eylemlerin marjinalleşme tehlikesini ve bunun üzerinden yürütülen özel savaşın farkındalığı da önem taşır.
Diğer önemli bir noktayı da Kürt genç kadınlara dönük gelişen özel savaşın boşa çıkarılması oluşturulabilir. Gülistan Doku, İpek Er, Pınar Gültekin olayları, N.Ç, E.A ve daha birçok olayın sadece siyasi olarak değil sosyolojik olarak da analiz edebilmeliyiz. “Aşkın dini, dil yoktur” soylemine karşı genç kadınlar uyanık kılınmalı, bu tür saldırılardan korunmaları için aşk, sevgi, duygu, cinsellik, sömürgecilik, özel savaşın kadına yönelen yöntemleri, ama en önemlisi de nasıl Xwebun olabilecekleri konusunda eğitmek hem ailelerin hem de kadın hareketlerinin sorumluluk duyması gereken konulardandır. Bu noktada sanal alanın kullanımı, güvenlik tedbirleri ve bu alandaki şiddete karşı da kadınların donanımlı kılınması elzemdir. Sadece devletin katilleri, istismarcıları neden yargılamadığına odaklanan şikayetçilik, beklentili halin ötesine geçebilecek çalışmalara ihtiyaç vardır. Çünkü bu politikaların sahibi zaten devletin kendisi, polisi ve yargısıdır. Toplumun örgütlü gücüyle hesap sorma, katilin teşhirini ve böylesi insanların topraklarımıza, toplumumuza ayak basmasına izin vermeyecek ahlaki tutum gelişmediği sürece, devletten çözüm beklemek fazla anlam taşımayacaktır.
Sonuç olarak;
Kadına yönelik savaşın çağın karakteri ve kadın özgürlük hareketlerinin konumu ile bağını görmek önem taşır. Kadına yönelik her olay ve eylemde bunun izleri aranmalı, tedbirler geliştirebilmeliyiz. Duygu, düşünce ve yaşam tarzımızda özgürlük ölçülerini geliştirmek, bunun örgütlülüğü ve mücadelesi ile bir savunma hattı oluşturmak durumundayız. 21. Yüzyıl kadın devriminin yüzyılıdır demekle, bu başarılamaz. Bu söylemin hayat bulması, kadın özgürlük hareketlerinin örgütlenme, mücadele ve toplumsallaşma düzeyini bu amaca denk hale getirmesi gerekir. İlk çeyreğini geride bıraktığımız 21.Yüzyılda erkek egemen sistemin saldırılarını yoğunlaştırdığına tanıklık etmekteyiz. Kürt Kadın Özgürlük Hareketi bu devrime öncülük yapacak bir düzey kazanmışken, kadın devrimi Kürt toplumunda karşılık bulurken saldırıların daha da yoğunlaşması beklenen bir durumdur. Buna karşı Kürdistan’da kadın devrimini derinleştirerek, faşizme, küresel kapitalizm ve erkek egemenliğine karşı ortak cephelerle, eylem ve örgütlenmede radikalleşerek ve alternatifler yaratarak, kapsamlı bir özsavunma bilinci ve örgütlenmesi ile kadın kırımını ve onun özel savaş yöntemlerini boşa çıkarabiliriz.
[1] Soykırım anlamına gelen jenosit kelimesinden türetilen femicide kavramı ilk kez 1801 yılında kadın cinayetleri için kullanılmıştır. Femicide kavramını Diana Russell “kadınların, kadın oldukları için erkekler tarafından öldürülmesi” olarak ifade etmiştir.
[2] https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/isil-ozgenturk/porno- cukurunda-debeleniyoruz-1762074
[3] https://www.cambridge.org/core/journals/politics-and-gender/ article/abs/beyond-feminism-jineoloji-and-the-kurdish- womens-freedom-movement/540F612294D931881942FA74E B5F7C61
[4] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/07/devletsiz- bir-ulusun-feminizmi
[5] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/02/07/madun- kurt-kadinlari-konusabilir-mi
[6] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/02/07/kurt- milliyetciliginin-kurt-kadin-hareketi-ile-imtihani
[7] 13 yaşındaki bir çocuğun fuhuşa sürüklenmesi temelinde devlet memurları, polis, savcının bulunduğu 200 kişinin tecavüzüne uğraması
[8] İlk okul çağındaki 7 kız çocuğuna 2 yıl boyunca 100’den fazla polis, asker, müftü ve devlet memurunun isminin karıştığı tecavüz olayı
[9] 16 yaşındaki E.A’ya 2 yıl boyunca 8 uzman çavuşun tecavüz etmesi olayı
[10] 15 yaşındaki kız çocuğuna 8 ay boyunca uzman çavuş, polis ve korucuların bulunduğu 27 erkeğin tecavüz olayı
[11] https://www.cnnturk.com/2010/turkiye/06/29/akpli.baskan. kurt.sorununa.cozumu.buldu/581685.0/index.html
[12] https://www.hdp.org.tr/tr/esbaskanlik-dosyasi/14386/
[13] https://www.tamgaturk.com/haber/turk-feminizm-hareketi- kurulus-manifestosunu-yayimladi-28072.html
[14] AKP Maraş Milletvekili Habibe Öçal tarafından 2021 hazırlanmış PKK Terörü ve Kadın kitab
NOT: Bu yazı Demokratik Modernite Dergisi'nden alınmıştır.