Nibel, kardeşim, 26 yıldır cezaevinde olan bir siyasi mahkûm. Ne zaman Muş’u rüyasında görse buna lalelerin eşlik ettiğini söyler. Nibel 48 yaşında, bunun sadece 22 yılını dışarıda yaşadı. Ben her bahar lalelerin fotoğrafını çekip Nibel’e yollarım…
“Kent, yaratıcı yıkıcılığın tarihsel mekânıdır” diye tanımlanır. Tarihi, kültürü ve yaşanmışlıkları ile geçmişin, ufku ile geleceğin mekânıdır. Kentler insanlara özel mahrem alanlarının dışına çıkma, birbirlerini görme, etkilenme ve benzerliklerini fark ederek kendileri olma imkânını sunar.
10 yıl aradan sonra, doğduğum, çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği kentime geldiğimde heyecanım doruktaydı. Gezmeye geldiğim zamanlardan farklı bir telaş içerisindeyim. Anılar sandığım her açıldığında onu öteliyordum. Bir süre sonra ikinci gelişimde anılar sandığımı daha rahat açabiliyordum. Geçmiş hüzünlerim, sevinçlerim, yaşanmışlıklarım bir bir kesiyordu yolumu.
Kentimde değişenler, değişmeyenler, değiştirilenler vardı. Kentler kamusal alanın kadınlar için en belirleyici mekânıdır. Muş’ta kadınların bu alana girişi hep belli kısıtlamalar ve kurallara bağlı olmuştur. Kadınların bu alanda daha görünür olması, belli bir özgürlük alanı yaratması değişendi. Sohbetlerimiz de değişmişti. Eskiden Serhat Bölgesi’ndeki tüm şehirlerde olduğu gibi Muşluların da sahip olduğu o ince mizah anlayışı kaybolmuştu. Sohbetlerimiz daha çok duruşma, tahliye, beraat, tutuklama, yoksulluk, pandemi ve baskı üzerineydi.
Daha özgürlükçü bir toplum yaratmanın imkân ve olanakları üzerinde konuşuyorduk daha çok. Değişim, dönüşüm aciliyetini hiç bu kadar hissettirmemişti.
Değiştirilenler de vardı, şehrimin kadim kent kimliği büyük yara almıştı. İki yüz yıllık kadim Ermeni evleri yıkılmış, yerine TOKİ’nin soğuk binaları dikilmişti. Kent tarihimizin mirası yok olmuştu. Muş’ta müze yoktu, biz müze yerine Kale Mahallesi’nin o sokaklarında dolaşırdık. Sokağın başında Aladdin Bey Cami görkemiyle bizi karşılar, sokağa buyur ederdi. Biz her defasında caminin görkemine ilk kez görüyor gibi hayranlıkla bakardık. Muş’ta her köyün bir öyküsü, bir dengbêji; her mahallenin bir hikâye anlatıcısı vardır.
O sokaklarda dolaşırken Duriye Keskin’in sesi, Mıxre Hala’nın hikâyeleri, Ferzo Hala’nın hekimliğiyle yaralarımızı sarardık. O evlerin cumbasından ya da pencere denizliklerindeki saksılar sokağa hanımeli, kasımpatı, gül kokularını bırakırdı. Avlulardan keskin kekik kokuları kaçardı. Akşamsefaları vita, evet, teneke kutuları içinde kapı eşiklerinde akşam karanlığını beklerdi. Kapıları çalıp içeri girdiğimizde, mis gibi bıttım sabunu kokulu ahşap taban ve tavan evler karşılardı bizi. Renk renk saten yüzlü sabun kokulu yorganlar yüklükte gecenin saranı olurdu. Şu ev Karaovaların, şu Bingöllerin, şu Karasuların, şu ev Tekinlerin derdik yanımızdaki arkadaşımıza.
Hacı Şeref, Ulu Cami, Aladdin Bey Cami’nin ezan sesleri birbirini takip ederek uyandırırdı sabah uykusundan. Çengilli Ermeni Kilisesi’nin taşlarının sökülerek şehir ortasında yapılan, önce Hükümet Konağı, sonra her defasında duvarlara ürpererek bakıp çalıştığım Anadolu Lisesi, şimdilerde Belediye olarak kullanılan bina her gün, her sabah vicdanımıza gizli bir AHHH yollardı.
Şimdilerde yapısal hale gelmiş yoksulluğumuzu, dayanışmacı bir ruhla paylaşıp incitmeden, acıtmadan kuşluk vakti kapı eşiğimize konan bir torba karpuz, kavun, sepette Muş üzümü, kasada domates bırakan teyzelerimiz de yoktu. Kent bostanlarımız koca koca, iç içe geçmiş, kent mimarisinden yoksun apartmanlara bırakmıştı yerini.
En fazla acıda buluşuyorduk artık. Kendimi şöyle teselli ediyorum: “Eskiden Muş’ta yaşarken öğretmenlik yapıyordun, genç öğrencilerinle hayatının daha neşeli yanlarında buluşuyordun. Şimdilerde hepsi birer akademisyen, doktor, eczacı, öğretmen, işçi, esnaf olan gençlerle bir fizik sorusunu çözmek inanılmaz mutlu ediyordu. Şimdi ise siyaset yapıyorsun. Kuramsal bilgiler hayatın akışı içerisinde yaşanılanlarda daha zor problemler olarak çıkıyor karşına.”
Kadın öykülerimizde buluşuyoruz sonra, Zehra beni çok etkilemişti, Welat’ın annesi. Welat, Erzurum’da bir inşaatta çalışırken beşinci kattan düşüp yaşamını yitirdi. Zehra, Welat’ı büyütürken yaşadığı acı ve trajediyi şimdi her gün yeniden yeniden Welat’ın çocuğunu büyütürken yaşayacaktı. Bir de köye gelen her resmi araç korkuturdu Zehra’yı, derin yaraları vardı. Köye gelen her resmi araçta Welat’ı kucağına alır, yetişebildiği bazen en yakın, bazen en uzak komşularının evine koşar, Welat’ı emanet ederdi. Tekrar koştuğu evinde korku, kaygı içinde gitmelerini beklerdi. Babasız büyüyen Welat, babasız büyüyecek bir torun bırakmıştı Zehra’ya. Zehra şimdi akmayan gözyaşlarının renginde yaşamını devam ettirecekti…
Muş’ta yaşayan kadınlar olarak başka bir yaşamın mümkün olduğunu biliyoruz. Bugünlerde olduğu gibi kar gelip bu kenti nasıl örttüyse, biz de bize helal olan bu aklık gibi günlerin özlemindeyiz. Serhat kadınları belki biraz da gücünü ve temizliğini ovayı örten kardan alıyor. Kar gelip kenti örttüğünde, gündüzleri tandır, geceleri sobaya atılan birkaç tezeğin sıcaklığında yeniden kuruyor yaşamı.
Tandır, Kürt kadınların yaşamında çok özel bir ritüeldir. Köyde kim o gün tandır yakmışsa, kadınlar orada buluşur, ekmekler piştikten sonra o tandırın ılıklığına ayaklar salınır, köz ateşinde demlenmiş çayla sohbetler başlardı. Son sıcak ekmekler geniş bir tepside küçük küçük doğranır, üzerine kızdırılmış tereyağı dökülür, köyün bilge kadını anlatmaya başlardı: Xecê kör kuyulara saç örgülerini uzatıp Siyabend’i arar, uykunun en ağır saatinde zamana inat bir hançerin aşka giden yol olduğunu Binewş de yaşar, Mem’in gözyaşlarının içinde olur Zin. Kimi kadınlar tülbendinin ucuyla gözyaşlarını silerken belki de kavuşamadığı aşkını düşünürdü. Kürt kadın edebiyatçıların yolculuğu o tandır başında dinlediği öykülerle başlamıştır belki de.
Ova kentimin bir yanı Süphan’a, bir yanı Kurtik’e, bir yanı Bilican Dağları’na bakan, yüzlerini iki yandan saran Murat, Karasu nehirleri ile endemik bir bitki müzesi görünümündedir. Baharda kadınlar renk renk kıyafetleriyle menejo, sping, goris, gocberhiqi, jağ, pincar toplamaya çıkarlar. Bilgelikleri şifalarındadır.
Bir kentin sonbaharında kadınların hazırlıklarına bakarak o kent hakkında çok fazla ipucu yakalarsınız. Çorti, kelem, ot kurutma, bulgur kaynatma yine bizim ritüellerimizdir.
Eskiden Karasu’ya sahili olan köylerde bulgur kaynatma bir şenlik, karnaval havasında geçerdi. Kent ahalisi kendisine en yakın köye gider, tezek ateşiyle sitillerde bulgur kaynatırdı. Yoldan geçen herkese ve biz çocuklara kolektif yaşamın üretim güzelliğinde ikramlar yapılırdı.
Müebbet hapse mahkûm siyasi tutuklu Nibel Genç'in 'Mısır koçanlarını kızartan koku' adlı bir kitabı da bulunuyor.
Ova kentimi anlatmayı her bahar Muş Ovası’nı kırmızıya boyayan lalelerinin bende yarattığı hüznü paylaşarak bitireceğim. Nibel, kardeşim, 26 yıldır cezaevinde olan bir siyasi mahkûm. Nibel ne zaman Muş’u rüyasında görse buna lalelerin eşlik ettiğini söyler. Çünkü Nibel her baharda lale tarlalarına koşardı. Nibel 48 yaşında, bunun sadece 22 yılını dışarıda yaşadı. Ben her bahar lalelerin fotoğrafını çekip Nibel’e yollarım. Geçen bahar lalelerin fotoğrafını çekmek için gittiğimde, neslinin tüketilmiş olduğunu gördüm. Lalelerin birkaç tanesini yan yana getirerek fotomontaj oyunlarına başvurdum. Nibel’in lalelerin kaybolduğunu bilmesini istemedim. Endemik bir bitkimiz olan Muş lalelerinin neslinin tüketilmesi, kardeşimin özlemi gibi hüzünlü…
*Muş HDP İl Eşbaşkanı