Yaşam hikâyeleri bir kararlaşma ile başlayarak örgütlenmeye, inandıkları mücadeleyi yükseltmeye evrildi. Basına düşen son görüntüleri yine zafer işareti oldu
Kadınlara, özellikle kadın mücadelesinde ısrarlı bir şekilde yol alanlara karşı siyasi operasyonları, sistemin yapısal krizinden bağımsız düşünemiyoruz… İnsan, kadın tarihine yolculuk yaptıkça bugün yaşanan saldırının kökenine hayretle bakıyor
21. yüzyıl kadın mücadelesinin öncülerinden iki kadın, Leyla Güven ve Ayşe Gökkan (da) tutuklandılar. Kürt kadın hareketinin öncülerinden olan bu kadınlar, yıllardır ömürlerini adıyor bu mücadeleye. Onları birer kişi olarak değil de bir kültürün, bir direniş geleneğinin somutlaşmış hali olarak görmek gerekiyor.
Yaşam hikâyeleri bir kararlaşma ile başlayarak örgütlenmeye, inandıkları mücadeleyi yükseltmeye evrildi. Kendilerine sunulmak istenen verili konfor düzenini ellerinin tersiyle ittiler, gece gündüz sokaklarda, evlerde, toplantılarda kadın özgürlüğüne olan inançlarını haykırdılar. Biliyorlardı topyekûn bir saldırı altındayken diğer kadınlar gibi tutuklanacaklarını. Tutuklandılar ve basına düşen son görüntüleri yine zafer işareti oldu.
Leyla Güven; halkların, kültürlerin, inançların, kadınların ve erkeklerin kısaca yaşamı oluşturan bütün farklılıkların bir arada eşit yaşayabileceğine ve kendilerini yönetme haklarının olduğuna inanıyor. Bu inancını mücadeleye dökerken de kadın bakış açısının etiğini ve estetiğini hayata geçiriyor. Bu etik ve estetik hali kadınla ve erkekle olan ilişki biçimine yansıyor, ilkelerinden vazgeçmemeye, bilginin kutsallığına ve onu paylaşırkenki inancı gözlerine yansıyor.
Ayşe Gökkan, Kürt kadın hareketinde mücadele eden bir kadın ve yerelden evrensele kadın ortaklaşmasının mümkün olacağına inanıyor. Kadınların özgün bir şekilde bir araya gelerek, kadın olma bilincini açığa çıkarıp ortaklaşabileceğine, bunun örgütlendirilebileceğine inanıyor. Ve inandığı bir şey daha var ki geri adım atmamak, inadını her koşulda ve her zamanda sürdürmek.
Bir devletin temsilcisi olan hükümet yetkilileri 21. yüzyılda mücadele eden kadınları hangi gerekçelerle gözaltına alır, tutuklar. Kadınlar yaşama dair, topluma dair, doğaya dair, emeğe dair nasıl bir suç işlemiştir… Kadınlardaki hangi bilgi yapıları onları iktidardan uzak tutup kendi cinsleriyle ortak mücadele vermeye, toplumun özgürlüğüne kilitlemiştir. Ya erkek egemen sistem, hangi bilgi yapılarıyla kadınları susturmak, sindirmek, öldürmek ister ya da öldürülmelerine sessiz kalır.
Kadınlara, özellikle kadın mücadelesinde ısrarlı bir şekilde yol alanlara karşı siyasi operasyonları, sistemin yapısal krizinden bağımsız düşünemiyoruz. Evet, sistem kadınların özgürleşmesinden korkuyor. Özgür kadın kimliğinden korkunun temelinde yatan boyut, kadın hakikatinin iktidarla ortaklaşmaması, doğayla olan bağını koparmaması, hiyerarşiyi hazmedememesidir. Çünkü bunlar yaşamı karartan, nefes almayı anlamsız kılan, kötülüğün kaynaklarıdır. İster kadınların binlerce yıllık tarihine bakalım isterse güncel olan yaşanmışlıklara değinelim kadına yönelik her türlü şiddetin temelinde köleleşmeye karşı isyan edenlere öfke duyulduğu kadar, xwebûn olmak isteyen kadınların kararlılığıdır. Yani kendi olmak, kendi köklerinden ilham alan, verili kadın kimliklerine itiraz eden, bununla birlikte üretilen kavramları ve kuramları örgütleyerek kurumsallaştıran kadınlara dair korku çok derindir. Bilme biçimi özgürleştikçe kadınların, erkeklikle yaşamaktan kopuşu da başlıyor. Yani ben böyle bir erkekle birlikte eş yaşam ilişkisi kurmam, ben böyle ataerkil kanunlara güvenmem, tacize, tecavüze karşı sessiz kalmam diyor kadınlar.
Ve elbette ki krize girmekten korkan sistemin yapacağı ilk iş gözaltı-tutuklama, toplum genelinde itibarsızlaştırma çabaları oluyor. Binlerce yıldır kadınların hakikatini karartamayan düşünce yöntemleri ve uygarlıklar hem ideolojik olarak saldırıya geçiyor hem de fiziksel olarak yok etmelere kadar gidiyor.
İnsan, kadın tarihine yolculuk yaptıkça bugün yaşanan saldırı politikalarının kökenine hayretler içinde bakıyor.
Günümüzden yaklaşık olarak 4 bin yıl öncelere denk gelen bir hikâye vardır. Her şeyin yaratıcısı Ana Tanrıça Tiamat, yarattıkları arasında yer alan genç tanrı Marduk tarafından katledilir. Ve Marduk, yeni oluşturacağı evreni Tiamat’ın bedenini parçalayarak gerçekleştirir. Hikâye çok uzundur. Ama bu olayın yaşandığı dönemin çok tanrılı dönemden, baş tanrı, ardından da tek tanrılı döneme geçişi karşılaması şaşırtıcı gelebilir. Tiamat’ın katledilmesi aslında kadın eksenli doğal toplum düzenini yok edip yeni bir uygarlığa geçişin hikâyesidir: Gelin bu hikâyenin geçtiği, M.Ö. 1800’lere dayanan tabletlerden sadece iki satır alalım:
“Baş eğdirsin Tiamat’a, mutsuz kılsın yaşamı ve kısa kesilsin o yaşam
Engelsizce çekilsin (Tiamat) çekilsin sonsuza dek”
Ancak önceki yüzyıllarda da ilginç bir hikâyeyi anlatır yazılı tabletler: Bir tanrıçanın, kentinin refahı ve huzuru için kendisinden çalınmış olan düzenleyici yasaların erkek tanrıdan geri alma mücadelesidir bu. Tanrıça İnanna’nın, yönetme yeteneklerinin elinden çalınmasına karşı yürüttüğü amansız bir mücadelesiyle karşılaşırız bu tablette.
Kendi cinsini erkek egemenliğine karşı direnişe çağıran Lilith’in hikâyesi tek tanrılı zamanlara yakındır artık. Mitolojilerde de karşımıza çıkan Lilith, İbrani dinlerin ilki olan Yahudilikte tekrar görünür: Lilith, eşit yaratıldıkları halde Adem’in ona baskın gelmesine karşı çıkar ve onu terk eder. Oysa uslu dursa cennette kalacaktır, ama o Kızıldeniz’in ötesine geçer. Lilith’in intikam almak için geri dönüşüne kadar hikâye uzun uzadıya anlatılır.
Hristiyanlığın hikâyesinde bir kadın vardır ki bugün Meryem Ana kadar incelenmeye layık görülmektedir: Mecdelli Meryem (Magdalalı Meryem)… İsa’nın onu diğer havarilerinden daha çok sevdiği ama en etkili misyonerlerden olan Aziz Pavlus’un ise Mecdelli Meryem’den nefret ettiği bilinmektedir. Adeta tarihten silmeye çalışır kadını, adeta hiç yaşanmamış gibi unutturmak ister. Ve söylemlerini süreklileştirir: “Kadın aşağıdır ve kontrol edilmelidir.”
Biraz da cadı avlarına değinelim ama zaten son yıllarda bu süreç yani kadınların Ortaçağ’da bilgileri uğruna katledilmelerinin, sindirilmelerinin tarihi, hakkı verilerek işlenmeye başladı artık. Tüm kadınların okuması gereken bir bildiridir Malleus Maleficarum. Kilisenin kadın katliamlarını meşrulaştırmak için uyguladığı politikaların temeli yatar o bildiride. Ve kadına karşı katliamlarda erkek ittifakının görünür halidir cadı avları. İslam coğrafyasında ise filozof olarak en çok okunan ve etki yaratan İmam Gazali’nin İhyâ’u Ulmû’id-Din kitabında kadınlara dair söylemler vardır: “Kadın, nefse benzer, yularını gevşek tutarsan serkeşleşir, seni ardından sürükler, sıkı tutarsan ona sahip olursun.”
Ancak birkaç yüzyıl öncesinde yaşamış olan ve kadınların kolektif hafızasından hiç çıkmayan Rabia el-Adeviyye iktidarla ortaklaşmayan tasavvuf düşüncesinin kadın şahsındaki yansımasıdır. Mücadelecidir Rabia, küçük yaşlarda köle olarak satılmış, bu duruma sürekli itiraz etmiş, yollara düşmüş ve gün gelmiş erkeklerin nasihat almak için kapısında sıraya girmesine kadar serüveni sürmüş bir kadındır.
Feminist mücadelenin tarihi de erkeğin aşağılanmalarına, topluca saldırılarına karşı bir direniş tarihidir. Bir kadın -Fransız Devrimi’ne öncülük eden bir kadın- erkeklerle aynı yasal haklara sahip olmak isteme cesaretini gösterdiği için Fransız Devrimi’nin hemen ardından 1793’te giyotinle idam edildi. Ve bugüne kadar binlerce kadın gözaltına alındı, tutuklandı, işten atıldı, evlerden kovuldu, sokaklarda taşlandı.
Evet, Leylalar ve Ayşelerin yani bütün kadınların tarihidir bu anlatılanlar. Hem yaşamı güzelleştirmenin özne olma halidir kadın tarihi, hem de erkeğin nesnesi olmamak için direnmenin tarihi.
Terbiye edilmeye ve denetime karşı “Kendi kararlarım” diyor kadınlar. Merhametli ve şefkatli anne, uysal eş olmanın kutsal bir rol olarak empoze edilmesine karşı çıkıyor kadınlar, şeytanın ortağı, tüm kötülüklerin kaynağı, erkeklerin felaketi adlandırmalarına karşı çıkıyor kadınlar.
Ve kadınlar 21. yüzyılın kadın yüzyılı olacağını biliyor. Bu yüzden daha çok kendi tarihimize sahip çıkıyoruz, köklerimizden kendi bilgimizi açığa çıkarmaya çalışıyor, bunu yerelden evrensele tüm kadınlarla paylaşmanın heyecanını taşıyoruz. “Em xwe diparêzin” diyor kadınlar. Tek bir cümlenin anlattığı şey şudur aslında: Kimseden korkmuyoruz; yaşamı da, toplumsal değerleri de, kendimizi de savunuyoruz. Hiç kimse kusurumuza bakmasın, nehir kendi kaynağından yaşamın içine çıktı ve çoğalarak akıyor.