90'larda doğup büyümüş olanların yaşadığı bu dil/kültür yok sayılmasını ve akabindeki kimlik şizofrenisini en yoğun deneyimleyenler toplumsallıkla göbek bağı olan kadınlar oluyor ne yazık ki
-Kamber Ateş nasılsın?
…
-Kamber ateş nasılsın?
Sömürge coğrafyamızda resmi dil statüsüne erişemediği için yok sayılmakla kalınmayıp yasaklanan dilimizin, birkaç kuşaktır yaşattığı karın ağrısını hissettiriyor bu cümle.
Tarih boyunca savaşlar, göçler, afetler; birçok topluluğun, dilin, kültürün ve topyekûn yok olmasına şahitlik etmiştir. Kimi zaman da egemen toplumun dili ve kültürü çeşitlilikleri asimile ederek, kendine benzeştirmeye çalışarak bambaşka bir forma dönüştürür. Bu benzeştirme ister kültürel hegemonya ve özendirme yoluyla olsun ister zorla baskıyla tehditle ve başka çıkar yol bırakmamakla olsun kuşaklar boyunca dekültürasyon yoluyla bir kimlik bunalımı, yabancılaşma yaşatır. Kültürün ana yaratıcısı ve taşıyıcısı olan anadildeki bu yabancılaşmayı oldukça sağlıksız bir şekilde deneyimleriz. Anadil sadece annemizin konuştuğu dil değildir, Kürtçedeki zimanê zikmakî kelimesi daha iyi ifade edebilir bu durumu. Zimanê zikmakî; zik û mak; karın ve dişi… Anne karnından gelen, doğuştan gelen diye çevirebileceğimiz bu kavram dilin kültür kalıtımsal transferini de vurguluyor. İçine doğduğumuz topluluğun deneyimi, neşesi, acısı, fıkrası, masalı, müziği, tekerlemesi bilumum bütün zihinsel dünyası ve aralarındaki ilişkiler bir dil yoluyla yaratılmıştır ve ifade edilmiştir. Ve Türkiye coğrafyasında doğup büyümüş "ötekiler" olarak eğer bir nebze şansımız varsa anadilimizde buna tanıklık etme fırsatımız oluyor.
Çocukluğum soba başı akşamlarda neneye anlattırılan upuzun masallarla, kilamlarla geçti. Abi ve ablaların fıkralarına -çocuk zihnimiz tam idrak etmese de-kahkahalarla eşlik ederdik. Anne babamızın kavgalarını, ölenlerin yasını, ağıtları, haykırışları, duaları-bedduaları Kürtçe duyduk, Kürtçe üzüldük. Televizyon dili olan Türkçenin "gerçek" dil olduğunu; bizim yıllardır konuştuğumuz, güldüğümüz, ağladığımız seslerin hiçbir hükmü olmadığını ilkokul sıralarında fark ettik. Biraz kulak dolgunluğu, biraz çocuk zihni açıklığı ve bolca baskı ile kısa sürede öğrendiğimiz Türkçe yeni dilimiz oldu ve zikmaktan gelmeyen bu dille okuma yazma öğrendik. İlkokulda korku ve çekingenlikle başlayan bu süreç ilerleyen yıllarda "güzel Türkçemizle" uzun ve derin cümleler kurabilen modern, başarılı, beyaz bir üst topluluğa dahil olma sanrısına davet etti bizi.
gel: were,
git: here,
kapı: dere,
eşek: kere,
saman: kaye,
ot: giyaye… Bunlar aşina olduklarımızdı.
7 yaş çocuk zihnimize henüz erişmemiş olan binlerce kelimeyi, kavramı, nesneyi Türkçe öğrendik. Eve taşıyamadığımız kelimeler, eve taşıyamadığımız zihnimiz, hissimiz ve bir noktada parçalanan kimliğimiz, yaşadığımız yabancılaşmayı sancıyı anlatamadığımız çırpındığımız, hırçınlaştığımız, zaman zaman utandığımız ve gitgide uzaklaştığımız evimiz, zikmakımız, içinden gelip içine doğup ilk çocukluğumuzu yaşadığımız, kopuk bir rüyaya dönüştü. Direnç gösteren ailelerin özel çabası, kaçak uydu yayını ve mütemadiyen yasaklanan gazetenin uğramadığı evlerde "anlıyorum ama konuşamıyoruma" vardı yolumuz. Yüzlerce yıllık bir kültürden coğrafyadan ve ailemizden-akrabalarımızdan cımbızla çekilip çıkarılırcasına içine atıldığımız Türkçe/Türk kültürüne ne biz ait olabildik ne de bize etiketlenen öteki halimizle kabul görebildik. Yine de eğitim gördüğümüz, yazıp çizdiğimiz, tartıştığımız dil Türkçe olduğu için anadilimiz olmasa da en iyi bildiğimiz yabancı dil oldu Türkçe. Kendi dilimizin bir dil olmadığını peşinen vurgulayan ve kesinkes yasaklayan bu yabancılık, şiveli kara çocukları da kolay kolay kabullenmedi. Tüm dezavantajlarına rağmen dişini tırnağına takıp üstün başarı sağlayanlarımız sadece bir nebze yaklaşabildi öğretmen kürsülerine, oradan liseye ve belki üniversiteye…
90'larda doğup büyümüş olanların yaşadığı bu dil/kültür yok sayılmasını ve akabindeki kimlik şizofrenisini en yoğun deneyimleyenler toplumsallıkla göbek bağı olan kadınlar oluyor ne yazık ki. Çocukluğumunkine benzer bir dilden kopuş sürecini 30'lu yaşlarımda Almanya’ya sağlıkçı olarak yaptığım göçte deneyimledim. Mesleğimde, sosyalliğimde, ikili ilişkilerimde, bürokratik işlerimde, hastaneye gidişlerimde elim ayağım olan dil yok oluverdi birden yine. Bu kez çocukluktaki kadar aşağılanmadan, azarlanmadan biraz daha özgüvenli giriştim yeni dile, yeni kimliğe geçiş sürecine. Aylardır kurslarla, videolarla, app'lerle çabalıyorum çünkü dilim elimden alınınca zihnim, duygum, fikrim her şeyim alınmış gibi oldu. Gülümseyen, anlamayan, öfkelenen, anlatamayan, ağlayan bir forma sıkıştı tüm iletişimim. Annemin de 30'lu yaşlarına denk geliyor İstanbul'a göç ve yavaş yavaş çocuklarının da ondan göçü… Bildiği tek dilin yok sayıldığı, horlandığı zamanlar yaşarken, elinde kâğıt kalem televizyondan duyduğu kelimeleri yazmaya çalıştığını hatırlıyorum. Bizim yeni dilimizin kavramlarıyla düşünemediği, tartışamadığı için birçok konuyu kestirip atışımızı, gitgide uzaklaşıp yabancılaşmamızı… yıllar içinde geliştirdi annem de Türkçesini, hastaneye gidip sağ dizinin ağrıdığını Türkçe söyleyebiliyor artık. Ağrısı yaygın mı, keskin mi, derin mi, zonkluyor mu sorularını ise torunları cevaplıyor halen. Ama annemin de benim de benzer hikayesi olan milyonlarca kürdün de sağlığı sadece hizmet boyutunda, sağlık tesislerindeki iletişimsizlikte zarar görmüyor. Şüphesiz ki bu çok önemli bir boyut. Bedeninin süreçlerini kendi dilinde anlatamamak, bunun için zihinsel ya da aracılı bir çeviriye bağımlı olmak iyi bir anamneze engeldir. Patnos'ta Kürtçe şikâyet ifadesi alınmadığı için daha sonra kocası tarafından katledilen Fatma Altunmakas ve binlerce kadının benzer sebeplerden doktora, karakola, mahkemeye gidemeyişini es geçmemek lazım. Ama dil asla sadece bir iletişim aracı da değildir. Bunun ötesinde tarihsel, coğrafi, psikolojik, sosyal bağlarla bağlı olduğun bir kimliktir, varoluştur. Bu varoluş katmanı elinden alınan bir toplumun ne bir geçmişi kalır ne de kurabileceği sağlıklı bir geleceği. Dilini yasaklayıp üst kimliğe tabi olmaya zorlama; Kürdü öldürüp naaşından oldukça eğreti bir Türk, Arap, Fars yaratmadır.
On yıllarca süren mücadelenin akabinde Kürtçe resmi olarak Türkiye’de yaşayan diller arasına girdi. Yaşayan ama ağır yaralanmış bir dil. Resmi devlet politikası olarak yok edilmeye öldürülmeye çalışılan bu dille birlikte kuşaklar boyu bu yaranın etkileri ile cebelleşen ve bunu aktaran sağlıksız bir toplum yarattılar. Kürtlerin anadil meselesindeki politik ısrarının sebeplerinden biri bu. Kürtçenin konuşulmayarak, yazılmayarak, üretilmeyerek yok olması doğalında gelişen bir süreç değil zorba bir devlet politikasıdır, ideolojik bir hamledir ve buna yanıtın da kuşkusuz ideolojik olması gerek. Toplumun bin bir zorluğu, baskıyı aşıp Kürtçe konuşması ve Kürtçe üretmesi dilin topyekûn unutulmasını engelleyebilmiştir. Ancak eğitimde, sağlıkta, siyasette kullanılmayan bir dilin gerilemesi, daralması engellenemez. Bu da mevcut yasakların yok sayılmanın sona erdirilmesi ve bu coğrafyada yaşayan halkların "Türkler ve diğerleri" olarak sınıflandırılmaması ile mümkün olabilir. Yoksa ne yıllardır özgürlük mücadelesi veren Kamber Ateşler iyi olabilir ne tüm hayatla arasına yabancı dil örülen anneler ne de 7 yaşında kimlik değişimine zorlanan kuşaklar sağlıklı kalabilir.
Kadınlar binlerce yıldır toplumsal sağaltımdaki rollerini kültürel/dilsel birikimle sürdürmüşlerdir. Her coğrafyanın kendine özgü hastalıkları olabildiği gibi kendine özgü şifa kaynakları da var. Dilin yasaklanmasıyla toplumun ve bilhassa kadınların bu birikimi de yok ediliyor ve özgürlükten, toplumsal ilişkiden, kolektif üretimden, sağaltımdan yoksunluğun yarattığı sağlıksızlık haliyle baş edebilmek için sistemin hastanelerine, ilaçlarına, psikiyatristlerine bağımlı bir topluluk yaratılıyor.
Kadın Sağlık Hareketi olarak sağlıklı olma halini tanımlarken siyasal sağlık ve özgürlüğü vurgulamamızın en önemli gerekçelerinden biri, her türlü ötekileştirmenin, yasaklamanın yarattığı derin sağlıksızlığı, buna karşı verilen mücadeleyi, on yıllardır süren savaşı, yaşanan kayıpları, esareti, işkenceyi de vurgulamak ve bedenimizle, kimliğimizle, birlikte yaşadığımız topluluklarla barışmanın sağlıklı eşit özgür yollarını aramaktır.