Dilin, belleğin sosyal boyutunu oluşturduğunu da düşündüğümüzde kadınlar dünden bugüne dil yasaklarından dolayı etkileşim kuramayıp sosyalleşemediler. Dil yasaklarının kadınlar üzerindeki baskı ve şiddeti Kürt kadınların toplumda geri çekilmelerine ve birey olarak varlığını koruyamamasına neden olduğu da diğer bir sonuçtur
Dilin, bireyin kendisiyle ve çevresiyle kurduğu tüm ilişkiler açısından büyük bir öneme sahip olduğu gerçekliği karşısında anadilinde konuşamama, anadilinde kendini ifade etmekten çekinme ve anadil açısından kaygı duyma nedeniyle konuşmak yerine sessizliğe gömülme halinin şiddetten ayrı kabulü mümkün değil aksine doğrudan bu durum bir şiddettir. Bu tespiti yaptıktan sonra bir tespit daha yapmamız kaçınılmaz hale geliyor. Bu da şiddete karşı mücadele eden herkesin aynı anda anadil savunuculuğu yapması gerektiğidir. Nitekim şiddeti reddeden bir yapının veya bir bireyin anadil karşısında anadili yasaklayan veya reddeden bir pozisyon alması düşünülemez. Buradan devamla dil, anadil, duygular, kişilik oluşumu, toplumla ilişkilenme ve kültürünü yaşama konularını işlemeye devam etmeliyiz.
Dil kişinin iç dünyasının düzenlenmesini sağlayarak duyguların ifade edilmesine aracılık etmektedir. Anadil ise çocuğun, bilinçli işleyen bir süreç olmadan, temas kurduğu ilk özneden (çoğunlukla anneden), içinde yaşadığı sosyal çevre ve kültürel topluluktan öğrendiği dildir. Anadil, bireyin doğup büyüdüğü sosyal çevresiyle ve kültürüyle büyük bir bağ oluşturmasında oldukça önemlidir. Bu bağın, aynı zamanda bireyin kimlik duygusu üzerinde de işlevi bulunmaktadır. Birey, kendini ve içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumla kurduğu ilişkileri anadili üzerinden tanımlamaktadır. Bu bağlamda insanın hayatında merkezi bir yere sahip olan anadilin, sınırlı bir alana hapsolması durumunda ortaya çıkan en önemli sonuçlarından biri bireylerin ruhsal açıdan içe kapanması olur.
Anadil konusu ulus devletlerde hayli problemli bir yere konuşlanmıştır. Çünkü ulus devlet kurgusunda esas olan tek bir ulus olup bu ulusun tek bir dili vardır. Kurgu gerçeğe uymamaktadır. Çünkü toplum ulus devletlerin arzu ettiği gibi tekten oluşmamaktadır. Ulus devlet bu defa gerçekliği kendi kurgusuna uydurmayı hedeflemek üzere baskı ve şiddet aygıtlarına başvurmaktadır. Kurguda tek kabul edilen ulus dışında başka ulusların, başka halkların varlığı kabul edilmediği için bu farklılığı dışarıya gösteren, bu farklılığı yaratan, farklılığın devamını sağlayan tüm değerlerin imhası ulus devletin oluşumu için esas amaç haline gelmektedir ve ulus devlet mantığının toplumsal değerler ile çatışması ve içerisinde barındırdığı yok ediciliği burada başlamaktadır. Nitekim anadil farklılığı, çeşitliliği ortaya koyan en güçlü olgudur. Bu nedenle en başta anadil bu saldırıların hedefi haline gelmektedir. Anadile bu kadar tepkili ve yasaklayıcı yaklaşım şiddetin körüklenmesinden öteye geçmemektedir. Bununla beraber şunu da demeliyiz, anadile yönelik ulus devletin ürettiği şiddet yalnızca bir halkın kültürü ve kimliğine yönelik bir şiddet durumu değil, anadil aktarımını kültürel ve tarihsel değerlerle beraber sağlayan ve bu niteliğiyle toplumsallığı da yaratan kadın olduğundan bu şiddet aynı zamanda kadına yönelik bir şiddet de üretmektedir. Dolayısıyla anadile yönelik şiddet doğrudan kadınların da meselesidir. Bu topraklarda milyonlarca kadının kendi öznel yaşam ve savaşımlarının anonim türküsü vardır; dillerinde, gözyaşlarında ve tenlerinde… Kuşaktan kuşağa aktardıkları kadınlıkları, deneyimleri; ‘dinle bir anlatayım hele sana’ları vardır. Bir yandan devletin asimilasyon politikalarının hedefinde olduğu gibi diğer yandan da Kürtçenin kamusal alandan dışlanmasıyla kadın kamusal alandan dışlanmıştır ve bu dışlanma çoğu zaman kadınların yaşamına mal olur.
Şiddeti besleyen ve sürdüren anadil yasakları ile kadınlar kamusal alanın dışına itilerek susturuldukça çoklu şiddetin de hedefi haline gelmiştir. Bu şiddet türlerinin en başında psikolojik şiddet gelmektedir. Psikolojik şiddet; kişinin duygularını inciten, davranışlarını yönlendiren, kişinin kendini yetersiz hissetmesine sebep olan bir şiddet türüdür. Kürt kadınlara uygulanan bu psikolojik şiddet ile kendi kültürlerini yaşamaktan, aktarmaktan mahrum bırakmak ve varlıklarını yok saymanın amaçlandığı apaçık ortadadır. Bu psikolojik şiddetin sonucunda bireyler içe kapanma ve geri çekilme yaşadığından dolayı kültürel aktarım yapılamamasının yanı sıra bazen de var olan kültürü yaşatmak bile mümkün olamayabiliyor.
Bir toplumun anadilinin, yaşadığı kentte, o kente ait mekânlarda, sosyal-kültürel etkinliklerde ve devletin resmî kurumlarında kısıtlanması veya engellenmesi, bireyin, yaşadığı kentte anadilini kullanamaması kendisini sürekli tetikte olmaya iter ve birlikte yaşadığı diğer insanlarla ilişkilerinde güvende olma hissinin zedelenmesine yol açtığından bu tetikte olma ve güvensizlik hali psikolojik açıdan bazı sonuçlar doğurmakta ve bireyi etkileyebilmektedir. Öncelikle ait olduğu kimliğin merkezi bir parçası olan anadilinin, kabul görmemesi, değersizlik duygularının gelişmesine yol açar. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin etkisi ile toplumda erkeklerin bir şekilde Türkçeyi öğrendiklerini, başta anadili dışında dil bilmemenin ve ataerkil denetim olmak üzere çeşitli nedenlerden dolayı zorunlu göçün de kadınların farklı ve daha fazla etkilenmelerine yol açan bir süreçtir. Bu bağlamda dil yasaklarının esas olarak kadın sorunu olduğunu unutmamak gerekir.
Dilin, belleğin sosyal boyutunu oluşturduğunu da düşündüğümüzde kadınlar dünden bugüne dil yasaklarından dolayı etkileşim kuramayıp sosyalleşemediler. Dil yasaklarının kadınlar üzerindeki baskı ve şiddeti Kürt kadınların toplumda geri çekilmelerine ve birey olarak varlığını koruyamamasına neden olduğu da diğer bir sonuçtur.
Kentler insanların yaşadığı ya da vakit geçirdikleri yere bağlanmalarını ve kendilerini o yere ait hissetmelerini sağlayacak alanlardır. Böylelikle bir kente karşı aidiyet hisseden insanlar, kendilerini yaşadıkları kentin bir parçası olarak görmeye ve kent üzerinde hak ve sorumluluk sahibi hissetmeye başlarlar. Kişinin bir yerle aidiyet oluşturabilmesi için kendini rahat, güvenli, anlaşılabildiğini hissetmesi gerekmektedir. Kendini ifade edebilmesi sonucunda çevresiyle ilişki kurabilir ve o yerle bağ oluşturabilir. Bu durumun gerçekleşmesi için de birey açısından dilin çok önemli bir araç olduğu düşünülmektedir.
Sosyalleşme ve ait hissedememe üzerine bir Kürt kadın olarak kendi aile yaşantılarımdan örnek verecek olursam, ailecek her zaman konuşma dilimiz anadilimiz olan Kürtçe oldu. Egemen dil olan Türkçeyi hepimiz okula giderken öğrendik. Çalıştığım şehre ara ara annem ziyarete gelir, evimde kalır ama çok fazla huzursuz olur. Dışarı çıkmaya çekinir, bensiz hiçbir yere gidemezdi. Şüphesiz bunun nedeni dil bilmiyor oluşuydu. Kent ve mekanlar ile bağ kuramayışı ve geri çekilmesi annem üzerinde yarattığı psikolojik baskı belki de kendi dilinin Kürt illeri dışında varlığını sorgulatan bir etkiye dönüşmüştü.
Kürt kadınların devlet kurumları ya da devleti temsil eden resmî görevlilerle çok az temas ettiklerini hatta zorunda olmadıkça temas etmek istemedikleri çok açıktır. Kürt kadınlar dünden bugüne hep doktora gitmekten nefret ettiklerini belirtmişlerdir. Bu elbette öylesine gelişmiş bir söylem değildir. Resmi kurumlarda sağlığa erişimde bile sadece egemen dilin konuşuluyor olmasının yadsınamaz etkisidir. Kanser gibi çok ciddi bir rahatsızlıkta bile Kürt kadınlardan, lütfen evimde öleyim beni doktorlara götürmeyin cümlesini ne yazık ki çokça duymuşuzdur. Yaşanmış bir örnek olarak; Covid döneminde bir tanıdığımın annesi ile babası hastalığa yakalanan ilk aile bireyleri oldu. Yaşları dolayısıyla hastalıktan epeyce etkilenmeleri üzerine hastanede tedavi altına alınmaları gerektiği söylenince annenin çok yüksek bir duygu ile ‘beni öldürseniz de hastanede yatamam, ölsem de gitmek istemiyorum’ söylemleri varken baba ise hastanede yatma konusunda oldukça gönüllüydü. Kürt kadınlara dayatılan dil bariyeri güvensizlik duygularını her alanda beslemiştir. Buradan görüleceği üzere erkekler, kadınlara oranla Türkçeyle temas kurma noktasında daha fazla imkâna sahip oldukları, eğitim öğretim hayatlarında, çalışma yaşamlarında, devletin resmi kurum ilişkilerinde ve askerlik deneyimlerinde Türkçeyle ve devletin resmî kurumlarıyla daha fazla temas etmişlerdir. Ancak, Kürt kadınları, erkek nüfusa oranla daha az ilişki kurma deneyimi yaşamıştır. Kürt kadınların, burada iki ayrı egemene maruz kaldığı görülmektedir. İçeride erkek egemene, dışarıda ise devlet kurumlarının egemenine maruz kalmaktadır.
Anadilinin sınırlandırılması kişinin aidiyet duygularının değersizleştirilme hissini ortaya çıkarır. Egemen dilin sağladığı imkân ve konfor alanı ise bireyi bu dili öğrenmeye zorlar.
Bu baskı ve ait hissedememenin verdiği rahatsızlık ve psikolojik şiddet, farkında olmadan annem gibi nice Kürt kadını egemen dili öğrenme çabasına zorlamış oldu. Dili öğrenmeye çalışmak yetmedi. Bir de bunun şive boyutundan doğan şiddete bakacak olursak Kürt kadını ve tüm Kürt halkı egemen dili öğrenmeye çalışırken kendi anadilinin sesleri ile seslendirirken de psikolojik şiddet ve baskıya maruz bırakıldı.
Anadil göç ve kadın üçlüsüne bakacak olduğumuzda ise,
Kürt halkının yakın tarihinde birçoğunun mağduru olduğu köy boşaltmaları ve zorunlu göç deneyimleri bize önemli veriler sunmaktadır. Zorunlu göçler sonucunda köyden kente gelen ve Türkçeyle (köydeki sınırlı ilişki dışında) ilk defa ciddi bir ilişki deneyimi yaşayan Kürtlerin çoğunlukla olumsuz deneyimler edindiğini İstanbul gibi metropol kentlerde yaşayan Kürt kadınlar ile kurduğum temasta oldukça iyi gözlemlemekteyim. Travmatik bir zorunlu göç deneyiminin ardından taşındıkları kentlerle ilişki kurmaya çalışan Kürt kadınlar için ilk andan itibaren dil kendilerine büyük bir engel olmuştur. Bu dil engelinin en büyük mağduriyet yaşayan kitlesini, okuryazar olmayan, Türkçe konuşamayan ya da çok az konuşup anlayabilen Kürt kadınların oluşturduğu apaçıktır. Bir örnek verecek olursam, 1995’te köy boşaltmaları sonucunda travmatik zorunlu göçe maruz bırakılan bir kadın, 29 senedir egemen dili bilmesine rağmen kendisini kente ait hissedemediğini belirterek, mide sorunu yaşadığını ve bunun iyileştirilmesi için de 20 senedir psikolojik destek alması gerektiği söylendiğini ifade etti. Bunun üzerine ben de neden destek almak istemediğini sorduğumda; ‘Psikologlar, doktorlar beni nasıl anlasın ki yaşadıklarımı hangi dille aktaracağım, evet Türkçe biliyorum ama anlatamam duygularımı anlayamazlar’ diye belirtmesi bunun oldukça somut bir örneğidir.
Peki Anadilde eğitim kadınlar için ne ifade etmektedir?
Eğitim, devletlerin aile kurumundan sonra gelen en önemli ideolojik aygıtlarından biridir. Eğitim yoluyla devlet, toplumdaki tüm güç ilişkilerini ve yapılandırılmasını yaygınlaştırır ve standart hale getirir. Ulus devletler tek dilli, tek uluslu milliyetçi karakterlerinden dolayı da zaten eşitsiz, cinsiyetçi, milliyetçi ve ırkçı bir karaktere sahiptir. Eğitim elbette tüm bunların yeniden üretilmesinde önemli bir işleve sahiptir.
Ataerkil toplum bakış açısında, erkekler devlet kurar, kadınlar aile. Eğitimde cinsiyet eşitsizliğinin temeli de buna dayanır. Ulus devletin milliyetçi eğitim anlayışı da hepimizin bildiği gibi asimilasyondur. Bu asimilasyon, tabii yine dil kısıtlamalarının en büyük sonucu olan psikolojik şiddetten kurtulmaya çalışma ile gerçekleşir. Okula gönderildiğim ilk sene Türkçe bilmediğim için okulun ilk günü öğretmenin bana seslenerek sadece kalemtıraşını verebilir misin demesi üzerine ağlayarak sınıftan çıkarak koşarak eve gidişim ve okula gitmek istemiyorum diye günlerce ağlamam elbette bilmediğim bir dilin konuşulmasının bende yarattığı güvensizlik ve ait hissedeme duygusundan kaynaklıydı. Belki de günümüzde benim yaşadığımı yaşayan nice Kürt kadın yaşanan o acı psikolojik baskıyı çocuklarının hissetmemesi için artık çocukları okula gitmeden evde Türkçeyi öğretiyor.