İktidarın emekçilere karşı geliştirdiği saldırılara sendikalarda direniş geliştiren erkek sendikacılar derin bir paradoks içinde sendikaları bir iktidar alanına dönüştürme gayreti içine düşebilmişlerdir
Kadın emeğinin toplumsal gelişimdeki etkileri tarih perspektifinden değerlendirildiğinde pozitivist düşünme alışkanlığı ile düalizmin sınırlarına uğrar. Doğal iş bölümü de denilen ‘’avcı –toplayıcı’’ düalizmi zaman içerisinde gelişmiş olan emek hiyerarşisinin, dolayısıyla toplumsal hiyerarşinin gerekçesi olarak da algılanmış. Oluşmuş bu algı manipülasyonu, sonraki eşitsizliklerin gerekçesi olarak da görülmüştür. Avcılığı; güç, etkin eylem ve yaşam alanından uzaklaşabilme olarak hiyerarşinin üstüne taşırken; toplayıcılığı, mekâna bağlı, görece pasif olarak hiyerarşinin altında konumlandırmıştır. Oysa toplumlar dinamik yapılar olarak bu denli statik ayrımları kabul etmez. Dolayısıyla bu dinamizm gereği her cinsiyetin her iş alanında emek ürettiği, bunu belirleyen temel motivasyonun ise toplumun faydaya hızlı erişimi olduğu değerlendirilebilir.
Toplumun ortak üretim kültürüne karşı geliştirilen, devletçi sistem bir " karşı devrim" niteliği tasımaktadır. Bununla beraber kadın emeği değerini yitirirken, tarih doğal seyrinden saparak sürekli krizler üretmeye başlamıştır. Bu krizlerden en sonuncusu da kapitalist düzenin emek politikaları olarak ortaya çıkar. Bu düzende ücretli emek düzeni gelişmiş ve erkekle özdeşleştirilmiştir. Kadınların kamusal emek alanından uzaklaştırılması ile kadın emeği ekonomi alanının da dışına çıkarılmıştır. Sistemin işgücü krizi yaşadığı zamanlarda daha ucuz işgücü olarak kullandığı kadın emeği sendikal mücadelede yerini almak için erkek işçi ile de mücadele etmek zorunda kalmış, sendikalara üye olma hakkına zorluklarla sahip olmuştur. Dünya emek mücadeleleri tarihine damgasını vuran kadın grevleri (Ekmek ve gül; kibritçi kızlar, 1916 kadınları, 1857 New York, 1909 Manhattan Grevi) her toplum için önemli köşe taşlarını oluşturdu. Yine Osmanlı ve Türkiye toplumlarında da önemli kadın grevleri gerçekleşti. Bunlardan 1876 Feshane çalışanı kadınların grevi, 1910 Bursa ipek üreticisi kadınların grevi, 2006 Novamed grevi, 2018 Flormar grevi gibi onlarca grevden bahsedebiliriz. İnsani iş koşulları ve ücret talebiyle gerçekleşen bu grevler esasında kadın onurunun savaşımı olarak değerlendirilmeli. Novamed’de kadın tuvaleti gibi çok insani olan talep hangi koşullarda oluşmuştu. Hamileliklerin dahi sıraya konduğu, tuvalet kullanma gerekçelerinin sorulduğu iş ortamında gelişmiş insani taleplerdi.
Sendikal mücadelede grev ve eylemlerde etkin olan kadın işçiler ne yazık ki sendikaların yürütme ve yönetimlerinde yeterince yer alamamaktalar. DİSK 2020 kongresinde kadın örgütlemesi için belirli düzenlemeler yapmış olsa da kadınların yetki ve karar organlarında yeterince yer almıyor olması DİSK’in genel emek mücadelesini de olumsuz etkilemektedir.
Kamu emekçisi kadınların derin bir mücadele geçmişi maalesef ki yok. 1980 sonrası gelişen feminist mücadele, Kürt kadınların geliştirdiği kadın özgürlük mücadelesi ve işçi kadınların mücadelesini oluşturduğu hafıza ile kamu emekçisi kadınların mücadeleleri de gelişecektir. Bu dönemde fiili meşru mücadele ile kampanya ve eylemlerde güçlenen kamu emekçisi kadınlar 1995’te KESK’ in kurulması ile sendikal mücadelede yerlerini alırlar. Sosyalist kadınları, Kürt emekçi kadınları, demokrasiden yana tüm kadın emekçileri KESK’te buluşturan ortak paydalar, feminist kadın hareketi ve uluslararası kadın hareketleriyle buluşarak mücadele gücünü arttırmıştır. KESK’in ilk olağan genel kurulunda, 1996’da kadın sekreterlikleri kurulmuştur. KESK çatısında birleşen her iş kolunda kadın mücadelesi farklı seyretmiştir. Çünkü iş kolunun sunduğu farklılıklar, oluşan dirençler, kadın katılımının gücü birbirinden farklı imkanlar oluşturmuştur. Ancak KESK bütünselliğinde eşbaşkanlık, eşit temsiliyet ve kadın meclislerinin varlığı kadın mücadelesi açısından önemli kazanım oluşturmuşlardır. Bu tedbirler kadın katılımı açısından bir düzeyin oluşmasını sağlasa da bu istenilen ya da verilen emeğe denk bir düzey değildir.
Peki KESK’teki bu eril görünüm, aşılamayan eril yaklaşımlar nerden besleniyor, neden aşılamıyor? Öncelikle Türkiye’de özellikle politikanın, siyasetin, ekonominin erkek egemenliğinde olması ve bununla ilgili toplumsal kabul önemli bir dezavantaj oluşturuyor. Son yüzyılını otoriter iktidarlar ile geçirmiş Türkiye toplumları hak, refah düzeyi, emek, özgürlük gibi kavramlardan adeta korkutulmuşlar; özgürlüklerden yana her itiraz, devlete halel getirme çabası olarak cezalandırılmıştır. Yine bu otoriter iktidarlar emek mücadelesini kriminalize ederek toplumsallaşmasını engellemeye çalışmışlardır. Maalesef otoriter merkezlerin (devlet, erkek vb.) korku salmaya çalıştıkları ilk kesim de kadınlardır.
İktidarın emekçilere karşı geliştirdiği saldırılara sendikalarda direniş geliştiren erkek sendikacılar derin bir paradoks içinde sendikaları bir iktidar alanına dönüştürme gayreti içine düşebilmişlerdir. Bazen mücadelenin kadın etik ve estetiğine uygun olmaktan uzaklaşması, bazen erkek arkadaşların örgüt inisiyatifi dışında bireysel inisiyatifi fazla kullanmaları ve bazen de yapısal tüzüksel sorunlar nedeniyle sendikalarda kadın katılımı yeterli düzeyi bulamıyor. Tabi bu sorunların bir kısım sebebi de kadınların eksik mücadele refleksi, toplumsal cinsiyet rollerinden oluşan eşitsizliklere zorunlu veya ikna yolu ile rıza geliştirmiş olmalarıdır diyebiliriz.
1980 sonrası emek politikalarının neoliberal dönüşümü özellikle 90’lı yıllarda hız kazanmıştır. Devletin kamusal hizmet alanından çekilmesi, özelleştirmeler zaten çok sınırlı düzeyde olan kadın kamu çalışanlarının oranlarını daha da düşürmüştür. Esnek, güvencesiz, yarı zamanlı iş şartları tüm çalışanlara ama en çok da kadınlara dayatılmıştır. Toplumsal cinsiyet rollerinin oluşturduğu tüm dezavantajlı koşullar kadınların emek alanından tasfiyeleri için hükumet tarafından kutsallaştırılmış, toplumsal rıza oluşturulmaya çalışılmıştır. Esnek güvencesiz iş ve hizmet biçiminin diğer bir sebebi ve doğuracağı sonuç ise sendikasızlıktır. Örneğin bugün ücretli öğretmenler sendikaya üye olamıyor, hak arayışını örgütlü biçimde geliştiremiyorlar. Pandemi dönemini fırsata çeviren işverenler önce kadın çalışanları işlerinden etmişlerdi. Her geçen gün artan kadın işsizliği, kadın yoksulluğuna rağmen kadın emek mücadelesinin özerkleşememesi de ayrı bir sorun olarak duruyor. Tabii ki neoliberal politikaların sonucu olarak tüm dünyada olağanüstü artan ve artmaya devam edecek olan bir işsizlik sorunu var. Ama biliyoruz ki günün sonunda bu faturanın büyüğü kadınlara kesilecek. Bugün hükumetin kamu tasarruf paketi dediği şey de işsizleştirme, yoksullaştırmadır. O halde çok daha güçlü bir kadın emek mücadelesi nasıl örgütlenebilir?
Son olarak şunu belirtmek gerekir ki emek örgütleri toplumsal tüm mücadele alanlarının kesiştiği yerde dururlar. Bu mücadeleyi kadın mücadelesi ile birleştirmek, ortak zeminleri çoğaltmak en doğru yolu açacaktır.