İslamcı hareketin bu yükselişi üniversitelerde radikal İslamcıların yükselişi olarak kendini gösterdi. Hizbullah, İBDA-C gibi örgütler Müslüman Gençlik imzasıyla platform oluştururken özellikle sosyalist-devrimci öğrencilere saldırırken aralarındaki ideolojik ve örgütsel anlaşmazlıkları geri plana çekmiş görünüyorlardı. İstanbul’da güçlü oldukları üniversitelerde demokratik öğrenci hareketinin mücadele alanını daraltma girişimleri yoğunken, İstanbul Üniversitesi gibi güçsüz oldukları kampüslerde Fatih’ten aldıkları destekle gövde gösterisi yapıyorlardı. Dindar Kürt gençleri arasında örgütlenmek için üniversite içinde ilk yaptıkları eylemler arasında Halepçe anmaları olsa da KÖH gençliğinin örgütlenme gücü karşısında etkili olduklarını söylemek mümkün değil
Avrupa ve Latin Amerika’da aşırı sağ/faşist partiler açık göçmen düşmanlığı, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı, kürtaj karşıtlığı üzerinden propaganda yaparak seçimlere katılıyorlar. Türkiye’de de hiç şaşırtıcı olmayan biçimde, 2015’te rejim değişikliğinin adımları atılmaya başladığı andan itibaren AKP, öncelikle LGBTİ+ onur yürüyüşlerine sonrasında ise tüm etkinliklere yasak getirmeye başladı. 2016’daki kayyum atamalarının ardından ise Kürt halkının seçilmiş yerel yönetimlerine yönelik saldırılarla, Kürt kadın hareketinin tüm kazanımları ve örgütlenmeleri yok edilemeye çalışıldı. Eşzamanlı olarak çocukları tecavüzcülerle evlendirme girişimi, müftülük nikâhının yasal hale gelmesi ve İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesi gündeme geldi. Son seçimlerde AKP bizzat LGBTİ+ düşmanlığı ve aile propagandası üzerinden seçim politikası oluştururken, ittifakı olan Yeniden Refah ile LGBTİ+ düşmanlığı ve aile dayatması üzerinden uzlaşıyor, 6284 sayılı yasanın kaldırılması talebi için suskun kalıyordu. Ki son yargı paketiyle 6284’ün işlevsizleştirilmeye çalışıldığını da görüyoruz. Son yerel seçimlerde siyasi meşruiyeti artırılmaya çalışılan HÜDAPAR-Hizbullah’ın kadınların çarşaf rengine karışmayacağız türü tehditkâr esprilerinin gündeme geliş biçimi siyasal İslamcıların kadın ve LGBTİ+ politikalar konusundaki aktif saldırganlıklarının düzeyine işaret ediyordu.
Bugün artık bir yandan AKP’nin resmi kent ordusu haline getirilen bekçiler sokaklarda terör estirirken diğer yandan paramiliter gruplar kafeleri basıyor, LGBTİ+ etkinliklerine saldırıyor, sosyal medyadan tehditler savuruyor. Büyük bölümü İsrail’in Gazze’deki soykırımını gerekçe yaparak gövde gösterisi yaparken İslamcı şiddet siyasetinin meşruiyet alanını genişletmeye çalışıyorlar. Bundan yaklaşık 35 yıl önce ilk gövde gösterilerine başladıklarında yaptıkları gibi.
80’ler 90’lar İslamcılığın yükselişi
Turgut Özal döneminin her mahalleye bir milyoner propagandası, Anadolu Kaplanları söylemleri, düşük ücretli, güvencesiz, sendikasız çalışmayı norm haline getirerek ihracata dayalı büyüme adı altında Orta Anadolu’nun muhafazakâr girişimcilerinin sermaye birikimine hız verildi. Tarihsel olarak MSP tabanı olan bu kesim 80’lerde ANAP’ı desteklerken 80’lerin sonunda ANAP’ın inişe geçmeye başlamasıyla esas çizgisine dönerek Refah Partisi’ni desteklemeye başladı. Kuşkusuz bu dönüşte dini inançların ötesinde Refah Partisi’nin tarihsel olarak bu sermaye kesiminin çıkarlarının temsilcisi olması esas belirleyiciydi. Tesadüfi olmayan biçimde TÜSİAD’a bağlı sermaye gruplarına karşı örgütlenmek amacıyla 1990 yılında MÜSİAD kuruldu.
12 Eylül öncesinden farklı olarak İstanbul merkezinde eylemlere başlanılan tarih ise yine 1990’lardı. Özellikle Beyazıt Camii önünde yapılan Cuma eylemlerinde İsrail ve ABD bayrakları yakılırken Türkiye Müslümanları/Müslüman Hareket imzaları kullanılıyordu. Cuma namazının ardından yapılan bu eylemlerde demokratik/sosyalist öğrenci eylemlerine saldırmak için Beyazıt Meydanı’nı yıllarca işgal eden yüzlerce polisin sadece eylemci İslamcıların çevresinde ‘güvenlik çemberi’ oluşturduklarını, eyleme 50 metre kadar ötede yüksekçe bir bayırdan destek veren müminelere ise polisin asla yaklaşmadığını görüyorduk. (Aynı polis öğrenci eylemlerinde özellikle kadınlara hırsla saldırıyor, saçlardan sürüklüyor, tekmeliyor, taciz ediyor, joplarla kafaları yarıyordu.)
İslamcı hareketin bu yükselişi üniversitelerde radikal İslamcıların yükselişi olarak kendini gösterdi. Hizbullah, İBDA-C gibi örgütler Müslüman Gençlik imzasıyla platform oluştururken özellikle sosyalist-devrimci öğrencilere saldırırken aralarındaki ideolojik ve örgütsel anlaşmazlıkları geri plana çekmiş görünüyorlardı. İstanbul’da güçlü oldukları üniversitelerde demokratik öğrenci hareketinin mücadele alanını daraltma girişimleri yoğunken, İstanbul Üniversitesi gibi güçsüz oldukları kampüslerde Fatih’ten aldıkları destekle gövde gösterisi yapıyorlardı. Dindar Kürt gençleri arasında örgütlenmek için üniversite içinde ilk yaptıkları eylemler arasında Halepçe anmaları olsa da KÖH gençliğinin örgütlenme gücü karşısında etkili olduklarını söylemek mümkün değil.
Üniversitelerde dönemin, özellikle taşradan gelen muhafazakâr erkek öğrencilerinin belli ki hür girişimcilik hayatlarında ya da kamuda çalışırken Cemaatçi olduklarını yıllar sonra ‘FETÖ’ dosyalarındaki özgeçmişlerinde gördük. 90’ların başında camilerin önündeki eylemlerde özellikle İsrail’i, ABD’yi hedef aldıklarını öne çıkaran eylemleri, kendilerince askeri rejimi eleştiriyor görünmeleri, sol liberalizmin de yükselişiyle İslamcı hareketin kanaat önderlerini popülerleştirdi. Abdurrahman Dilipak, Emine Şenlikoğlu gibi meczuplar özel televizyonların ‘çoğulculuk’ iddialı yayınları içinde Müslüman demokrat aydın muamelesi görmeye başladılar.
Sivas katliamında yaptıkları güç gösterisi, katledilen Aleviler olunca ‘laik devletin’ sağcı bürokrasisi ve hatta laikliğin koruyucusu iddiasında olan, aynı yıllarda Kürtler ve sosyalistler söz konusu olunca aslan kesilen ordu nezdinde de önemli bir tepki yaratmadı. Bu esnada Refah Partisi 94 yerel seçimlerinde büyükşehir belediye başkanlıklarını kazandı. 95 seçimlerinde birinci parti oldu ve TÜSİAD ile MÜSİAD arasındaki sermaye fraksiyonları arasındaki kavgada, ordu tam boy kavgaya dâhil olduğunda 28 Şubat “post modern” darbesi yaşandı. Diğer yandan askeri laik diktatörlüğe karşı mücadele ettiklerini söyleyen İslamcı gruplardan Hizbullah’ın 90ların başından itibaren Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşta devletin yanında saf tutarak Batman gibi KÖH’ün güçlü olduğu kentlerde halka ve Kürt hareketine yönelik saldırılar örgütlediğini gördük.
28 Şubat sürecinde kimi İslamcı hareket önderlerinin kısa süreli tutukluluğu dışında zarar gören yegâne kesimin üniversite öğrenimlerini bırakmak zorunda kalan genç kadınlar olduğu söylenebilir. Kuşkusuz bu genç kadınlar dindar erkekler tarafından hızla terkedildiler, kadınların üniversitelerin önünde birkaç kez polis tarafından kollarından çekilmeleri, itilmeleri vs. sonrasında örgütlü eylemleri bırakmaları maalesef tek tek kaderlerine ve ailelerine mahkûm olmaları sonucunu doğurdu. 2002’de iktidara gelen AKP’nin yıllarca üniversitelerde başörtüsü için adım atmazken örtünen kadınların herhangi bir örgütlü eylemlilik sürecini başlatmamaları da kuşkusuz dikkat çekici. (Ama yıllar boyunca kendileri herhangi bir sistematik örgütlenme ve eylemlilik başlatmamalarına rağmen AKP iktidarı boyunca ve hala seküler feministler ‘dayanışma eksikliği’ nedeniyle eleştiriliyor.)
Ordu büyük sermaye ittifakının bankalar aracılığıyla memleketi talan etmesi, DSP-MHP-ANAP iktidarının Kürt halkına yönelik kirli savaş politikalarını aynen devralması, 2000 yılında devrimci hareketin, cezaevlerindeki F Tipi saldırısı ve 19 Aralık katliamı ile tasfiye edilip sindirilmeye çalışılması, 28 Şubat’ın ezilenler açısından sonuçları olmuştu. Ama yine de hep en mağdur siyasal İslamcılardı kuşkusuz! 28 Şubat’ın bir başka önemli girişimi ise kadınları/kadın hareketini siyasal İslamcılara karşı mücadelede laikliğin savunucusu olarak örgütlemeye çalışmaktı. Bu çizginin bugüne dek devam eden etkileri var ancak genel olarak Türk milliyetçiliği ile buluşturulan laik kadın mücadelesi siyasal İslam’ın yanı sıra Kürt kadın hareketine karşı da alternatif kılınmaya çalışıldı. Şeriata karşı yürüyüşlerde genelkurmayın arkasında yürümek üzere kadınlara çağrı yapılan duvar afişlerinde çarşaflı kadınların üstüne çarpı atılması 28 Şubatçıların politik hegemonyayı kadınlar ve laiklik üzerinden sağlama alma niyetini ispatlıyordu.
28 Şubat’ta esas olarak genç kadınların dışında bir bedel ödeyen olmadı. Kürt halkının ve devrimcilerin, sosyalistlerin başına gelenlerle karşılaştırıldığında askeri bürokrasiden uzaklaştırılma ve İslamcı sermayenin siyasal gücünün kırılmasının ötesinde bir bedel söz konusu değil. Liberallerin “bedel ödemek” anlayışının gazıyla İslamcıların yaptıkları mağduriyet analizlerinin gereksiz hegemonyası nerdeyse 15 Temmuz’un sonrasında bile sürüyordu.
2000’ler ve İslamcı iktidar
2001 krizinin ardından TÜSİAD sermayesine güvence vermek amacıyla milli görüş gömleğini çıkardığını söyleyen, AB’ye girme hedefini öne çıkaran ama tabii ki esas olarak Irak işgaline destek sözüyle ABD’den onay alan AKP, 2002’de Meclis çoğunluğunu elde ederek iktidara geldi. IMF’nin Kemal Derviş’i bir tür Düyun-u Umumiye genel sekreteri olarak atayarak dayattığı programa harfiyen uyan AKP iktidarı, 2000’lerin ilk on yılında neoliberal dönüşümü tamamladı. 2010 yılında Tunus’taki isyan ile başlayan “Arap Baharı”nın yarattığı hava ile 1979’daki İran İslam Devrimi’nin ardından bu kez Sünni-Selefi İslamcı İhvan-Müslüman Kardeşler çizgisi, iktidar kapılarının kendilerine açıldığına karar verdi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ABD ve AB desteği ile çürümüş Baas diktatörlüklerini yıktıktan hemen sonra, bulundukları ülkelerde bir yandan seküler yasaları budarken diğer yandan neoliberal talan politikalarını hayata geçirdiler. Hemen hepsinde kısa zaman içinde iktidarı kaybederken AKP, Suriye’de kışkırttığı cihatçılar üzerinden Emevi Camisi’nde namaz kılma hayalleriyle bölgede yayılmacı politikalarına hız verdi.
İran’da ABD destekli Şah’a karşı Mollalar ile komünistlerin ittifakıyla yapılan antiemperyalist halkçı devrim, dönemin reel sosyalizminin gücüyle kapitalizmin içinden kimi sosyal politikaları da önceleyerek bir cumhuriyet inşa etmişti. 2002’de iktidara gelen, on yıl sonrasında İslamcı kimliğine yukarıda da bahsettiğimiz Arap Baharı süreciyle doğrudan sahip çıkan AKP iktidarı başta olmak üzere, Mısır, Tunus vd. ülkelerdeki İhvan çizgisi ise emperyalizm ile uyum içinde neoliberal talana ortak olmayı hedefleyen bir siyasal sınıfsal eksene sahip olageldiler. Gerek üniversitelerdeki sessiz, sakin, milliyetçi, muhafazakâr, devlet ile ya da egemen sınıflarla herhangi bir sorunu olmayan ve sonrasında devletin içinde bizzat örgütlenen cemaatlerin parçası olanlar, gerekse daha radikal İslamcı çizgiden gelip AKP ile devlete entegre olan, devletin oligarşik yapısıyla herhangi bir çelişki içinde olmayan, sadece devletin yarattığı ranta ortak olmak için bir bürokratik devlet aygıtı eleştirisi yapanların gerçek yüzünü son 10 yıldır açıkça görüyoruz. Güya militarizm eleştirisi yaparak askeri okullarda kadrolaşmak için gösterdikleri çaba da sadece ve sadece devletin şiddet tekeline egemen olmak içinmiş, 15 Temmuz’dan sonra daha açık gördük.
Laikliğin ve ‘Türk’ cumhuriyetinin kurucusu- koruyucusu ordunun siyaseten egemen sınıflara-partilere nasıl eklemlendiğini de yine 15 Temmuz sonrasında gördük. Kuzey Suriye’de cihatçıların bayrağını öpen, darbeci olarak ele geçirildiğinde, kafanı eğ komutuyla onursuzca hazırola geçip polis karşısında kafasını eğen generallerin gücünün ancak bodrumlarda sıkıştırılan Kürtlere ve evinin sokağında vurulan Taybet Analara yettiğini de bir kez daha görmüş olduk.
Bu yıllar boyunca AKP en önemli yenilgisini hiç kuşku yok ki Kobane’de yaşadı. IŞİD yenildi, ancak ordu desteğiyle Kuzey Suriye’de barınabilen ÖSO ile Suriye’de savaştan pay kapmaya çalışırken artık bunun imkânsızlığı da görülüyor. Ancak AKP’nin 2024 seçimlerini de kaybetmiş olmasına rağmen siyasal İslam’ın toplumsal hegemonya ve iktidar mücadelesi sürüyor. En belirgin düşmanlaştırma politikasını LGBTİ+’lara ve kadınların kazanımlarına karşı örgütlerken, siyasal alanda YRP, HÜDAPAR, AKP, Saadet Partisi, toplumsal alanda tarikatlar ve cemaatler, bekçilerden başlayarak SADAT, İHH gibi bir dizi paramiliter çete ve gençlik örgütlenmeleri, elde ettikleri konumları ve mevzileri kolayca terk etmeyeceklerdir. Ancak İran’da başını örtmeye direnen Jina Amini’nin yaktığı ateşi hala söndüremeyen 45 yıllık Molla iktidarına bakınca, esas dertleri her daim para olan Türkiye’deki siyasal İslamcıların, gerçek bir devrimci demokratik mücadele ile alt edilebileceklerinden de kuşku duymaya gerek yok aslında.