İşkenceyi, hastalığı, ölümü unutmuştu. Geriye atmıştı her acıyı ve zorluğu… Yaşam ve mücadele vardı sadece; halayda Kürt halkının destanı, hayata bakışı ve yaklaşımı vardı. Halay’da “Ölüme de tilili li tilili” vardı!
İnsanda kaçma duygusunu kışkırtan yüksek duvarlarına rağmen gün ışığının süzülebildiği tutsaklık mekanlarından biriydi orası da… Yerinmek çoğunlukla sizi oraya taşıyan hatalarınıza ilişkin olurdu; “İş yapan hata da yapar” diye kandırırdık kendimizi. Yaşlar, tenler, yürekler ve bilinçler farklı farklı olsa da, aynı özlemin benzer tonlarını yansıtmakta çakışırlardı. Anlatmakla tükenmeyecek deneyimler de taşınırdı içerlerde bir yerde; zapt edilemez gençliğin, çılgınca iyimserliğin, aynı duvarların ardında hep farklı bir güne uyanma umudunun engellenemez oluşu da… Bilumum görevli tarafından kesinlikle anlaşılamaz olguların başında işte bu gelirdi. Bembeyaz bir yemeninin daha da güzelleştirdiği yüzünün her çizgisi akıllarda kalacak netlikteydi. Oyaları değişirdi yemeninin, renkleri farklı farklı olurdu oyaların; ama hep aynı beyaz yemeniydi başındaki. İri siyah gözleri yaşını ele vermezdi. Fotoğrafçı gibi iki elinizle açıyı darlaştırıp bakın 18 yaşında bir gerillanın gözleri de olabilirdi bu güzelim kömür karası gözler; bilge bir Kürt kadınının acıyı aşmış derinlikteki gözleri de… Hanım’ı (*) sayfalarının kenarları kıvrılmış o meşhur defteriyle görürdünüz çoğunlukla. Okuma yazmayı öğretiyordu ona hevalleri.
Kalemini nakış işler gibi özenle kullanır, sayfalara yapışırcasına gömülür; çiziktirir de çiziktirirdi. Sıkıldığında yatağında doğrulur, sağı solu kontrol eder; konuşacak birilerini arardı. O saatlerde sessiz olurdu yatakhane… “Heval” diye seslendi önce alt ranzada uzanan yoldaşa. Kitaptaki gözlerim, bütünüyle olmasa da onun hareketlerini görebiliyordu. Beni işaret ederek Kürtçe bir şeyler söyledi. Yanıtladı bizimki; ilk cümleleri kaçırmıştım ama diğerlerini çat pat anladım: “O Müslüman mı?” Eğlenecek ya esprili yoldaşım, “O dinsiz!” deyiverdi. “Peki o Ermeni mi” sorusu geldi arkasından! Komünist olduğumu “ifşa etti” bizim işgüzar. Kürt olmadığıma emindi; doğal olmayan kızıl bir boya vardı kafamda. Pek sıcak da bulmamıştı besbelli.
Gün boyu bir şeyler okuyup yazıyordum; sohbet azdı, volta azdı… “Evli mi” diye sordu sonra; “Çocuğu var mı?..” En çok buna şaşırmıştı; insan bu yaşa gelir de nasıl çocuğu olmaz! Kendisi iki gerilla anasıydı; onları ele vermediği için buralardaydı. Peki ben neden buradaydım? Sorular birbirini kovaladı; sonra memleketimi sordu, yaşımı sordu, onu sordu, bunu sordu… Sonra işin ucunu bıraktım. Voltadayız bir gün; ürkekçe yanaştı, merhabalaştık. Bana da teyit ettirdi önceki sorularının yanıtlarını. Sonra birden “Senin kocan nereli” diye patladı, “Erzurumlu” dedim. Cevap anahtarını bulmuş gibi ışıdı yüzü: “Ben biliyordum zaten. Anlamıştım neden burada olduğunu…” diye sevinçle gerindi. Eşim Erzurumluydu ya, artık içi rahattı.
Ah, Hanım!.. Sonra arkadaş olduk, ödevlerini yaptık beraber, etkinliklerde okuyacağı şiirleri ezberledik, mırıl mırıl türküler söyledik birbirimize; birlikte cezaevi yattık. Ranzasında namazını kıldıktan sonra bana bir göz atar, gülümseyerek onaylamamı beklerdi; hiç konuşmamıştık ama din konusundaki düşüncelerimi biliyordu. Kınıyor muydum acaba? Ne kınaması, Hanım sadece namazından ibaret değildi ki!.. Kitabımı ne zaman bitireceğimi gözler, bazen yetinmez “Hadi yeter artık, bahçe güneş içinde” derdi.
Yerlere serilmiş kilimlerin üzerinde çay içerdik, birbirimizi keşfederdik. Hanım hastaydı; evlatları uğruna defalarca tecavüze uğramış, Kürt halkının bütün acılarını birer birer yaşamıştı. Yumurtalıkları kistlerden geçilmiyor, karnı şiştikçe şişiyordu. Cezaevi doktorları aspirin verirler insana, o da biraz insaflıysalar. Hastaneye gönderiyoruz, “Soyun!” diyorlar, dönüp geliyordu çaresiz. Hanım bir şey yiyip içmez olmuştu. Çay bile eski heyecanı yaratmıyordu onda. Voltaya çıkıyorduk; iki turdan sonra “Yoruldum!” diyordu. O güzelim yüzü sararıyor; dudakları eski kızıllığını yitiriyordu. Hanım ölüyordu…Yüksünmeden ödevlerini yapıyor, takıldığı yerlerde kendine lanetler okusa da şiirlerini ezberlemeye devam ediyordu. Yade/daye’ler günlük yaşamın gerektirdiği temizlik, çamaşır, bulaşık gibi işlere sokulmazlardı; o kendine iş icat etmeye çalışırdı. En neşeli anları ise havalandırmada topluca halay çekilen ortak eğlenceler olurdu. Hastalığını unutur, çocuk gibi keyiflenirdi.
Soğuklar henüz tam olarak bitmemişti, ama baharın inatçı özsuyu hapishane duvarlarını aşıp bize kadar ulaşıyordu. Baharın kokusu direnişi ve yeni yaşamı müjdeleyen Newroz'u taşıyordu bize. 21 Mart'ta Newroz ateşini yakacak, hep birlikte halaya duracaktık. Şiirler, türküler, skeçler hazırlanıyordu, hummalı bir devinim vardı koğuşlarımızda… Mademki en zifiri karanlıkta bile umudun ışımasıydı Newroz, biz de bu ışığı büyütecektik.
Newroz’un diriltici ruhu
Hani yaz sıcaklarında gökyüzü birden kirli sarı bir renge bürünür, ardından grileşir sonra iyiden iyiye kararır ve çığlık çığlığa isyan gibi bir yağmur başlar ya… İşte öyle bir gün batımında arkadaşlardan birinin herkesi kışkırtmasıyla havalandırmaya fırladık. Sadece yağmurun altında olmaktı niyetimiz, fakat sonra işin rengi değişti. Beşer onar kişilik voltalar halaylara dönüştü. Şimşekler çakıyor, yağmur şakır şakır yağıyordu; bir halaya girişildi. Öyle kapsayıcı, kucaklayıcı ve kışkırtıcı bir kardeşlik ortamıydı ve yağmur onu öyle sıkılaştırıyordu ki, gök gürlemelerinden ancak duyulabilen seslerimizle koca bir koro, koca bir halay kurduk. Sanki Newroz’un o diriltici ruhu sarıp sarmalamıştı herkesi, ille de Kürt hevalleri, yadeleri…
Son derece beceriksiz olduğum konulardan biri olduğunu itiraf etmeliyim. O coşkunlukla, üstelik halayın ritmini bozmayı da göze alarak bir-iki katıldım. Sonra usulca sıyrıldım aralarından; duvarın dibine çömelerek bir sigara yaktım. O ortak kaderi, rengarenk tonlarla salınan, hayata meydan okuyan, dünyayı avuçlarının içine almaya girişen yoldaşlarımı, kardeşlerimi seyretmek olağanüstüydü. Hanım bir çiçek gibi salınıyordu; Newroz’un simgesel anlamlarını vücut diliyle ifade edercesine bir kartal gibi geriniyor, bir ceylan gibi sıçrıyordu.
Bir ara beni gördü. Gözlerindeki hınzırca gülümsemeyi o alacakaranlıkta bile farkettim; sezdim belki de. Elli kişilik halay önümden akarken, hiç istemediği halde sıradan çıkıp iki çift laf etmek için bana doğru yöneldi ve tasarladığı cümlesini fısıldadı: “…Hanım hanım, halay, okumaya yazı yazmaya benzemez. Sen o işlerde iyisin, ben de bunlarda…”
İşkenceyi, hastalığı, ölümü unutmuştu. Geriye atmıştı her acıyı ve zorluğu… Yaşam ve mücadele vardı sadece; halayda Kürt halkının destanı, hayata bakışı ve yaklaşımı vardı. Halay’da “Ölüme de tilili li tilili” vardı!
(*) Hanım Baran 31 Aralık 1999 tarihinde hayli ilerlemiş bir rahim kanseri nedeniyle aramızdan ayrıldığında 42 yaşındaydı