Sömürgeci devlet politikalarının Kürt halkının seçme seçilme hakkıyla birlikte kendi topraklarına ve yaşamlarına dair her türlü haklarının gasp edilmesi, sınır ötesine taşınan savaş ve işgal politikalarıyla hem sermayenin çıkarlarının korunması ve güçlendirilmesi hem de Türk-İslam sentezine dayalı hegemonyayı kalıcı kılma politikaları karşısında, tek başına silahlı çatışmayı merkeze alan bir barış siyaseti bugün eksik kalacaktır. Biz kadınlar açısından çözüm sürecinin son bulması ve savaş politikalarına geri dönüşle, bizzat Kürt kadın hareketinden arkadaşlarımızın maruz kaldığı erkek devlet şiddeti ve tutuklamalarla, kadınların erkek egemenliğine karşı verdikleri mücadelenin nasıl engellenmeye çalışıldığını gördük
90’ların kirli savaş politikaları esas olarak sivil halka yönelen devlet şiddetiyle öne çıkmıştı. Köy yakmalar ve boşaltmalar, faili meçhuller, il-ilçe merkezlerine ağır silahlarla saldırılar, ormanların yakılması, savaşın tarafı olarak bizzat sivil Kürt halkının görüldüğünü gösteriyordu. Kürt halkına yönelen savaş karşısında kışkırtılan milliyetçilik, ordunun siyasi hegemonyasını güçlendirirken, 28 Şubat ile birlikte MGK kendini ilelebet seçilmiş iktidarların üzerinde konumlandırmaya çalışıyordu. Sadece siyasi hegemonya ile yetinmiyor, özellikle yasal alanda OYAK üzerinden bankacılık başta olmak üzere, sermaye ilişkilerine dâhil oluyordu. Diğer yandan savaşla birlikte Türkiye’nin, uyuşturucu kaçakçılığında dünyanın önemli geçiş yollarından biri haline gelmesi ve uyuşturucu zinciri ekonomisinin getirileri, asker, polis, korucu ve siyasilerin uyuşturucudan aldıkları pay, savaşın sürdürülmesinde ve yukarıdan aşağı savaştan nemalanan devlet kadroların bir arada tutulmasında belirleyiciydi. Keza koruculuk sistemi uyuşturucu başta olmak üzere her türlü yasadışı parasal ilişkinin yürütülmesinde pay sahibiydi. Bütün bunların yanı sıra Türkiye sermayesinin gücü, sermaye birikim rejiminin esas olarak uluslararası silah sanayisinin parçası olmayı mümkün kılmıyordu. Silah ihracatçısı ülkeler bir dizi insan hakları ihlalini görmezden gelerek Türkiye ile silah ticaretini sürdürüyordu. 90’ların ortasında iktidar ortağı olan Alman Yeşillerinin Türkiye’ye tank satışına onay vermesi de bunun göstergelerinden biriydi.
Bugün Suriyeliler ve Afganlarla karşılanan, büyük kentlerin küçük-orta boy ya da merdiven altı işletmelerindeki ucuz emek ihtiyacı, 90’lı yıllarda, savaş nedeniyle zorunlu göç üzerinden büyük kentlerin çeperlerinde işçileşen Kürtlerin istihdamıyla karşılanıyordu. Kayıtlı işçi çalıştırmak durumundaki büyük sermaye çevreleri açısından ise, ara sıra TÜSİAD tarafından dillendirilen Kürt sorununda sınırlı çözüm adımları bile, ordunun sert tepkisi ile karşılaşıyordu. (Özdemir Sabancı cinayetinin bu yönlü açıklamalardan sonra gelmesi de hâlâ tartışma konusu) Yatırımda öncelikli bölgeler olarak belirlenen Kürt illerinde, sermayeye vadedilen teşvikler ve hâlâ gündemde tutulan bölgesel asgari ücret uygulanması önerileri, sermaye açısından cezbedici görünse de, savaş koşullarında bölgeye gidememeleri, sermayenin Kürt sorununda kısmi adım atılması taleplerinde belirleyiciydi.
Bugün ise Türkiye’nin silah sanayisi de savaş ekonomisi de tek başına NATO ülkesi olarak yaptığı ithalata dayanmıyor. Sermayenin gücü ve yapısı, uluslararası iş bölümünde kısmi de olsa silah üretimi yapacak duruma gelindiğini gösteriyor. Bizzat ‘damadın’ silah sanayisi sermayesinin ortaklarından olması, artık ‘AKP devletinin’ silah sanayisinin hem üreticisi hem de tüketicisi olarak savaş politikalarını belirlemesine neden oluyor. Ki ordunun cihatçı çetelerle bugün Kuzey Suriye’deki varlığı da sadece Türk İslamcı retoriğin ve siyasal hegemonyanın güçlendirilmesiyle ilişkili değil. Bizzat sermayenin, özellikle inşaat sermayesinin, çıkarlarıyla da doğrudan bağlantılı. (Ki biz bu filmin fragmanını 2002-2003 yılında büyük sermayenin hep bir ağızdan Türkiye’nin Irak’ta savaşa girmesi için verdiği destekte de görmüştük. Özellikle dönemin Doğan Medyası’nın askeri araçların yakıt ihtiyacının Petrol Ofisi’ne sağlayacağı kârlar için Irak savaşında katılmayı desteklediği hatırlarda.) 90’lı yıllarda yaşanan ekonomik krizlerde ve sosyal hakların gaspında, savaşa aktarılan bütçenin yarattığı tahribat sıklıkla sınıf hareketinin de gündemine gelebiliyordu. Bugün savaşın (bütçeye olan yükü devam etmesine rağmen) artık bizzat sermayenin kârlarının büyümesine hizmet ettiğini ve ekonomik krizin nedeni olmak bir yana, savaşı şiddetlendirerek sermayenin yapısal krizine çözüm aranması noktasına gelindiğini, söylemek mümkün.
90’lar ve 2000’lerin ilk on yılında Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde süren savaş/silahlı çatışma ve asker ölümleri ülkenin haberler gündeminde ilk sıralarda yer buluyordu. Sadece en yoksulların değil orta sınıfların da çocukları savaşmak zorunda bırakılıyor, başta Barış Anneleri olmak üzere barış sesinin öncelikli muhatabı, savaşa çocuklarını göndermek zorunda kalan halk oluyordu. Yine savaşın zorunlu askerlerle yürütüldüğü dönemde askerlik sonrası savaş alanında yaşanan travmaların, özellikle sivil halka uygulanan ağır işkencelerin yarattığı tahribatın, askerlik sonrası evdeki kadınlara ve çocuklara artan oranda erkek şiddeti olarak dönmesi yaygın olarak gündeme geliyordu. Bizzat ev içindeki erkek şiddetinin savaşla bağlantılı yüzünü göstermek, kadınların neden barışın tarafında olduğunu anlatmak için de önemliydi. Bugün sınır ötesinde, Güney Kürdistan’da ve Kuzey Suriye’de yürütülen savaşta ise ağırlıklı olarak sözleşmeli çalışan profesyonel askerlerin yer aldığını, ölüm haberleri geldiğinde öğreniyoruz. Sözleşmeli askerlerin de yoksul çocukları olduğunu görmemek mümkün değil ve sözleşmeli olarak orduda/savaşta yer alan askerlerin sözleşmelerinde, nerede nasıl öldüklerini ailelerinin açıklamaması şartıyla, geride kalanlara maaş ve tazminat hakkı sağlandığını da biliyoruz. Kimi zaman hayatını kaybeden asker sayıları tümüyle saklanırken sıklıkla kalp krizi ve trafik kazası nedeniyle ölen asker ve subay haberlerini görüyoruz. Neticede savaşın sınırların ötesine taşınması ve ailelerin kayıpları gizlemeye zorlanması Kürt halkından yükselen savaşın acılarına yönelik itirazın Türkler nezdindeki muhatabını belirsizleştiriyor.
Kürt halkının 90’ların başından itibaren yükselttiği barış mücadelesine, Türkiye tarafından verilen desteğin en önemli dayanağı, seçilmiş iktidarın üzerinde bir güç olarak konumlanan ordunun, Kürt siyasetindeki esas karar mercii olmasıydı. Ordunun siyasal hegemonyasını koruma kararlılığı bir gerçeklik olmakla birlikte, tek başına kültürel/ideolojik bir milliyetçiliği bu savaşın zemini saymanın karşılığı olmadığı, bizzat 15 Temmuz darbesinden sonra ordunun tümüyle AKP-MHP iktidarının denetimine girmesine rağmen, Kürt halkına karşı yürütülen savaşın sürmesiyle ortaya çıktı. Fettullah darbesi sebebiyle yargılanan komutanların hendekler sürecindeki suçlarının hiç gündem olmaması da bunun ispatıydı.
Sınırların bu tarafında sürekli bir çatışma hali olmamasına rağmen Kürt halkına ve Kürt siyasi hareketine yönelik baskıların devamı, kayyum atamaları, Kürt siyasi hareketine ve seçilmiş temsilcilerine yönelik gözaltı ve tutuklamaların sürmesi, meselenin zemininin tek başına ordu/militarizm ve milliyetçi kültürel zemin olmadığını gösterdi. Özellikle kayyum siyasetinin, atanmış sömürge valileri ve kaymakamların siyasi güçlerinin ötesinde, ekonomik bir amaca da hizmet ettiği görülüyor. Kayyumların bizzat yaptığı hırsızlık ve yolsuzlukların yanı sıra, bizzat Kürt halkına ait varlıkların haraç mezat satıldığını, AKP yandaşı olmayanlara iş verilmediğini, ihalelerin ise bölgedeki AKP’li Kürt sermayeden bile daha çok Türk sermayesine verildiğini görüyoruz. Yerel yönetimlere kayyumlar eliyle bırakılan devasa borçlar da bizzat yeni seçilen yerel yönetimlerin elini kolunu bağlamaya yönelik bir sorun olarak varlığını sürdürüyor.
Sömürgeci devlet politikalarıyla, Kürt halkının seçme seçilme hakkıyla birlikte kendi topraklarına ve yaşamlarına dair her türlü haklarının gasp edilmesi, sınır ötesine taşınan savaş ve işgal politikalarıyla hem sermayenin çıkarlarının korunması ve güçlendirilmesi hem de Türk-İslam sentezine dayalı hegemonyayı kalıcı kılma politikaları karşısında, tek başına silahlı çatışmayı merkeze alan bir barış siyaseti bugün eksik kalacaktır. Biz kadınlar açısından çözüm sürecinin son bulması ve savaş politikalarına geri dönüşle, bizzat Kürt kadın hareketinden arkadaşlarımızın maruz kaldığı erkek devlet şiddeti ve tutuklamalarla, kadınların erkek egemenliğine karşı verdikleri mücadelenin nasıl engellenmeye çalışıldığını gördük. Atanan kayyumlarla kapatılan kadın örgütleri ve kadın danışma merkezleri ile erkek devletin patriyarka ile işbirliğine tanık olduk. Kürt kadınların, başta erkek şiddeti olmak üzere patriyarkaya karşı gösterdikleri kolektif direnişi kırma politikalarının devamı, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak, feminist gece yürüyüşlerine yasak koymak, LGBTİ+’lara yönelik nefret siyasetini yürürlüğe koymak, olarak geldi. Sınırların ötesinde silahlı çatışma olarak sürdürülen Kürt halkına yönelik savaş politikaları, sınırların bu tarafında Kürt hareketine yönelik intikam operasyonları ve sömürgeciliği açığa çıkaran kayyum politikalarıyla sürerken, feminist hareketin barış talebinde Kürt halkının bugünden başlayarak kendi kaderini tayin hakkını öne çıkaran bir çerçeve gerçekçi olacaktır. Bugün dünden farklı olarak, tek başına militarizm milliyetçilik eleştirisi temelinde ya da savaştaki can kayıplarını öne çıkararak (asker kayıplarının resmen saklandığını da hatırlayarak) bir barış talebi karşılık bulabilir gibi görünmüyor. Açıkça sömürgeci savaşın patriyarkanın çıkarlarına hizmet ettiğini teşhire dayanan bir feminist politika mümkün ve gerekli denilebilir.
Kürt kadın hareketinden arkadaşlarımızla feministler olarak yeni bir barış siyaseti üzerine konuşmaya başladığımız bu dönemde, ben de bu yazı ile geçmiş ile bugün arasındaki farklar üzerinden bir çerçeve çizmeye çalıştım. Ancak bu çerçevenin eksikleri olduğu muhakkak. Benim şu an görebildiğim en önemli eksik barış siyasetinin ötesinde, Kürt halkının neyi öne çıkararak bir barış zemininin asgari sınırlarını çizeceği. Bunun geçmişteki ifadesi Türkiye’nin bir bütün halinde, yeni bir anayasa dâhil olmak üzere demokratikleşmesiydi. Kadınların da erkek egemenliğine karşı mücadelede özgürlük alanlarının ve yasal haklarının genişletilmesiydi. Kürt halkı açısından somut asgari sınır ise özyönetimlerdi. Bugün Kürt halkı açısından asgari sınırın ne olacağı kuşkusuz yine Kürt halkı tarafından belirlenecektir ve Kürt kadın hareketi tarafından kadın barış mücadelesine tercüme edilecektir. Bu netleşmeleri sağlayarak yeni bir kadın barış mücadelesini inşaya başlayabileceğimizi umuyorum.