Siyasal egemenliğin kırdan kente geçmesi ve emek göçü, Reform ve Rönesans hareketleri, aydınlanma felsefesinin ortaya çıkışı gibi tarihe yön veren gelişmeler ve Amsterdam-Londra hattında özellikle yaşam bulduğunu bildiğimiz kapitalist sistem inşasıyla beraber çocuğa ve çocukluğa dair bir dönüşüm yaşanıyor
Yaşamın bütün ağları çocuğun ve çocukluğun aleyhine kurgulanmış demek iddialı mı olur? İnsan hakları haftası nedeniyle benden bir yazı yazmam istendiğinde epeyce düşündüm. Panzerlerin öldürdüğü çocukların, yoksulluk ve yoksunluktan açlıkla mücadele eden milyonlarca çocuğun coğrafyasında nereye değinmeliydim? Çalıştırılan ve iş cinayetleriyle hayattan kopartılan çocukların ülkesinde yaşam hakkına, eğitim hakkına, oyun hakkına değinmek, sadece ulus-üstü sözleşmeler ve mevzuatlardan bahsetmek çocukların hayatına ne kadar dokunurdu? Eğitim sistemi ve bu sistemin mekanizması olan okullar politik ve inançsal görüşlerin empoze edildiği fabrikavari üretim tesislerine dönüşmüşken, sistemin çarklarını sürdüren bu mekanlara dair “yasal mevzuatı” konuşmak ne kadar gerçekçiydi?
Veya etnik kimliği, dili, dini, cinsiyeti veya ebeveynlerinin inanışları gibi nedenlerle ayrımcılığa maruz bırakılan çocukları ve yaşadıklarını yazmak çok önemli değil miydi? Dahası evine/sokağına düşen ya da düşecek olan bombadan kaçıp göç etmek, -gelmek- bir yerlere gitmek zorunda kalmış milyonları bulan mülteci çocuğa dönük olanı biteni mi yazmak gerekliydi? Savaşlarda ölen, kimsesiz bırakılan, kaçırılan ya da o yollarda ne olduğu bilinmeyen belki hiç bilinmeyecek çocukları yazmamak olur muydu? Çocuklar üzerindeki şiddet ve cinayetlere mi odaklanmak, ya da? Ya bugün Ortadoğu merkezde olmak üzere geldi-geliyor analizlerine konu olan ama tabii ki buraları hiç terk etmeyen savaş ve çocukların barış hakkını mı tartışmak anlamlı olan? Öyle ki savaş en çok çocukları öldürmüyor muydu? Peki iklim aktivisti Greta Thunberg’in dediği gibi hadsiz bir ‘cüretle’ doğaya hoyratça saldıran, nüfusun küçük azınlığının kâr hırsı ile çocukları doğadan koparan, temiz suya, yeterli gıdaya erişimlerini engelleyen, yok eden sistemin dünü, bugünü, yarınını mı taşısaydım yazıma? Ne çok şey var mücadelesi yürütülen, yürütülmeye devam edecek olan. Hepsi başlı başına devasa sorunları barındıran büyük bir ağırlığın altındayız. Öyleyse bütün bunların temelinde yatanı mı yazmak daha iyi olurdu?
Evet, çocuğa ve çocukluğa tarihsel bir bakış açısıyla bakıp bugüne gelip yukarıda oldukça küçük bir özeti gibi olan soru ve sorunların ana kaynağına eğilmeyi tercih ediyorum. Tek tek bu sorunların her birinin konuşulmasının anlamlı olmasının yanında, bu yazıda, çocukların tepesinde ve hayatlarının ta içinde duran tüm bu haksızlıkların, zalimliklerin yapısal nedenlerine birlikte bakmayı tercih ediyorum.
Devlet ve aile çemberinde çocuk
Yapısal deyince elbette sistemsel olarak ideoloji, ideoloji deyince de liberalizm ve onun ana kaynağı kapitalizme atıf yapmadan geçmek mümkün olmayacak. Bunların eşgüdümlü hakimiyet alanı kurduğu ulus devleti de kaçınılmazlığıyla es geçmek mümkün olmayacak. Bunlar yeterli olacak mı? Maalesef hayır. Milliyetçiliğin, ötekiyi ötelemek, dışlamak ve öteki ile kavga etmeyi esas alan yapısı, feodalitenin hiyerarşik toplumsal yapısının kadın ve çocuğun toplum içindeki rolüne ya da rolsüzlüğüne etkisi ya da patriyarkanın çok temel argümanları eşliğinde yürüyen bir çocuk ve çocukluk algısı varlığını sürdürmeye devam ediyor. Öyle ya, hiçbir şey birden ortaya çıkmaz. Her zaman birikmiş bir arka plan vardır. Tarihsel, coğrafi ve politik arka planını görmezden gelip ideolojik anlam incelemesi yapmadan bugünü konuşmak eksik bırakır, yanıltır. Çocuğun günümüzde devlet ve aile çemberinde olmasıyla, yasa ve söylemlerle kısmen birey olarak görülebiliyor olmasına karşın reelde tam karşılık bulamamasında, bugün bu denli hoyratça savaşlarda öldürülmesinde, ölmeyenlerin insan ticaretine maruz bırakılmasında, talan edilen doğa ile bugünsüz bırakılmasında, ideolojiler ve inançlar bataklığında kapitalist ekonominin sömürü gruplarından biri olmasında hep o arka planı görürüz çünkü.
Barış içinde yaşama hakkı
Fransız tarihçi Philippe Aries 1960 yılında yazdığı bir kitapta Ortaçağda olmayan çocukluk algısının modern anlamda bir çocukluk algısına dönüşmesinin altında eğitim ve okullaşma sürecinin olduğunu söyler. Çocukluğun sosyal tarihini inceleyen, sorgulayan pek çok düşünür de benzer bir yere vurgu yapar. Eski Mezopotamya, antik Yunan ve Roma uygarlıklarına bakıldığında çocuğun birey olarak görülmediğini, eğitim görebilenlerin sadece soylu ve varlıklı ailelere mensup oğlan çocukları olduğunu, eğitimden kasıtla da katı dini ve askeri eğitimin olduğunu öğreniyoruz. Yoksul ailelere mensup çocuklar ise yoğun bir emek sömürüsüne maruz kalıyorlar. Örneğin Roma’da çocuk, kişi haklarına sahip değildir. Babaya tabidir ve baba, çocuk üzerinde her türlü tasarruf hakkına (patria potestas-çocuğun maddi ve manevi varlığının oluşması da dahil) sahiptir. Antik dönemde egemen olan toplumsal oluşumda, çocuğun sosyal açıdan güçsüz, ekonomik açıdan toplumun değersiz üyesi olduğu algısı hakimdir. Çocuğun birey olarak da haklardan yoksun olduğu algısı kapitalizmin ortaya çıkışı ile kısmen değişiyor. Siyasal egemenliğin kırdan kente geçmesi ve emek göçü, Reform ve Rönesans hareketleri, aydınlanma felsefesinin ortaya çıkışı gibi tarihe yön veren gelişmeler ve Amsterdam-Londra hattında özellikle yaşam bulduğunu bildiğimiz kapitalist sistem inşasıyla beraber çocuğa ve çocukluğa dair bir dönüşüm yaşanıyor. Bununla birlikte kapitalist sanayileşmenin yarattığı ortamda işçi ve yoksul sınıfa mensup çocukların el ve parmaklarının küçüklüğü ve üretimde ince işçiliği yapmaya daha müsait olduklarının keşfi ile çocuğa, çocuk işçiliğine dair vahşi bir yönelimin olduğunu, çocuğun, kapitalist sömürünün doğrudan konusu olduğunu görüyoruz. Rousseau, Locke gibi düşünürlerin vurguladığı üzere bu yeni dönemle birlikte soylu ve varlıklı ailelere mensup çocuklar için kısmen gelişen çocukluk algısı önemli oranda belirli kesimden çocuklar için geçerliydi. Adil olmayan bu düzen bu halde seyrederken iki büyük paylaşım savaşının milyonlarca çocuğun ölümüyle sonlanması ve en ağır etkiyi alan gruplardan olması, sendikal mücadele ve insan hakları hareketinin de mücadelesiyle beraber çocukluk algısı ve hakları bakımından görece düzelme yaşandığını söyleyebiliyoruz. O dönem yürütülen tartışma ve mücadeleler sonrasında, bugün, çocuğun bir birey olarak hakları olduğu, tüm çocukların ayrım gözetmeksizin adil bir düzende ve barış içinde yaşamaya hakkı olduğu anlayışının ilanı uluslararası düzende önemli oranda kabul görüyor.
Elbette çok önemli düzeyde farkındalık ve iyileşmelerin yaşandığı günümüzde hiç de azımsanmayacak ölçüde bir ilerleme söz konusu. Ancak Atina’da babanın çocuğu üzerinde olan hakimiyetinin bugün devlet, aile, ulus, piyasa ve medya gibi baskın kurumların oluşturduğu sistemin hakimiyetine evirildiği gerçeği karşısında bu sistemde çocuğun özne olduğunu söyleyebilmek mümkün mü?
Peki iki büyük paylaşım savaşının yıkıcılığının akabinde oluşturulan düzende idealize edilen çocuk hakları ne durumda?
Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın bir bölümünde çocuk hakları alanında önemli gelişmeler ve pratikler yaşanırken, geri kalanında savaşın ve çatışmaların, halkların başında balyoz gibi tutulduğunu biliyoruz. Üstüne savaşı daha çok konuştuğumuz, devletlerin savaş hazırlıkları yaptıkları, çocukların bombalarla öldürülmeye devam ettiği günlerdeyiz. Evrensel anlamda çocuklar için belirli oranda gelişim gösteren sözleşmeler ve yasal hak ve özgürlükler, hakiki ve özsel manada hiçbir zaman pratikte karşılığını bulamadı. Üstüne faşizmin, milliyetçiliğin, nefretin, kendinden olmayanın varlığına ve değerlerine tahammülsüzlüğün de var olmaya artarak devam ettiğine şahitlik ediyoruz. Ancak belki de geçmişten farklı olarak, post-truth dönemin içinde olmakla, hakikat arayışına ve hakikati öncü etmeye verilen değerin de azaldığına tanıklık ediyoruz. Pozitivizmin getirilerinden biri olan bu durum gerçek olmayanın daha fazla ilgi görmesini, hakikatin ya görünür olmamasını ya da önemsizleşmesini sağlıyor. Soykırım terimini ilk olarak kullanan hukukçu Raphael Lemkin’in savaş suçlarını ve insanlığa karşı suçları kapsayan ‘Çocuğun kalıcı psikolojik yaralanması ve normal gelişiminin durdurulması, soykırımın belki de en şok edici ve trajik sonucudur’ söylemi bugünkü tabloya bakış açımıza yol göstermelidir. Bugün kapitalist devlet sistemi yüzünden milyonlarca çocuk köklerinden ediliyorsa, Suriye, Ukrayna ve Filistin’de savaş ve çatışmalarda öldürülen milyonlarca çocuktan söz ediyorsak, iklim krizi ve iklim adaletsizliğinin sebeplerine baktığımızda karşımıza çıkan kapitalist modernite ise mücadelesini yürütmemiz gereken esası da biliyoruz demektir.
Kürdistan’da çocukluk ve haklar
Kürdistan coğrafyasına bakarsak belki tablo daha da netleşir. Bugün Kürt çocukların anadilinde eğitim gibi temel bir hakka bile erişimin önündeki temel neden bu değil midir? Yapılan kısıtlı araştırmalarda bile görüyoruz ki derin yoksulluk burada daha yoğun. Ya da Kürdistan’da yaşanan çocuk cinayetlerinin ölüm sebep ve oranlarına baktığımızda da bu neden önümüze düşmüyor mu? Hatırlayalım Halepçe’yi, Roboski’yi, Ceylan Önkol’u, Yahya Menekşeyi, Cemile Çağırga’yı, Diren Basan’ı, Nihat Kazanhan’ı, Uğur Kaymaz’ı, Furkan-Muzaffer Yıldırım kardeşleri, Narin Güran’ı ve daha nicelerini. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin ruhunda, hakların birbiri ile bütünlük taşıdığı tespiti ile birlikte çocuğun, onurlu bir yaşam içinde çocukluğunu yaşaması amacı bulunur. Onurlu ve barış içinde yaşam ideali ile çocukların bugünü arasında ise derin bir uçurum var. O uçurumun kapanması için, çocukların onurlu bir yaşam sürmesi için gerekli olan politik bakış açısı ve gerçeklik ise henüz yok.
Bugün insanlığın eşit ve özgür yaşamından yana olan onurlu yaşam savunucuları tarafından hala sıkı sıkıya tutunulan eşitlik, özgürlük ve barış hakkı için mücadele yürütenlerin, çocukların onurlu bir yaşam sürmeleri idealinin peşini bırakmayanların sayısı az olmadığı gibi inanan ve mücadeleye katılanların sayısı da artıyor. Bunun yanında küresel sistem ise tam bir kriz halinde ve savaşlar çıkararak ve büyüterek karşıtlığını tüm gücüyle sürdürüyor. Bu kriz hali hep vardı ve görünen o ki uzun bir süre daha böyle olacak. Savaş ve çatışma odaklı bu sistemin ürettiği reelin çocuklara sunduğunun hiç de umutvar bir durumda olmadığını söylemek ise karamsarlık olmaz. Her şeye rağmen Haydar Ergülen’in yazdığı gibi ‘Bir çocuğun ölümünün yalnızca bir çocuğun ölümü olmadığını’ bilerek ve unutmayarak çocuklar için çocuklarla birlikte mücadele yürütmek de baki elbette. Modern kapitalist sistem – ulus devlet anlayışının çocuklar için yarattığı ölüm ve adaletsiz yaşam karşısında eşitsizliklerin olmadığı, çocukların toplumsal özne olduğu, cinsiyet özgürlükçü, ekolojist bir yaşam inşa etmek için mücadele de baki elbette.