Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
No Result
View All Result

Barış Süreci ve Kadınlar

Nazan Üstündağ Nazan Üstündağ
31 Ağustos 2025
Yazı
0
Barış Süreci ve Kadınlar
0
SHARES
285
VIEWS
Facebook İle PaylaşTwitter İle Paylaş

Hukuka yapılan yatırım eğer bir araç olarak görülmez bir amaç haline gelirse -yani hukuksal değişim bir fetiş haline gelirse- uzun dönemde tasviye ve hayal kırıklığı da kaçınılmaz oluyor. Yasaların kalıcılığı, kurumsallaşması ve uygulanırlığı bildiğimiz gibi tamamen siyasi mücadeleye bağlı

Jin Dergi dünyada kadınlar ve barış süreçleri üzerine yazmamı istediğinde aslında aklımda daha önceden çokça yazdıklarımı bir şekliyle tekrarlamak vardı. 2013 yılında Barış İçin Kadın Girişimi’nde hazırlamam istenen bir sunum üzerine bu konuda çalışmaya başlamış, 2015 yılında, o zamanki Çözüm Süreci sona erene kadar da epey bilgi biriktirmiştim.

Öte yandan 2015 yılından bu yana, Türkiye sahasında bu konu ile ilgili çalışan DEMOS, DİSA ve Hafıza Merkezi gibi oluşumların kaleme aldığı raporlar hem barış süreçleri hem de kadınların bu süreçlere katılma mücadeleleri hakkında ürettikleri bilgilerle benim birikimimi kat be kat aştılar. Bense aslında bu çalışmadan uzaklaşarak başka konulara merak saldım. Şimdi dönüp baktığımda -her ne kadar o zaman daha çok iç güdüler ve karın ağrılarıyla hareket etsem de- kendime bunun neden böyle olduğuna dair anlattığım bir hikaye var.

Sanırım bu çalışmadan uzaklaşmamın en önemli sebeplerinden biri nihayetinde kadınlar açısından barış süreçlerine katılınsa ve kimi yasal değişimler sağlansa dahi bunların kalıcı olmamış olması. Genellikle liberal bir çerçevede gelişen ve başarılı olarak adlandırılan barış süreçleri arasında -kimi örnek alacak özellikler olsa da- halklar ve kadınlar için özgürlük yolunu açmış bir süreçten söz etmek mümkün değil. Bugün dünyada yükselen faşizmi ve bunun karşısında halkların faşizmi geriletmek konusunda ancak çok sınırlı araçlara sahip olduklarını gözettiğimizde, bu gerçekliği yok sayıp, küresel faşizmin yükselişinden ayrışık bir barış süreci tarihine sahip çıkmak oldukça zor. Daha önce (2013-2015 yılları arasında) yazdığım çeşitli yazılarda belirtmiş olduğum gibi barış süreçleri genellikle mülkleşme, haneleşme ve devletleşme süreçlerine katkı sunmuş ve halkları ve kadınları özgürleştirmek şöyle dursun, mücadeleleri bir biçimde tasviye ederek kapitalizmin içine katmışlar. Bu süreçlerin dışında kalan (mülksüzleşen, hanesizleşen ve devletsizleşen) halkları ise örgütsüz bırakmışlar.

Bunu barış süreçlerinin içini boşaltmak için söylemiyorum. Tam tersine. Ancak gerçekleşmiş olan barış süreçleri ile eleştirel bir ilişkiye girdiğimizde ve dünyanın bugünkü durumu ile süreçler arasındaki ilişkiyi kurduğumuzda, yeni, yaratıcı ve özgürleştirici bir süreç gerçekleştirebileceğimizi düşündüğüm için söylüyorum. Nihayetinde, Abdullah Öcalan’ın süreci içine yerleştirdiği demokrasi, pozitif entegrasyon, özgürlük ve sosyalizm bağlamını da bu şekilde anlıyorum.

2013-2015 yılında bizim de deneyimlediğimiz ve dünyanın birçok ülkesinde de deneyimlendiği gibi barış süreçlerinin en önemli özelliği toplumsal hareketlenme için çok büyük bir imkan sağlaması. Hangi şartlar içinde gerçekleşirse gerçekleşsin, barış süreçleri bir yandan daha önceden asla ilişkiye girmesi mümkün olmayan gruplar arasında bir ilişkilenme imkanı doğururken, bir yandan da daha önce sürekli yasaklanan ve cezalandırılan örgütlenmelerin yeşermesine imkan sağlıyor. Bir diğer deyişle sürecin kendisi özgürlüğün pratikleşmesi için bir olanak.

Açıklamak (ya da hatırlamak) gerekirse: Bolivya’da, Kolombiya’da ve Güney Afrika’da olduğu gibi Türkiye’de de 2013-2015 yılları arasında yaşanan barış süreci bir özgürlük zamanıydı. Barış süreci bir çoğumuz için çeşitli konferanslar, kongreler, kurulan yeni kurumlar ve sokak eylemleri sayesinde önceden tahmin edilmeyen, süresi ve sonu bilinmeyen, beklenmedik ilişkilere girmenin zemini oldu. Daha önceden görünmez olan birçok yaşam deneyimi ve var oluşun Türkiye düzleminde görünür ve konuşulur olduğu bir açıklık yaşandı. Devletin söylemsel ve fiziksel kontrolünü azalttığı alanlarda (Abdullah Öcalan’ın manifestosuna referansla) dış alana çekilmiş ve toplumdan kopartılarak devlete delege edilmiş çatışmaların gündelik hayatta yaşanmasının mümkün kılındığı ve bu sebeple de (çözülmese dahi şiddetsiz bir biçimde deneyimlenebildiği) bir dönemdi.

Kendi adıma o zamanlar içinde yer aldığım Barış İçin Kadın Girişimi ve Barış İçin Akademisyenler ağı (belki de kısmen komün olarak görülebilir) benim için bunu mümkün kılan araçlar ve amaçlar olmuştu. Barış İçin Kadın Girişimi’nin düzenlediği yerel paneller sayesinde Lice’den ya da Çanakkale’den kadınlarla karşılaşmak, farklı partilerden kadın milletvekilleri ile buluşmak, Akil İnsanlar Heyeti’nden kadınlarla tartışmak, kadın gazeteciler ile toplanmak, Barış İçin Akademisyenler’in oluşturduğu ağ sayesinde Türkiye’nin dört bir yanından akademisyenleri dinlemek bu bahsettiğim özgürlük ve büyünün yapı taşlarıydı. Gezi Park’ında futbol taraftarları ile ya da Üsküdar’da kendini muhafazakar olarak tanımlayan kadınlarla barışı konuşmak, barış sürecini başka bir toplumsallığın eşiğine dönüştürmüştü. Şimdi dönüp baktığımda, tam da bu sebeple süreci örgütlemenin, kazanım yaratmak kadar hatta daha çok önemi olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle barış mücadelesini devletle pazarlık sayesinde elde edilecek belli talepler olarak kurgulamaktansa, herkesin kendi ilişkiselliğini, hareketliliğini ve kapasitesini geliştirdiği ve çoğalttığı bir imkan olarak değerlendirmek taraftarıyım.

Kadınlar açısından barış süreçlerine böyle bakılmasını engellediğini düşündüğüm iki konuyu ele alayım. Bunlardan birincisi hukuk alanını en önemli kazanım alanı olarak tanımlamak. İkincisi ise mücadele içinde kadınların yarattığı değerleri kadın mücadelesinin merkezine taşımamak.

Hukuk

Hukuk alanı önemli mücadele alanlarından biri. Hukuk alanı hem toplumun somut bir talep çevresinde örgütlenmesini hem de mücadelenin kazanımını görünür kılmasını sağlıyor. Üstelik hukuk değişimleri toplumsal hegemonyanın değişmesi için de önemli bir adım. Öte yandan hukuk mücadelesi toplumsal alanı bir mücadele alanı olmaktan çıkartma, toplumu devlet dışı gerçekleşecek siyasi ve ahlaki alana kör etme, örgütsel aklı merkezileştirme ve üstencileştirme riskleri taşıyor.

Anayasa yapım sürecinde yer almış, Bolivyalı ve yerel halktan feminist bir kadının Jin TV için yaptığım bir röportajında defalarca altını çizdiği gibi, hukuka yapılan yatırım eğer bir araç olarak görülmez bir amaç haline gelirse -yani hukuksal değişim bir fetiş haline gelirse- uzun dönemde tasviye ve hayal kırıklığı da kaçınılmaz oluyor. Yasaların kalıcılığı, kurumsallaşması ve uygulanırlığı bildiğimiz gibi tamamen siyasi mücadeleye bağlı. Nitekim kadın katılımı için çokça örnek verdiğimiz ve 1325 kararının en başarıyla uygulandığı Afganistan ya da Etiyopya gibi ülkelerin durumu ortada.

Yine Güney Afrika, Kolombiya ve Bolivya’da -yani kadınların en etkin katılım gösterdiği ülkelerde- kadınlarla yapılan görüşmeler, bunların hemen hepsinin süreçlere nostalji ile baktığını gösteriyor.  Süreç esnasındaki halklaşma anına büyük bir özlem duyuyorlar, ancak şahane anayasalara sahip olmalarına rağmen toplumsal dönüşümün tam tersi bir akış kazanarak mücadelenin tasviye olduğunu söylüyorlar. Sonuçta (uluslararası ve şu anda iflas etmiş kimi platformlarda konuşurluk ve görünürlük kazanmak dışında) güçlenmediklerini belirtiyorlar.  

Bu bana şunu düşündürtüyor: Demek ki çerçevelerimizi altüst etmeliyiz. Bir diğer deyişle barışı hukuksal bir dönüşüm değil, toplumsallaşmak, halklaşmak, örgütlenmek için bir fırsat olarak tanımlamalıyız. Ancak böyle bir tanım yaptığımızda var olan mücadele geleneklerimizin de ciddi anlamda alt üst olmasına izin vermeli, yeni-yaratıcı (belki çok daha aşağıda görülebilecek talepleri amaçlayan) -ancak kitlesel olduğu ölçüde radikal ve katılımcı eylemlilikler hayal etmeliyiz. Örneğin anadili hedefleyen bir hareketin tüm Türkiye’ye yayılması için kadınlara sadece her yerde ve her alanda Kürtçe merhaba demelerini cesaretlendirmesi gibi. Örneğin her kadının birbirine neden barış istediğini yazan mektuplar atması gibi…

Değerler

İkinci bir mesele ise kadınların katılım gösterdiği barış süreçlerinde dahi, bu katılımın hukuk zeminine ve devletin başrol oynadığı bir kamusal olana çekildiği ölçüde, bunun çatışma sırasında üretilmiş önemli değerler pahasına gerçekleşmesi.

Örgütlenmiş ve çocuklarını arayarak; düzene, çocuğuna olan sevgisiyle meydan okuyan bir annenin, halkının temsiliyeti yasakken onu parlamento zemininde temsil eden bir kadın siyasetçinin ya da ait olduğu söylenen “hane” ile tüm bağlarını koparmış ölüm kalım eşiğinde bir kolektifin parçası olarak yaşayan kadın gerillanın ürettiği “fark”ın tam da tersine silinmeye çalışıldığı bir süreç olmuş barış süreci. Bunların yerine liberal farklar ikame edilmiş. Gerilla, kayıplarını arayan anne ya da imkansızlığın siyasetini yapan kadın, geçmiş zamanın bir kalıntısı haline gelmiş. Kadın mücadelesinin bu figürleri güncelleyerek merkezine katması gerekli. Yer sebebiyle şimdilik bunu kısa geçiyorum.

Son olarak, dünyadaki hemen hemen tüm sömürge karşıtı silahlı hareketin ortak özelliği kadın mücadelesini (ideolojisiz olduğu ölçüde sonrasında tasviye etse de) arttırmış olması. Ancak hukuk ve devlet alanında yer alındığı ölçüde hareketler elitleşiyor ve devlet dilini konuşmayan kadınlar sahneden uzaklaşıyor. Bu da bize gösteriyor ki devlet dilini konuşmayan kadınların söylemlerini sağlamlaştırmak, güçlendirmek ve çoğaltmak gerekiyor. Bu da ancak gündelik hayatı benzer olan (depremzede kadınlar, emekçi kadınlar vs.) kadınların bir araya gelmesiyle ve ilişkilenmesiyle olacak bir şey. Son zamanlarda en etkilendiğim kadın eylemi örneğini vereyim. O da Tigray’da Etiyopya askerleri tarafından tecavüze uğrayan köylü kadınlarla Rwanda’da soykırım sırasında tecavüze uğrayan kadınların bir araya gelerek birbirlerine hikayelerini anlatmaları…

Son olarak elbette bunları barış sürecini ya da kadınların burada yer almasını desteklemediğim için söylemiyorum. İkisini de tüm varlığımla destekliyorum. Ancak kadınların çok iyi bildiği bir hakikatin tekrar altını çizmek istiyorum. O da meselenin aslında kadınların kazanımlarından çok, barış sürecini kendi mücadele kavramları ve örgütlenmelerini bir üst seviyeye çıkartmaları için bir fırsat olduğu. Hukuki zeminde de gerçekleşecek olan ve gerçekleşmesi gereken bu mücadelenin yeni bilgilerin ve ilişkilerin keşfedilmesi, yaratılması ve dolaşıma girmesi çevresinde kurgulanması. Gene hepimiz barış mücadelesinde yer almış kadınlar olarak kadın hareketini ancak böyle büyüleyeceğimizi ve çekici ve etkin kılacağımızı da biliyoruz.

Etiketler: BarışBarış ve KadınlarFeminizmKadın DayanışmasıKadın haklarıKadın MücadelesiKürt kadın mücadelesiMüzakereSavaşSayı 131
Önceki İçerik

Ortadoğu’nun Tarihsel Denkleminde “Barış ve Demokratik Toplum” Çağrısının Önemi

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

No Result
View All Result
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.