Bu ülkede cezasızlık sadece bir hukuk sorunu ya da eksiklik de değil. Bir yönetim biçimi. Fail erkeklerin, zenginlerin, bir fotoğraf karesine sığınanların korunduğu bir düzen. Oysa adalet, ayrıcalıklıların değil, eşit yurttaşların tarafında olursa mümkün. Gülistan’la simgeleşen kayıp olgusuyla cezasızlık, adalet sisteminin her alanındaki kurumsal erozyonu gösteriyor
“Gülistan Doku nerede?” diye sormaya başlayalı altı yıl olmuş. Bu topraklar olmuş Gülistan. Bu ülkede her kayıp, her cinayet, her şüpheli ölüm aynı duvarın önünde duruyor: Cezasızlık. Gülistan’la başlamadı belki ama onun kayboluşu, cezasızlığın kurumsallaşmasının sembolü oldu.
Gülistan’dan bu yana Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 1858 kadın cinayeti, 1387 şüpheli kadın ölümü gerçekleşti. Kaç kadının hala bulunamadığını ise kimse bilmiyor. Her birinin bir zamanlar gülen yüzleri, inci gibi parlayan gözleri vardı. Her biri, Gülistan gibi adaletin gölgesinde kayboldu.
Bir Rejim Olarak Cezasızlık
Gülistan’ı sevenlerin payına düşen acı, ne yazık ki ne “kadın cinayeti” ne de “şüpheli ölüm” diyememek. Sadece o aynı soru: “Gülistan Doku nerede?” Bu sorunun cevabı hala yok; ama cevapsızlık kadın cinayetlerinde ve şüpheli kadın ölümlerinde süregelen cezasızlığın yolu oldu. Altı yıldır havada asılı duran, gözlerin yorgunluğuna, yumrukların direncine kazınmış bir soru. Ve hala soranlar ayakta!
Cezasızlık, bu ülkenin kalıcı rejimlerinden biri. Bir rejim; çünkü bireysel değil, sistematik. Bir düzen; çünkü her kurum elbirliğiyle sürdürüyor. Koruma kararına rağmen öldürülen kadınlar, hiç açılmayan davalar, etkin soruşturma yürütülmeyen dosyalar… Faillere “erkeklik”ten indirim, katillere serbestlik. Devletin her tereddüdü, cezasızlığı büyütüyor. Şiddete uğrayan, 6284 sayılı yasa* etkin uygulanmadığında, her bir kadının tedirginliğinde ‘Yine mi?’ diyoruz.
Adaletin Ağırlığı Altında
Ceyda Yüksel davasında mahkeme, “kadının erkeğin cinsel yakınlaşma isteğini geri çevirmesini” tahrik saydı. Suzan Elik, uzaklaştırma kararı olmasına rağmen öldürüldü, katil Yunus Elik hâlâ yakalanmadı. Esra Karaca, dört kez uzaklaştırma kararı aldırdı, silahına el konulmadı ve o da öldürüldü. Nermin Tirit cezaevinden çıktığı gün peşine düşen katil tarafından öldürüldü. Rojin Kabaiş’in dosyasında iki farklı erkek DNA’sı bulunmasına rağmen hâlâ somut bir şüpheli yok. Verilen önergeler reddedildi. Nilay Kotan, adliyenin gölgesinde, 15 el ateş edilerek yaşamını yitirdi. Hepsi, Gülistan gibi, sistemin göz yumduğu kadınlar.
Gülistan’ın ablası Aygül Doku’nun sözleri durumu açıklıyor: “Avuç içi kadar her köşesi MOBESE olan bir kentte 21 yaşında Gülistan için ‘kuş olup uçtu’ dediler” oysa dosyaya 700 saatlik Kent Güvenlik Yönetim Sistemi (KGYS) ve iş yeri güvenlik kamerası görüntüleri girdi. Buna rağmen, altı yıldır bu ele alınmamıştı. Ne Gülistan’dan bir iz bulundu ne de soruşturma somut bir sonuca ulaştı. Cezasızlık adalet duygusunu yok ediyor.
Bu ülkede cezasızlık sadece bir hukuk sorunu ya da eksiklik de değil. Bir yönetim biçimi. Fail erkeklerin, zenginlerin, bir fotoğraf karesine sığınanların korunduğu bir düzen. Oysa adalet, ayrıcalıklıların değil, eşit yurttaşların tarafında olursa mümkün. Gülistan’la simgeleşen kayıp olgusuyla cezasızlık, adalet sisteminin her alanındaki kurumsal erozyonu gösteriyor.
Dünya Adalet Projesi 2025 (World Justice Project 2025) verilerine göre Türkiye, 143 ülke arasında 118. sırada. Son 10 yılda 38 sıra geriledi. En çok gerileyen ülkeler arasında da ikinci sırada ve Temel Haklar kategorisindeyse 134. sıradayız. Bu sadece hukukun değil, kadınların yaşam hakkının da sistematik olarak ihlal edildiğinin göstergesi. Aynı zamanda hakların birbirine nasıl bağlı olduğunu hatırlatıyor.
Adaletin çöktüğü yerde demokrasi ayakta kalmaz. Seçilmiş belediyelere kayyım atandığında, muhalifler tutuklandığında, basın susturulduğunda, adaletsizlik, kadınların yaşam hakkına kadar sızıyor. Hukuk yoksa, yaşam da güvencesizdir.
Adalet ve demokrasi göstergelerindeki bu düşüş, her bir kadın cinayeti dosyasının neden sürüncemede kaldığını, her bir şüpheli ölümün neden karanlıkta bırakıldığını da açıklıyor aslında. Çünkü hak ihlaliyle başlayan her suskunluk, cezasızlığın bir başka halkasını örüyor.
Peki Kimin için Cezasızlık?
Bu ülkede cezasızlık, adalet isteyenler için değil. Uydurma delillerle tutuklananlar, siyasetçiler, gazeteciler, grevdeki işçiler, baklava çalanlar, meşru müdafaa hakkını kullanan kadınlar için hiç değil. Cezasızlık ayrıcalıklılar için işliyor: Kadın katilleri, tecavüz failleri, patronlar, yandaşlar, pudracılar, vurguncular için. Böyle bir ittifakla karşı karşıyayız.
Ama biz de kendi ittifakımızı kuracağız: adaletin ve eşitliğin ittifakını.
Yeni Paket Eski Zihniyet
Şimdi önümüzde 11. yargı paketi var. Taslağa göre: “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” Yani şiddet faillerini dahi bulmadıkları yurttaşlarının varlığını ve davranışlarını cezalandırmak istiyorlar.
Yaşam hakkını güvenceye alan İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesi ardından devletin yönü koruma yükümlülüğünden cezalandırma yetkisine çevrildi. Bu paket, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini doğrudan hedef alıyor. Cezasızlığın üreticisi olan adalet sistemi, şimdi aynı sistemle özgürlükleri sınırlıyor. Aynı sistem, suça sürüklenen çocuklarla ilgili sorumluluklarını gerçekleştirmek yerine cezasını artırarak, çocukluğu bile adaletin dışına itmek istiyor.
Bu bir hukuk paketi değil de, istediğine yargı dağıtma paketi. Bu “yeni” paket, aslında eski zihniyetin devamı: Korumayan, soruşturmayan, cezalandırmayan ama kadınları, LGBTİQ+’ları ve muhalifleri cezalandırmakta ısrar eden bir yargı düzeni. Halbuki cezasızlığın önüne geçilmeli, sözde ahlakçı yeni cezalar üretilmemeli.
Cezasızlığın Karşısında
İstanbul Sözleşmesi yürürlükte ve çizdiği çerçeve hala geçerli: Şiddet önlenmeli, koruma mekanizmaları etkin olmalı, suçlar etkili biçimde soruşturulmalı ve kovuşturulmalı. Ama bugün bunların hiçbirinin uygulanmadığını görüyoruz.
Cezasızlık, “en ağır cezayı” değil, etkili, orantılı ve caydırıcı adaleti gerektirir. Yetkililer delillerin karartılmasına izin vermemeli, “toplumsal normlar” bahanesiyle haksız tahrik indirimleri uygulanmamalı.
Yine de Mücadele Sonuç Veriyor
Bu karanlıkta bile bize umut veren gelişmeler var. Gecikmiş olsa da, bazı davalar cezasızlığın mutlak olmadığını gösteriyor. İzmir’de boşanma aşamasındaki Kaffar Yeğin tarafından öldürülen Hülya Şellavcı davasında, devletin koruma yükümlülüğünü yerine getirmediği gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı tazminata mahkum edildi. Bu karar, failin cezalandırılmasından öte, devletin sorumluluğunu tescilledi. Yani kamu görevinin ihlali artık hukuken görünür hale geldi.
Ezgi Zerkin davasında koruma tedbirlerinin etkili uygulanmaması nedeniyle İçişleri Bakanlığı ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tazminata mahkûm edildi. AYM’nin başka bir kararında boşanma aşamasındaki eşinden şiddet gören bir kadının başka bir ilçeye tayin istemesinin reddi üzerine maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlali kararı verildi.
Benzer biçimde, Rabia Naz Vatan soruşturmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi kararı, yedi yıl sonra da olsa, soruşturmanın özensiz yürütülmesi nedeniyle “yaşam hakkı ihlali” tespiti yaptı.
Bu kararlar, hem adalet arayışının hem de toplumsal baskının sonuç verebildiğini gösteriyor.
Her kazanım bir sonrakine ışık tutuyor. Cezasızlık adaletin altını kemiriyor. Duvarlar önümüzde. Ama o duvarları çatlatacağız. Adaletsizlikleri er ya da geç yıkacağız. Eşitliğe kavuşacağız. Ve demokrasiye sahip çıkarsak o zaman önleyici politikaları daha çok konuşacağız.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma günü. 1960’lardan bugüne hala mücadele ettiğimiz benzer sorunlar var. Mirabel Kardeşler’in mücadelesini bu 25 Kasım’da ve her gün daha da yükselterek devam edeceğiz.
Son Not:
*Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun

