Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
No Result
View All Result

Altı Günlük Tutsaklık: Kadınların Hikayeleri ve Mücadele Umudu

Hülya Anci Hülya Anci
7 Eylül 2025
Yazı
0
Altı Günlük Tutsaklık: Kadınların Hikayeleri ve Mücadele Umudu
0
SHARES
57
VIEWS
Facebook İle PaylaşTwitter İle Paylaş

Artık buradayım, içeride. Kaçınılmaz sonu bir başlangıç olarak ele almalıyım. Oldum olası içerisinde bulunduğum mekana ve mekândaki insanlara karşı sorumluluk duygusuyla hareket etmeyi bir ilke edinmişimdir kendime. Sadece siyasi ve politik bir kimlikten değil, kişilik ve karakterimden hareketle de bu böyledir bende. Tabii, siyasi kimliğin harekete geçirici mekanizması bir gerçeklik. Bu gerçeklikle, kısa bir süre de olsa birlikte yaşayacağım bu kadınlara temas etmeliydim, dünyalarını anlamalıydım

Her şey çok hızlı gelişmişti, haberim olmadan. Sur’un daracık sokaklarında üç yıllık cezamın onandığı haberini alınca içim de daraldı Sur gibi. Peki, şimdi ne olacaktı? Bir daha karşılaşmak soğuk duvarlarla ve yaşamak yeniden tutsaklığı. Üstelik ne kadar kalacağımın ve kimlerle kalacağımın belirsizliği ile. Yalan yok, stresten ritmi bozuk kalbimin teklediği doğru. İşin bir de çağrı boyutu var; namaza çağrı değil bu, mahkûmiyete çağrı. En fazla on gün var bu çağrıda, fazlası yok. Ama benim gözüm ise fazlasında, hatta bu fazlalık mahkûmiyetin hiç olmamasında. Zaman gittikçe daralıyor, çanlar benim için çalıyor. Bu zaman zarfında fedakar yoldaşlarımın arayışları hat safhada, telefonları çalmakta. Zaman daralırken hızlı Gonzales misali bir avukat bulmalı ve vekaleti vermeli. Her an noterden alınabilirim tedirginliği ile kısa zamanda avukat işi de halledildi.

İşin önemli bir kısmı halledilmişse de asıl iş hangi açık cezaevinde? Dosya adli, ben ise siyasi; bu ne yaman çelişki ya Rabbi! Avukatım bir sürü seçenek sundu önüme, cezaevi beğenme sırası ise bende. Tuhaf bir duygu tabii. Yakın olma duygusu ile Elazığ Sivrice Açık Cezaevi baskın geldi. Daha sonra Elazığ’da çıplak aramanın dayatıldığını, sayım için tekmil alındığını duyunca uzak kalmak en iyisiydi. Adana seçeneği geldi önüme, kim yardımcı olur derken bulduk bir avukat arkadaş. Meğer pek de farklı değilmiş Elazığ’dan, kafamız karıştı kararsızlıktan. Hepimizde bir stres, bende bir an önce ne olacaksa olsun duygusu ve yoldaşlarımdan ayrılacak olmanın hüznü… Son güne kadar da bir fırtına tuttu bizi. Ve artık vakit tamam, gitmek vakti. Yoldaşlarımın ve avukatın hızlıca hareket edeceğine olan inancımla ve kısa kalacağımın duygusuyla Elazığ’a adliler arasına doğru yol almak için vedalaştık. Avukatımın gelemeyeceğini öğrenince, sağ olsun bir başka avukat arkadaş eşlik edecekti bana. Adliyeye gidene kadar da Elazığ diye biliyorken, zaman algım karışmış, duygularım karışık bir şekilde kimi istişareler sonucu Diyarbakır Kadın Kapalı’ya gitme kararı aldım-aldık. Rolü değişmişti yanımdaki avukatın; cezaevinden çıkarması gerekirken cezaevine gönderiyordu. Alın size bir tuhaflık daha!

Ekip aracıyla cezaevine doğru yol alırken kafamda binlerce soru. Tutanak almamı gerektirecek bir durum yaşayacak mıyım acaba? Bu yönlü öğüt aldım yoldaşlardan ve avukattan: “Sen, sen ol, sakın tutanak alma, müddetnamen geldiği gibi çıkarsın.” Hoş, zaten ben de öyle hır gür çıkaran biri değilim ama neticede dosya adli, personel yaklaşımları belli. Dosya adli olunca, işi espriye döken yoldaşlarla gülmelerimiz de oldu tabii. Karışık bir duyguyla cezaevine giriş yaptım. Demir kapı, parmaklıklar, üniformalar, sorular, işlem ve uygulamalar… Her şey daha önceki cezaevinde bıraktığım gibi. Evet, daha önce dokuz yıl gibi bir süre cezaevi geçmişim var benim. O zaman “Ne diye bu telaş?” diyebilirsiniz tabii. Mesele, beni neyin beklediğini bilmiyor olmam.

Neyse ki kaygılandığım gibi olmadı, girişte bir problem yaşamadım. Ben yine de arkadaşların arasına gitme talebinde bulundum, yok dediler. Tekliye gitme talebim de karşılanmadı çünkü doluydu. El mahkumum artık! Kir pas içinde bırakılmış bir yatağı ve çarşafları sürükleyerek koğuşa doğru yol aldım. Kapının açılmasıyla tahmin ettiğim ama yaşamadığım dünyaya Tanrı tarafından fırlatılmış gibi hissettim kendimi. İçeri girmemle 13 çift gözle karşılaşmam bir oldu. Dilim damağıma yapışmış bir haldeydi. Çekinerek de olsa bir bardak su istedim. Suyu henüz bitirmemişken, sorular bitiverdi önüme. Hızlıca soruları geçiştirdim: “Bu adli dosya, çok kalmayacağım, girdi-çıktı yapacağım sadece,” dedim. Bunu söylerken de acaba çıkabilecek miyim duygusu hemen yanı başımda.

Kirli yatağı iyice kirletmiştim sürükleyince. Bu yatakta nasıl uyurum, dedim kendi kendime. Yatağı yukarı çıkarıp, neyse ki temiz olan çarşafları serdim üstüne. Gözüm görmesin diye. Çıkana kadar da o yatağın hali bir diken gibi hiç uyutmadı beni. Artık buradayım, içeride. Kaçınılmaz sonu bir başlangıç olarak ele almalıyım. Oldum olası içerisinde bulunduğum mekana ve mekândaki insanlara karşı sorumluluk duygusuyla hareket etmeyi bir ilke edinmişimdir kendime. Sadece siyasi ve politik bir kimlikten değil, kişilik ve karakterimden hareketle de bu böyledir bende. Tabii, siyasi kimliğin harekete geçirici mekanizması bir gerçeklik. Bu gerçeklikle, kısa bir süre de olsa birlikte yaşayacağım bu kadınlara temas etmeliydim, dünyalarını anlamalıydım. İlk gün kimi kaygılarla soruları geçiştirmiştim. İkinci gün, önceki deneyimimin alışkanlığıyla sabah 7.30’da uyandım. Sessiz avluda sessizce volta attım. Hoş, uyuyamamıştım zaten. Onlar, gün ağırdığı için değil, sayım için uyanırlardı. Güne dair pek de umutları yoktu aslında; bu yüzden uyku onlarda kaçış hâliydi. Erkenden uyanmam dikkatlerini çekmişti, soru işaretleri yaratmıştı: “Bizim gibi değilsin, daha önce cezaevinde kalmış gibisin,” dediler. Evet, ben bir siyasiyim ve daha önce cezaevinde kaldım,” dedim. Şok olmuş bakışları arasında içlerinden biri, “Siyasi değil, terör,” diye çıkıştı. Sakince tepkisini dindirmeye çalıştıysam da başaramadım, tartışmayı uzatmadan kapattım. Çünkü nasıl bir yönelimleri olur belli değildi, üstelik hepsi uyuşturucu kullanmış ve satmış kişilerdi. Hala kanlarında uyuşturucunun etkisi dolaşıyordu; bu yüzden öfke patlamaları yaşıyor ve kusacak yer arıyorlardı.

Her şeye rağmen minik adımlarla yaklaşmaya çalıştım her birine. Ben adım attıkça onlar da yaklaşıyordu, fark ettim. Bu beni yüreklendirdi. Zaman geçtikçe öfkeleri biraz daha dinmiş, merakları artmıştı. Kendi davetleri üzerine oturup sorularına cevap olmaya çalıştım. Her birinin gözü kulağı olabilecek bir yasa değişikliğinde, bir genel afta. Ne olup bittiğini anlamadıkları ortada. Sürece vakıf olduğum kadarıyla dilim döndüğünce anlattım. Kürdü, Kürt mücadelesini, haklı gerekçelerini doğru ve anlayabilecekleri bir dille anlatmak o an en esaslı görevimdi. Yaklaşık 2 saati bulan bir sohbetin sonunda şu cümleleri duymakla yüreğime huzur gelip konmuştu: “Biz aslında Kürtleri hep kötü bildik; anne babalarımız bize böyle anlattı. Bu yüzden onlara karşı öfke ve önyargımız çok fazla. Daha önce siyasi biriyle tanışmadık, onunla yaşamadık. Bazı şeyler yanlış anlatılıyor, biz ‘terör’ demek istemesek de personel dedirtiyor, televizyon dedirtiyor. Hakkınızı aramanıza saygı duyuyoruz.” Derdim tam da buydu. Bir nebze de olsa kırmak, tarihe karaçalınmış ön yargıları sevgiyle doldurmak, gözlerdeki akı. O gece kirli yatağın dikeni ile değil, anlatmaya çalıştığım mücadelenin heyecanıyla uyudum. Sözcüklerin kanatlı olduğuna hep inanırım; onlar uçar ve konar yüreğe, gösterir etkisini böylece.

Koğuştakilerin havası değişmişti, daha bir hareketli ve pozitif bir hava vardı ortamda. Yıllardır biriken, daha doğrusu biriktirilen duyguları masaya yatırmak, onları rahatlatmıştı. Konuşmak, yüzleşmek ilaçtı işte; barış ise asıl reçete. Her birinin dehşete düşüren hikâyesi vardı ve bu hikâyeden bin pişman halleri. Para varsa, ucunda uyuşturucu zehir de olsa satılırdı. Paranın kıymetsizliğini bir nebze de olsa anlamışlardı dört duvar arasında. Ama bu işte kararlı olanlar da vardı; onları kararsız düşürmek için çabam oldu elbette. Bencil ve bireysel bir yaşamları vardı haliyle. Bu yüzden öyle siyasi ortamlardaki gibi komünal bir yaşamı beklemek hayaldi. Bu durum beni çok zorladı tabii; kimse yokmuş gibi bir şey yemek adetim değildi, bizde önce yoldaş gelirdi. Bu yüzden bu süre zarfında tam tamına 5 kg verdim, açlıktan değil yoldaşsızlıktan.

Yaşam tarzını değiştirmek ve hep birlikte oturup zaman geçirmek için kantin alışverişi yaptım. Koğuş sorumlusunun çay yapmasını rica ettim çünkü kettle ve çay onlara ait. Sofrayı uzunlamasına yere serdim, eylem yapıyormuş gibi heyecanlıydım. Gerçi gibisi fazla, eylemin ta kendisi. Hepsi merakla bana bakıyordu. Ve işte çay da hazırdı, hadi hep birlikte sofraya. Garip gelmişti sofranın uzunluğu; onlarda sofra kısa, çünkü tek başına. Aynı sofrada bir arada olmanın kıymeti daha bir hissettirmişti kendisini. Çekinerek de olsa küçük küçük bir yerden başladılar yemeye. Sohbet etmeye başladık yavaşça. Sohbetin sonunda boş tabakları görünce sevindim. Tek başına değil, birlikte boşalttık tabakları ama boş bırakılan empati duygusunu biraz daha doldurmuştuk, hissediyorum. Dayatılan bencil ve bireysel bir yaşamın toplumsallıktan nasıl uzaklaştırdığını açıkça gösteren bir sofraydı. Nitekim hayır dağıttığımı sanıp, Kürtçe ve Türkçe “Allah hayrını kabul etsin” cümleleriyle bir anda etrafım sarıldı. Şaşırmıştım çünkü bu bir hayır değildi, olması gerekendi. O gece sofranın konusu; uyuşturucunun kötülüğü, her birinin yaşamını, ailesini nasıl paramparça ettiğiydi. Aramızda pembe kimlikli trans erkek de vardı; dağılmış ailesinin yanında maruz kaldığı baskılar ise hat safhada. Kendi dünyasına dair bilinçli, siyasileri ise seven ve değer veren biriydi. Neyse ki cezaevinde vakti az, pozitif enerjisi çoktu. Koğuşta her bir kadınla ilişki geliştirmeye çalışırken Marx’ın o ünlü sözü geldi aklıma: “Anlatılan bizim hikâyemiz.” Evet, her birinin hikâyesi toplumsal bir gerçekti.

Altı gün, beş gecenin sonunda kurula çıkmadan tahliye haberini aldım. Aşağıdan seslendiler bana, sevinçle. Çok eşyam yoktu, olanı da bırakacaktım zaten. Bu yüzden hızlıca hazırlandım. Ben hazırlanırken yukarıda boynuma ilk sarılan kadın, “siyasi değil, terör” diye çıkışan kadın oldu. Şaşırdım ve çok da mutlu oldum. Diğerleriyle vedalaşsam mı acaba diye düşünürken, aşağıda herkesin yuvarlak bir şekilde dizilip beni beklediklerini görünce duygulandım. Her birine tek tek sarılıp dışarıya doğru yol aldım. Bu kısa zamanda toplumun bu yönüyle yüzleşmem, duygu boyutuyla zorlasa da belli bir yoğunlaşma düzeyi de yarattı. Ahlaki ve politik toplumdan uzaklaşan, uzaklaştırılan toplum gerçekliği. Üstelik toplumun büyük bir oranı böyle. Amaçsız geçen başıboş zamanda, ağzından küfrü eksik olmayan kadınların varlığı dokunmuştu bana. Değer yaratıcısı kadının değersiz hâli bana mücadelenin ne kadar kutlu olduğunu bir kez daha göstermişti. Evet, kadınlar ancak mücadeleyle kendi değerlerini yaratabilir, hayatlarına akış sevincini katabilirler. Bir akış sevincini yaratabilmişsem, ne mutlu bana; bunu yapmak her birimiz için bir amaç aslında.

Etiketler: ahlaki politik toplumCezaevleriHapishaneKadın DayanışmasıKadın MücadelesiKomünSayı 132ToplumsallıkTutsaklık
Önceki İçerik

Barış Süreci ve Kadınlar

Sonraki İçerik

‘Aile Arabuluculuğu’ ve Diyanet’in İbretlik Fetvaları

Sonraki İçerik
‘Aile Arabuluculuğu’ ve Diyanet’in İbretlik Fetvaları

‘Aile Arabuluculuğu’ ve Diyanet’in İbretlik Fetvaları

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

No Result
View All Result
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.