21.yüzyıldayız ve hala kadınların neler yaşayabileceğini bilmiyoruz. Kadınlar olarak hem söylem hem de eylem alanında daha çok yer kaplamaya devam edeceğiz
“Biz hala bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz” diyen düşünür yaşadığı 17.yüzyıldan sesleniyor ve bu sözün kadınların yaşam uğraşısı içinde karşılığını ve anlamını esastan düşündürüyor. Spinoza, ‘Böyle gelmiş böyle gider’, ‘neysen o’sun başka türlüsü olmaz’ diyenlere karşı kadınların tekil olarak ve/veya kadınlarla birlikte yapabilirliklerine vurgu yapıyor adeta. Anlıyoruz ki kadınların tüm güçlüklere karşın hem varoluşunu sürdürme ve hem de var olma direncini göstermeye hem güçleri var hem de hakları. Kadınlar, kadın emekçiler olarak farkındayız: Biz durursak dünya durur! Kadınlar durursa evdeki yaşam, yeniden üretim ve işyerlerinde üretim durur, sokaklar, kentler yavaş yavaş ölür, kamusal alan yok olur! Bilim, siyaset, sanat ve sevgi üretilemez olur! İyi, doğru ve güzele dair her şeyin anlamı azalır, diyoruz ya hayat durur!
Tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutluyorum. Kutlamak sözcüğünü, biz kadınların, kadın emekçilerin hem geçmişten bugüne elde ettiğimiz kazanımlarını ve başarılarını hatırlamak ve üzerine yeniden düşünmek, hem de bugün ve gelecekte kutlanmaya değer yeni günler yaratmak için düşünmek ve eylemek olarak düşünüyoruz. Yani 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutlamak, gündelik yaşamımıza bir kez daha dikkatli bir kadın açısı ile bakarak geleceği örmek açısından çok önemli. Ancak yine de sorgulayanlar olacaktır, hala bir Dünya Kadınlar Gününe ihtiyacımız var mı diye. Evet, var. Dünya ve özellikle ülkemiz toplumsal cinsiyet eşitliğinden oldukça uzak! Toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi ve kadın dayanışması yıllara yayılacak bir uğraşı!
21.yüzyıldayız ve hala kadınların neler yaşayabileceğini bilmiyoruz. Kadınlar olarak hem söylem hem de eylem alanında daha çok yer kaplamaya devam edeceğiz. Kadın-oluş, yaşadığı ve başkalarından devralıp içselleştirdiği, eleştirdiği, değiştirdiği ve farklandırdığı deneyimlerin ilişkisel ve diyalektik bir sürecidir. Kadın zorunluluklar, tesadüfler, yapısal dinamikler, verili toplumsal ilişkiler, kişi iradesi/iradesizliği gibi pek çok etkenin diyalektik ve ilişkisel bir sürecin içinde oluşur.
Kadınların güçlenme ve özgürleşme mücadelesini kuşaklar itibariyle yeniden düşünelim. Bugün içinde yaşadığımız coğrafyanın bir yanında birinci kuşak feministlerin mücadelesi yürürken başka bir parçasında farklı kadınların, farklı kuşakların mücadeleleri sürüyor. 1968 öncesi birinci kuşak feministlerin itirazı egemen ataerkil görüşe idi. Bu görüşe göre kadının yeri evidir ve “kadının zamanı” yemek pişirme, eviyle ve eşiyle ilgilenme, çocuk doğurup büyütmeyle doldurulmalıdır. Kadın ancak boş tabakların ve bardakların yönetimi ile işlevli kılınmalıdır. Birinci kuşak feministler erkeklerle aynı haklara sahip olma arzusuna dayanıyorlardı. Erkeklerle aynı zamanı paylaşmak istiyorlardı. Çünkü zaman erkeklerin tekelindeydi. İlkelerinin en belirgin dayanağı erkeklerle aralarında bir fark olmadığı ve dolayısıyla aynı sosyal ve politik haklara sahip olmaları gerektiği iddiasıydı. Başkaldırının ardında karşı geldikleri düzenle özdeşleşme arzusu vardı ve başkaldırı radikal bir değişiklik yerine tanınma ve içerilme (dahil edilme) üzerinden yürütülmekte idi.[1] Birinci kuşak feministlerin mücadelesini anlatan Suffragette adlı film feministlerin taleplerini ve eylemlerini etkili biçimde ifade etmektedir.
Kristeva’nın peşinde olduğu soru, cinse dair farklılığın nasıl tanımlanacağıdır. Düşünüre göre, kadını erkekten farklı kılan sadece biyolojik farklılık değildir. Bu farklılığın anlam kazanması için mutlaka dil yoluyla telaffuz edilmesi gerekir. Başka bir deyişle cinse bağlı farklılık dil içinde yaratılır. Kadınların sorunlarının çözümü için sosyal dilsel temsil düzenlerinin ikisini de kapsayan psikosembolik yapının[2] irdelenmesi gerekir.[3] 1970’ler boyunca “ikinci kuşak” adıyla anılan feminist kuramcılar bu yapıyı fark edip, özdeşleşme yerine farklılığı esas almak suretiyle feminist söylemi bir başka boyuta taşımışlardır. Kristeva açısından söz konusu psikosembolik yapıyı anlamak, kadın-erkek arasındaki farkı güç, dil ve anlam bağlamlarında incelemenin yolunu açmıştır… Birinci kuşak feministlerin dışladığı “annelik”, ikinci kuşak feministlerce farklılığın en önemli öğesi olarak baş tacı edilmiştir.
Bu sorunsalın çözümünün “üçüncü kuşak” feminist kuramcıların yeni bakış açısında bedenleşeceği düşüncesi, Kristeva felsefesinin de kapılarını açıyor. Kristeva’ya göre, üçüncü kuşak feministlerin en başta gelen görevi her kadının tekliğini, öznelliğini ve özgünlüğünü vurgulamak olmalıdır. Kristeva şöyle diyor: “Kanımca, artık bütün kadınlar şeklinde konuşmamızın imkânsız olduğu bir döneme geldik. Artık tek tek kadınlardan bahsetmeliyiz. (…)” Kitle, sürü halindeki kadınlardan değil, tek tek özgün kadınlardan, bizlerden değil benlerden söz etmek gerektiğini ileri sürüyor Kristeva. Bizi, kendimizi bulmaya yönelten bakış açısı bu olmalı diyor. Kristeva’nın unes femmes fikrinin özü olan tek tek özgün kadınlardan oluşan bir topluluk olma halinin bazı amaçlar dâhilinde birlikte hareket etmeyi mümkün kılmak gibi olumlu sonuçlara yol açtığı tartışılmaz.[4]
Kadınlar toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi veriyor; emek, demokrasi ve barış mücadelesinin doğrudan içinde. Kadın hareketinin içinde yer alan veya bu hareketin dışında olsa da bir biçimde eşitsizliklere direnen milyonlarca kadın var. Tüm bu kadınların arasında, farklı mekan ve zaman dilimlerinde feminist düşüncenin her üç kuşağının temsillerinin olduğunu hissediyoruz.
Kapitalizmin aksiyomatiği ve devlet kodları kadınları bir yandan özel alanda tutmaya çalışıyor ve kadınların karma alanlarda kendilerini ifade etmelerini sınırlandırıyor. Öte yandan iktidarların böl-yönet stratejileri, kutuplaştırmaları, kadın örgütlenmelerini bölüyor ve birbirinden uzaklaştırıyor. Oysa bu kodlamalara tabi olmamak için farklı cinsiyetler arası, sınıfsal ve etnik karşılaşmaları örmek ve bağlantılar kurmak yeni düşünme, yaratma ve yaşama yollarını birlikte oluşturmak gerekir. Bu bağlamda kadınların mücadelesi çok eksenli, çok cepheli ve sadece üretim ve yeniden üretim süreçlerini değil, yaşamın her alanını sermaye ile hesaplaşmayı mümkün kılacak çoklu bir nitelik taşıyacaktır.
Artık kadınlar “aynı”nın yeniden üretildiği sahada değiller; aynılık kadını kapitalizmin ve ataerkil-muhafazakâr devlet yapılanmasının kuralları ve kodlarına uygun düşünmeye ve eylemeye çağırır. Oysa “biz hala bir kadın bedeninin neler yapabileceğini bilmiyoruz.” Kadınlar yeniden üretim alanındaki engellerin farkındadır; temellendirici olanın toplumsal cinsiyet rollerinin zorladığı özdeşlik değil, “fark” olduğunu anlamışlardır. Artık kadınlar, farkları olumlayan, böylece eyleme gücünü artıran, deneysel nitelikler taşıyan oluşun alanındadır.
Etkin ve olumlayıcı bir beden olarak yola çıkmak, Hannah Stark’a göre yeni düşünme, yaratma ve yaşama biçimleri oluşturmaktır.[5] Bir güce sahibiz, bu bir enerji! Bu enerjiyi/gücü nasıl kullanacağımızı yeniden düşünmek zorundayız. Ağırlığı talep temelli siyasete kaydırarak sömürenleri, tahakküm altına alanları, eşitsizliklerin kaynağı olanları yaptıklarını yapmamaya çağırmak asıl işlevimiz olamaz. Baskının teşhiri için bunlar kısmen yapılabilir. Ne var ki ağırlığı, sahip olduğumuz enerjiyi/gücü kendimizi yeniden tanımlamak, var olan durumu değiştirmek ve geleceği inşa etmek üzere gerçekçi senaryolar tasarlamak için kullanmalıyız.
[1] Hülya Şimga, “Unes Femmes: “Kristeva, Psikalaniz ve Kadın”. Cinsiyetli Olmak (Derleyen Zeynep Direk) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2018, 6. Baskı.
[2] Psikosembolik yapıdan kasıt, bedensel dürtülerin yarattığı enerjinin dışa vurulduğu semiyotik unsurlar ile dil kullanımıyla başlayan sembolik unsurun oluşturduğu ve anlamlandırmaya temel oluşturan yapıdır.
[3] Şimga, Ön.Ver.
[4] Şimga, a.g.e.,s. 60-61.
[5] Hannah Stark, Deleuze’den Sonra Feminist Terori, (Çev: Yonca Cingöz) İstanbul: Otonom Yayıncılık, s.39.