Binlerce kadın ve çocuk, güvenli bir ülkeye ulaşamadan hayatını kaybediyor. Güvenli bir ülkeye ulaşabilenler ise bu kez yeni zorluklar ve sorunlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar
“Hava çok soğuktu, çok acıkmıştım. Sanki Allah bütün yağmuru bizim üzerimize göndermişti. Üzerimizdeki naylon poşetler rüzgardan uçuyordu. Bir ormandaydık, akşamları korkuyorduk. Bizi görmesinler diye saklanıyorduk. Sonra dedim ki: Ölsem keşke, çok açım, çok üşüdüm.” Bu sözler, mülteci olarak çıktığım yollarda tanıştığım yedi yaşındaki bir çocuğa ait. Daha iyi bir yaşam hayaliyle yola çıkmıştı, ancak bu yol onun hayallerinden çok kabuslarla doluydu.
Yaklaşık 7 yıl önce kaldığım bir mülteci kampında, oda arkadaşım olan Rojavalı bir kadın, DAİŞ barbarlığından kızlarıyla birlikte nasıl kaçtığını anlatmıştı. Bulgaristan sınırında güvenlik görevlilerinin taciz dolu bakışlarından ne kadar korktuğunu ve kızlarını koruyabilmek için üzerindeki tüm değerli takıları ve yanına aldığı parasını onlara vermek zorunda kaldığını söylemişti.
Somalili genç bir kadın ise kızının kendisi gibi kadın sünnetine maruz kalmaması için kaçarken, insan kaçakçılarının şiddetine maruz kalmıştı. Kadınlar, bir barbarlıktan kaçarken başka bir barbarlıkla yüzleşmek zorunda kalıyorlar.
Mülteci kadınlar, göç yollarında milliyet, din ya da etnik köken fark etmeksizin cinsel şiddet, tecavüz, istismar ve zorla alıkoyma gibi travmalarla karşı karşıya kalıyorlar.
Kapitalizm ve Ataerkil Kıskacında Mülteci Kadınlar
Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’ne (UNHCR) göre, son 5 yılda evlerini ve ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların sayısı hızla artmıştır. 2023 yılı sonunda 117,3 milyon insan yerinden edilmişken, bu sayı 2024 yılı Haziran ayı itibarıyla 124 milyona ulaşmıştır. Bu zorunlu göçlerin yarısını kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.
Kadınlar yalnızca savaşlardan, bombalardan veya yıkımdan kaçmıyor. Cinsel şiddet, zorla evlendirilme ve kadın sünneti gibi erkek egemen anlayışların dayattığı sistematik baskılar, onları göç yollarına itiyor. Kadınlar, yaşadıkları ülkelerde yalnızca kadın olarak var olabilmek için bile ağır bedeller ödüyor. Eğitim ve sağlık haklarından mahrumiyetin getirdiği eşitsizlikler, yoksulluk ve toplumsal baskılar, onları tehlikeli kaçış yollarına zorluyor.
Ne yazık ki bu zorlu yolculuklar çoğu zaman ölümle sonuçlanıyor. Binlerce kadın ve çocuk, güvenli bir ülkeye ulaşamadan hayatını kaybediyor. Güvenli bir ülkeye ulaşabilenler ise bu kez yeni zorluklar ve sorunlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
Sığınmacı Kadınlar: Yeni Sorunlar ve Eski Baskılar
Afganistan’dan Taliban baskısından kaçıp İran ya da Türkiye’ye sığınan kadınlar burada da cinsiyetçi saldırılar, ayrımcılık, şiddet ve tacizle karşılaşıyor. Kadınlar için, hem Afganistan’da hem de İran’da durum değişmiyor.
Türkiye’de ise mülteci kadınlar, dil öğrenme, eğitim alma ve iş bulma gibi temel ihtiyaçlarda ciddi engellerle karşılaşıyorlar. Çoğunlukla düşük ücretli ve kayıt dışı işlerde, insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorlanıyorlar.
Kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin yüksek oranlara ulaştığı Türkiye ve İran gibi ülkelerde, mülteci kadınların hayatta kalma mücadelesi daha da çetin bir hale geliyor.
Avrupa’da kadınlar görece daha güvenli bir ortamda olsalar da sorunlar bitmiyor. Demokratik ve insan hakları temelli yasalar bulunsa da mülteci kadınlar için cinsiyetçi yaklaşımlar devam ediyor.
Örneğin, Almanya ancak 2023 yılında İstanbul Sözleşmesi’nin 59. maddesinin 2. ve 3. paragraflarına koyduğu çekinceyi kaldırdı. Bu madde, ev içi şiddet mağduru kadınların eşlerinden bağımsız oturma izni almasını öngörüyordu. Ancak Danimarka ve Polonya, aynı maddeye yönelik çekincelerini sürdürmeye devam ediyor. İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan birçok Avrupa ülkesi ise, özellikle 59. madde olmak üzere, sözleşmeyi etkin bir şekilde uygulamıyor. Bu durum, ev içi şiddet mağduru mülteci kadınların şiddet karşısında sessiz kalmasına neden oluyor.
Mültecilerin yoğun olduğu Avrupa ülkelerinde mülteci kadınlar, genellikle uzun süren kamp süreçleri, iltica prosedürleri ve belirsizlikle ya da geri gönderilme korkusuyla yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar. Mülteci kamplarının ve yurtlarının çoğu, şehir merkezlerinden uzak ve izole alanlarda bulunuyor. Bu durum, özellikle savaş, cinsel şiddet ve travma yaşamış kadınlar için yalnızlık hissini artırıyor ve psikolojik iyileşme süreçlerini olumsuz etkiliyor.
Cinsel şiddet mağduru kadınların uzman sağlık hizmetlerine ve psikolojik desteğe erişimi genellikle uzun sürüyor. Kadın danışman ve sosyal hizmet çalışanlarının yetersizliği ise bu sorunları çözümsüz bırakıyor. Kadınlar, hassas durumlarını erkek görevlilere anlatmaktan çekindikleri için sessiz kalmayı tercih ediyor. Bu sessizlik; yalnızlık, çözümsüzlük, stres ve depresyon gibi psikolojik sorunları daha da derinleştiriyor.
Ayrımcılık ve Sömürü
Dil engeli, mesleki yeterliliklerin tanınmaması ve karmaşık bürokratik süreçler, mülteci kadınların toplumsal yaşama katılımını büyük ölçüde zorlaştırıyor. Eğitim ve çalışma hayatına erişimde karşılaştıkları bu engeller, onları çoğunlukla düşük ücretli ve güvencesiz koşullarda çalışmaya mecbur bırakıyor.
Bakım hizmetleri ve temizlik işleri gibi sektörlerde yoğunlaşan mülteci kadınlar, düşük statülü işlerde çalışırken sömürü ve ayrımcılığa daha açık hale geliyor. Başörtülü kadınlar ise daha fazla ayrımcılığa maruz kalıyor ve iş bulma olanakları önemli ölçüde kısıtlanıyor. Bütün bu engeller, kadınların hem topluma entegrasyonlarını hem de ekonomik bağımsızlıklarını ciddi şekilde zorlaştırıyor.
Siyasi Manipülasyon ve Irkçılığın Yükselişi
Mülteciler, dünya genelinde yükselen ırkçılığın ve otoriter hükümetlerin hedefi haline geliyor. Savaş politikalarının sorumluluğunu üstlenmeyen egemen güçler, mültecileri yalnızca siyasi bir araç olarak kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda iç sorunlarının suçlusu olarak gösteriyor. Mültecilere yönelik nefret söylemleri, göçmen karşıtı yasaların artmasına ve toplumsal dayanışmanın zayıflamasına neden oluyor.
Sonuç olarak, mülteci sorununun çözülmesi, yalnızca uluslararası insan hakları çerçevesinde yapılan yasal düzenlemelerle mümkün olamaz; aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliğinin benimsenmesi ve uygulanması gerekmektedir. Bu bağlamda, İstanbul Sözleşmesi’nin etkin bir şekilde hayata geçirilmesi kritik bir öneme sahiptir. Bunu mümkün kılacak olan ise, dünyanın dört bir yanından kadınların yürüttüğü kararlı feminist mücadele olacaktır.