Devletin aileci politikaları toplum açısından faşizme hizmet eder. Yapılması gereken duygusal manipülasyona kapılmamaktır öncelikle ve daha önemlisi özgür eş yaşam felsefesini yaşamsallaştırmaktır. Özgür eş yaşam felsefesi yaşamın her alanında yaratılmış ikiliklere karşı, tüm tahakkümcü ilişkileri ortadan kaldıran bir özgürleşme sürecidir, yaşamsal bir gerekliliktir
“Aile” sözcüğünü pek çoğumuz duyduğu anda özel alana has bir duygusal tetiklenme hissederiz. Çocuğumuz, annemiz, babamız ve kardeşlerimiz vardır içinde.
Biz kadınlar açısından eril tahakkümle ilk karşılaştığımız yerdir. Erkekler açısından da eril iktidarın ilk hissedildiği ve/veya denendiği alandır. Düşündükçe, kadın özgürlükçü perspektiften baktıkça anlarız devletle olan bağını ve tüm özel alanların politik karakterini. Kadına karşı şiddetin, yaşamın her alanında arşa çıktığı bu günlerde “aile”nin kadınlar açısından tuzaklarla dolu bir toplumsal birim olduğu net bir fotoğraf artık. Ev içi emek, çocuk, hasta, yaşlı bakımı gibi zorunluluklar kısaca bakım emeği söz konusu olduğunda kapitalist sistem açısından da oldukça elverişli bir yapı olarak devletler tarafından aileci politikaların geliştirildiğini görüyoruz. Özellikle son 15 yılda tüm dünyada devletlerin otoriterleşme ve faşist yöntemlerin daha çok kullanılması süreçlerinde oldukça güçlü bir politik mite dönüşmüş durumda “aile”.
Devletlerin sosyal ve kültürel politikaları, toplumun biçimlendirilmesinde ve ideolojik hedeflerin gerçekleştirilmesinde kritik bir rol oynar. Türkiye’de devletin aile odaklı politikaları, özellikle son yıllarda, Türk-İslam sentezine dayalı bir faşist toplum yaratma amacına hizmet eden politik bir mit olarak kullanılmaktadır. Devletin aile politikalarının ideolojik arka planı, bu politikaların toplumsal etkileri ve faşist bir toplum inşasındaki rolüne odaklanmak gerekiyor.
Türkiye’de faşizmin bir hareket olarak psiko kültürel alanı hangi araçlarla ve sembollerle yapılandırdığına bakıldığında Türk-İslam sentezine yeniden sarılan ve kendi kitlesini yeniden tehdit altında olma paranoyasına “aile” üzerinden seferber eden bir Erdoğan politikası ile karşı karşıyayız. Çok da kavramlara batmadan Erdoğan ve ideolojik teknotratlarının çeyrek asırdır kullandıkları semboller ve tesir altına aldıkları grupların duygusal motivasyonlarına bakarsak Türk ve Sünni ideoloji, vatan, bayrak, millet söylemleri ve pek tabi dini bir takım semboller üzerinden yapılan “mağduriyet”, “değerlerin tehdit altında olması paranoyası” üzerinden canlı tutuluyor. Son 10 yıla baktığımızda aile, kutsal aile ve geleneksel değerlerin tehdit altında olduğu söylemi üzerinden toplumsal ruh hali yaratıldığını görüyoruz.
“Ailede çözülme olursa, millet olarak varlığımızın tehlikeye girmesi de kaçınılmazdır. Nesli muhafaza etmenin yolu da aile kurumuna sahip çıkmaktan geçiyor. Bu, olmazsa olmazımızdır. Keza devleti korumak da ancak aileyi korumakla, kollamakla mümkündür." Bu sözlerinin yanında benzer onlarca söyleme imza atan Erdoğan ve bürokratları, kadına dair ne varsa aile kurumuna bağlı olarak yürütmektedir. "Güçlü aile güçlü kadın, güçlü aile güçlü devlet" gibi söylemlerle kadın politikalarını, bu politikaları yürüten bakanlığın isminden, kanununa her şeyi aile ile tanımlamakta ve ailenin güçlenmesi üzerinden yürütmektedir. Kadının özne olmadığı, şiddet görse de çekirdek aileyi koruması gerektiği, büyük ailenin itibarını koruması gerektiği yönünde fetvalar ve yönlendirmeler, kadınları şiddet sarmalından çıkamaz bir psikolojik duruma sürüklemektedir.
Erdoğan hükümetinin kadınları sömürgeleştiren aile politikalarının fotoğrafına bütünlüklü bakıldığında, kolektif bir hınç ve kolektif bir paranoya inşa eden , toplumda ikilik ve kamplaşma yaratarak faşizmi tahkim eden bir sembol olarak kullanıldığını apaçık görüyoruz. Bir tarafta “benim başörtülü bacım…” diğer tarafta özgürlük ve eşitlik isteyen kadınlar ikiliği. Diğer yandan Türk ve Sünni değerler ile inşa edilen LGBTİ+ bireylerin düşmanlaştırıldığı “kutsal aile'nin" tehdit altında olduğu kolektif bir ruh hali karşısında ise demokratik değerleri savunan gruplar. Bu fotoğraf oldukça tehlikeli, bu fotoğraf faşizmin fotoğrafı.
Faşizm sembollerle ve semboller üzerinden yaratılan duygudaşlıkla güçlenir. Nazi Almanyası'ndan bugüne faşist hareketler kendini liderle kurulan sevgi bağı ve semboller üzerinden davranış örüntülerine dönüşür. Toplumsallaşır ve yayılmak ister.
Yine kadın açısından baktığımızda, kadın, giderek toplumdan silinen, zorunlu soy sürdürme ve cinsel meta aracına, en ucuz iş gücüne dönüştürülmek isteniyor. Kendini fiziki, ruhsal ve anlamsal olarak savunabilecek öz güçten yoksun bırakılmak isteniyor.
Aileci politikalar, kadınların şiddetten uzaklaşma mücadeleleri ve çocukların korunması konularında önemli engeller oluşturur. Bu politikalar, kadının aile içindeki yerini güçlendirmeye ve geleneksel rollerini sürdürmeye odaklandığı için, kadınların bağımsız bir yaşam kurma ve şiddetten uzaklaşma çabalarını olumsuz etkiler. Devletin sağlamakla yükümlü olduğu sosyal yardımların sadaka gibi sunulması ve kadınların üzerine büyük bir yük bindirilmesi, bu mücadeleleri daha da zorlaştırır. Bu nedenle, aileci politikaların sosyal politikalar üzerindeki etkilerinin yeniden değerlendirilmesi ve kadınların ve çocukların güçlendirilmesini önceliklendiren politikaların geliştirilmesi önemlidir.
Güçlü toplumun da güçlü kadının da aileyi güçlendirmekle mümkün olmayacağı nettir. Devletin aileci politikaları toplum açısından faşizme hizmet eder.
Yapılması gereken duygusal manipülasyona kapılmamaktır öncelikle ve daha önemlisi özgür eş yaşam felsefesini yaşamsallaştırmaktır. Özgür eş yaşam felsefesi yaşamın her alanında yaratılmış ikiliklere karşı, tüm tahakkümcü ilişkileri ortadan kaldıran bir özgürleşme sürecidir, yaşamsal bir gerekliliktir.
*Yazının içinde doğrudan bir alıntı yapmamakla birlikte kullandığım pek çok kavramı Teodor Adorno, Siyaset Bilimci Barış akademisyenleri Dr. Zafer Yılmaz ve Dr. Nagehan Tokdoğan’dan esinlenerek yazdığımı dipnot olarak düşmek isterim.