Foto: Fatoş Erdoğan
Derdim; her birimizin durumun yokuş aşağı gittiğine emin olduğu ve buradan sonrasının nasıl kotarılacağı hakkında çaresiz kaldığımız bir noktada başka bir şeyin varlığına dikkat çekmek. Gümbür gümbür gelen bir kadın hareketine…
Bu yazının başına oturmam bir arkadaşımın sorduğu soruya vermeye çalıştığım yanıtla şekillendi diyebilirim. Aslında yaşadığı dünyayla, ülkeyle, kendiyle ilgili derdi olan her insanın her fırsatta sorduğu, hatta öyle ki, artık ülke gündemi sağolsun böyle şeyleri konuşmak için rakı masasına dahi hacet kalmadığı, yaşamla ilgili derdi olan iki insan bir araya geldiğinde elbet muhabbetin bir yerinde hazır bekleyen bir soru bu. "Ne düşünüyorsun, sence ne olacak bu durumlar?" sorusu. Bir de tabii bu sorunun ülkeden uzun süredir uzakta yaşayan ancak zihni ve kalbiyle buradan ayrı kalamayan, yaşamının bir köşesinde bunu "içeridekilerden" aşağı kalmayacak yoğunlukta (hatta belki çoğunlukla içinde olamamanın verdiği sancıyla) barındıran "dışarıdakilerden" gelen biçimi var. Bana gelen soru da böyle bir soruydu; Sen nasıl görüyorsun durumu, nasıl değerlendiriyorsun?
Hangi birinden bahsedelim, ne diyelim? Her geçen yıl daha fazla içine çekildiğimiz koca bir girdap mı, o zamana kadar hep temelleri atılan ama 2015’ten sonra gözümüzü açamadığımız bir politik baskı ortamı mı, savaşlar mı, kadın cinayetleri mi, ırkçılık mı, çığ gibi üstümüze gelen faşist devlet aygıtı mı, iki yıldır yerimizden hareket etmemizi imkansız kılan salgın mı? Bunları yaşıyoruz, gündelik gerçekliğimiz; bedenimizin, ruhumuzun tanıdığı şiddet biçimleri artık. Peki, bunlar olurken bedenlerimiz, zihinlerimiz, ruhlarımız ne yaptı? Hep sadece maruz mu kaldık, o bedenler, o yaşamlar direnmedi mi? Alternatif biçimler üretmedi mi? Baskı geldi ve biz sadece yerimizde mi oturduk?
Hayır, öyle olmadı, olmadığını düşünüyorum, görüyorum, biliyorum. Bu yolda epey mesai harcamış pek çok insana nazaran görece genç bir mücadele deneyimim var. Yaklaşık on yıldır kadın mücadelesinin içinde kendimi var etmeye çalışıyorum. Bu varoluş zamanla çok farklı biçimler aldı, yol boyunca çok şey öğrendim, yeni yollar keşfettim, çok insan yaşamıma dokundu, kadın mücadelesini, kadınlık gerçekliğini hem kişisel yaşamımda hem politik mücadele içerisinde iliklerime kadar yaşayarak hissettim. Kişisel yaşamın içinde politik mücadeleyi, politik mücadelenin içinde de gündelik yaşamı yürütmek varmış bunu öğrendim. Ve tüm bu süreç aslında yoğunluklu olarak 2015 sonrası dönemde yaşandı. Hani şu hepimizin dehşetli bir yüz ifadesiyle bahsettiği, dönüm noktası olan 2015. Meseleye her ne kadar kişisel bir deneyim üzerinden başlamış olsam da aslında derdim; her birimizin durumun yokuş aşağı gittiğine emin olduğu, sürekli olarak hareketsiz, direnişsiz bir atmosferden dert yandığımız, işlerin ne kadar sarpa sardığını ve buradan sonrasının nasıl kotarılacağı hakkında çaresiz kaldığımız bir noktada başka bir şeyin varlığına dikkat çekmek. Gümbür gümbür gelen bir kadın hareketine…
Her ne kadar bazı mecralarda bahsedilmeye çalışılsa da ben kadın hareketinin özellikle son 5 yıldır yaşadığı hızlı ve güçlü büyümenin, yarattığı etkinin, iktidar üzerinde kurduğu baskının yeterince ve hakkıyla tartışılmadığını düşünüyorum. Sadece kamusal alanda ya da devlet politikaları nezdinde yarattığı dönüşüm değil, kadınların kendilerine dair farkındalıklarını da artırarak bulundukları her alana yaptıkları dokunuşun yarattığı etkiden ve başka bir biçimin varlığını tüm dünyaya göstermelerinden bahsediyorum. Bu 'başka' biçim, erkek düşünüş ve eyleyiş tarzlarının yüzyıllardır yaşamın her alanına sızmış ve oraları üstten ve tek tipçi bir şekilde "normalize" etmiş noktalarını bulup, oralara dinamitleri yerleştirip teker teker patlatıyor. Yıkım sadece içeriğe dayalı bir yıkım değil, eril tutumların, içeriklerin yerine alternatif koymanın da ötesinde bunu patriyarkal dünyanın daha önce hiç keşfetmediği bir metotla yapıyor. Son derece içeriden, yatay ve ilmek ilmek işleyerek. Böyle bir feminist biçimle iç içe geçen sömürüye, tahakküme ve şiddete karşı koyuş daha önce belki de hiçbir sol hareketin keşfedemediği yeni ve farklı bir mücadele pratiğini de keşfediyor. Kendi iç işleyişinde iktidar mekanizmalarını yok etmeye, her öznesini eşit biçimde görmeye-gözetmeye çalışan, kulak veren, duymaya-dinlemeye çalışan bir ilişkilenme tarzı kurarak yaşamı bu yolla yürütmenin de mümkün olduğunu gösteriyor aslında. Bunu yaparken kendini sadece dar anlamıyla ‘kadın’ meselesi üzerinden sınırlamıyor, yaşamın her alanına dair bir tahayyülü, bir alternatifi, söyleyecek sözü var. Herkesi eşit biçimde gören gözeten, toplumsal yeniden emeği merkeze alan ekonomiden, ekofeminist bir yaklaşımla doğanın hakimi değil parçası olduğumuzu vurgulayan ekolojik modele, yerli ve siyah halklara karşı sömürgeci ve ırkçı tutumların karşısında olan dekolonyal feminist örgütlenmelere, ikili cinsiyet biçimini alaşağı eden LGBTİ+ hareketine kadar her tür mücadeleyle eklemlenerek ve yeni bir güç doğurarak büyüyor.
Hal böyleyken, kadın hareketinin bu denli dönüştürücü ve hızlı yükselişinin önünde dağ olsa dayanmaz diye düşünüyorum. Ha, bu mücadele sürdürülürken karşı hamleler gelmedi mi, kadın cinayetleri her gün katbekat artmadı mı, İstanbul Sözleşmesi gibi bir kazanım elimizden sökülüp alınmadı mı ya da her geçen gün bin bir çeşit ayrımcılık ve şiddet biçimiyle karşılaşmadık mı? Elbette karşılaştık. Ama ben bunları çığ gibi büyüyen bir hareketin farkında olan, onun altında ezileceğini hisseden ve tüm varlığıyla bunu yok etmeye yemin etmiş bir faşist devlet aygıtının örgütlü şiddeti olarak okumayı tercih ediyorum. Bu yaşananlar kadın mücadelesinin güçsüzlüğünün sonucu değil, bilakis gücünün iktidar tarafından keşfedilip ona karşı topyekün savaş açılmasının eseridir.
Gözlerimiz sürekli bir sonuç ve "ilerleme" arıyor, sürekli olarak tamamlanmış ve bir sonuca ulaşmış bunun da asla gerisine düşmeyen kazanımlara kitlenmiş gidiyoruz. Bunu yaparken mücadelenin içindeki gücü, mücadelenin olabilecek tüm alternatif sonuçları kendi içinde doğurduğunu, öldürdüğünü, bir köşeye alıp beklettiğini sonra yeniden ortaya çıkardığını görmüyoruz. Sonuçların her birinin bugünkü mücadelenin içinde nasıl gizlendiğini, aslında dikkatli bakacak olursak nasıl da bir o kadar aşikâr olduğunu görmüyoruz. Bir "sonuç" peşine düşmeden önce şöyle bir etrafımıza, yaşamlarımıza baksak aslında nasıl da göreceğiz kadın mücadelesinin tılsımlı elinin değdiği her noktayı nasıl dönüştürdüğünü. Gündelik yaşamlarımızda bile, en popüler alanlarda, medyada, kurumsallaşmış markalarda, iş yerlerinde herkesin kriter olarak gözetmek zorunda olduğu bir toplumsal cinsiyet olgusu çıkıyor karşımıza. Bunu samimiyetle önemsedikleri için değil tabii ki, ama önemsiyor gibi görünmek zorunda oldukları için, başka türlü tutunma imkanları kalmadığı için yapıyorlar. Aynı şekilde, dost meclisinde, sohbet ortamlarında belki 5-10 yıl öncesinde hiç düşünülmeden edilen laflar, cinsiyetçi tavırlar eskisi gibi kolay ortaya atılamıyor artık. Sorgulayan ve huzursuz bakışlarla karşılaşıyor erkekler, kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalıyorlar. Ya da ikili ilişkilerimiz… Artık daha fazla kadın ikili ilişkilerine dair daha derin farkındalığa sahip, görmese bile yanındaki kadınlar dokunuyor yaşamına, gözlerini açmasına yardımcı oluyor. Mutsuz olduğu ilişki biçimlerinin içinde kalmıyor kadınlar, talep ediyor, dönüşüm istiyor, yetinmiyor.
Özellikle 2020’de pandeminin ortaya çıkışıyla birlikte her birimiz aslında kadın hareketinin ne kadar büyük bir krize girdiğinden, kazanımları konusunda geri düşüşünden, ev içi şiddetin artışı ve ücretsiz ev içi emeğin kadınlar üzerindeki yükünün hem ne kadar görünür olduğundan hem de kadınların sırtındaki ağırlığının ne kadar arttığından bahsediyoruz. Bu durum, iliklerimize kadar yaşadığımız bir gerçeklik tabii ki, doğruluğunu sorgulamıyorum ancak bunun yanı sıra kadınların eve hapsedildiği bu zamanlarda yeni bir örgütlenme ve mücadele biçiminin yaratıldığını da görüyorum. Özellikle çevrimiçi platformlar üzerinden pek çok kadın örgütünün veya kadın grubunun organize ettiği toplantılar, atölyeler, yüz yüze etkinlikleri aratmayacak ölçüde güçlü örgütlenebiliyor. Kadın bedeni ve cinselliği üzerine farkındalık, öz savunma atölyeleri, fiziksel ve duygusal şiddet biçimleri ve bunlara dair alternatif direniş yöntemleri, toplumsal yeniden üretim ve ev içi emek üzerine tartışmalar, pandemide kadınların yaşadığı sorunlar ve bu sorunlara yönelik kolektif özgürleştirici çözüm önerileri ve daha onlarca farklı tema üzerinden yüzlerce farklı atölye gerçekleştiriliyor. Mümkün olduğunca katılımcısı olmaya çalıştığım bu atölyelerde fark ettiğim önemli bir nokta, kadınlar arasındaki yaş, statü, meslek ve farklı kadınlık tanımlamaları üzerinden bir araya gelen yüzlerce kadının ne kadar çok ortak deneyimler ve ortak dertler üzerinden mücadele yürüttüğüydü. Özellikle katıldığım uluslararası atölyelerde onlarca farklı ülkeden, farklı kültürden kadının bir araya gelmesi aslında düşmanımızın ne kadar gerçek ve ne kadar ortak olduğunu gösteriyordu: hepimizin yaşamının ortasına çöreklenmiş patriyarkal kapitalizm. Tamamen buydu Kenya’daki, İrlanda’daki, Hindistan’daki ve Arjantin’deki kadınları aynı etkinlik içerisinde buluşturan.
Bir yandan her ne kadar pandeminin kadın hareketine darbe indirip kadınları eve kapattığını belirtsek de aslında bu çevrimiçi etkinliklerle belki başka türlü bir araya gelmeleri imkansız olan, birbirini görmesi, sesini duyması, yaşamına dokunması imkansız olan yüzlerce kadın evlerinde, oturdukları koltuklarda birbirlerini tanıma, dinleme fırsatı buldular. Kadın hareketi; kısıtlamalardan, yasaklardan, baskılardan yeni ve çok daha güçlü bir alternatif üretti. Kadınlar, "ne yaparsanız yapın bizi mücadelemizden alıkoyamazsınız; biz bir araya gelir, yaşam alanlarımızı savunur, birbirimize dokunuruz" dediler.
Özellikle son 5-6 yılda Türkiye’deki kadın hareketinde dikkatimi çeken ve değinmek istediğim son bir nokta da liselerde yükselen feminizm ile LGBTİ+ bilinci ve liseli öğrencilerin bulundukları her alanda, okulda, arkadaş ortamlarında, ikili ilişkilerinde oldukça güçlü bir şekilde bu bilinç üzerinden hareket etmeleri. Beni geleceğe dair en çok umutlandıran meselelerden birisi de bu diyebilirim. Özellikle bizim kuşakta genellikle sadece sol örgütlenmeler ve sol siyasetlerle sınırlı olan mücadele hattına şimdilerde çok ciddi bir feminist perspektif ve yapılanma eklendi. Artık pek çok feminist örgütün lise yapılanması var, onun da ötesinde arkadaş grupları ya da bireysel düzeyde de feminist mücadele yürüten pek çok genç kadın göze çarpıyor. Çekirdeği bu kadar erken atılan bu mücadelenin önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde elde edeceği gücü hayal bile edemiyorum. Düşündükçe içim aydınlanıyor.
Bütün bunlar aslında etkileri katlanarak büyüyecek sonuçlar, hatta pek çoğu yeni başlangıçlar. Kadın mücadelesi bize, sonucu mücadelenin içinde aramayı öğretiyor. Mücadelenin içinde devinmeyi, bir sonuca ermeyi, bir sonuca erdiğin anda yeni bir soruyla ve yeni bir krizle karşılaşmayı, sonra ona doğru yeni bir yolculuğa çıkmayı… Yaşadığın sürece mücadele edeceksin diyor kısacası, bir "devrim oldu kurtulduk" yok. Yaptığın devrimler içinde de mücadele edeceksin, kurtuluşun mücadelenin içinde gizli ve hep öyle olacak.
Böyle bir alternatif bakış ve mücadele biçiminden yaşamı okuduğumuzda yazının başındaki "ne olacak?" sorusunun yanıtını da yine sorduğumuz sorunun içinde buluyoruz belki. Umut var mı? Evet var. Böylesine 'başka bir dünya' tahayyülünü ilmek ilmek kuran, işleten, yaşama geçiren bir gerçekliğin ortasında yoksa umut, nerede vardır ki?