Bizlerin sağlık hakkına erişimini engelleyen şey yine başka bir hakkımızın (dil hakkı) ihlalindendir ve bu haklarımız hiçbir devletin, kurumun, kişinin keyfi tutumuna kurban edilemez. İnsanın ilk hayat bulduğu dil ile kendini ifade etmesi de hayatidir
Ulus devletler eğitimin, amaçlarına hizmet edecek bireyleri yetiştirmenin en iyi araç olduğunu keşfettikten sonra bu alanı tekeline almış, mekan ve içerik olarak da “üst kimliğin” her türlü oluşumunu, güçlenmesini sağlayacak yöntemleri yaratmanın yollarını kurup zamanla daha fazla geliştirmiştir. Bugün bu sorun birebir yaşadığımız toplumda deneyimlediğimiz ve yıllardır dillendirilse de değiştiremediğimiz bir durum olarak varlığını korumakta; elbette dili tanınmayan halklar talep etmek ve ısrarcı olmak noktasında belli yöntemler geliştirse de ulus devletin yarattığı birçok sorun içerisinde bu bazen görünmeyecek kadar cılız kalabilmekte. Oysa bir halkın bütün temel haklarından en iyi şekilde faydalanabilmesinin yegane yolu kendini ne kadar iyi ifade edebildiğine bağlıdır ve insanın ilk hayat bulduğu dille kendini ifade etmesi de hayatidir. Bugün en somut görünüme sahip olan sağlık hakkı (hastanede doktora derdini anlatanın anlaşılmaması (doktorun Kürtçe bilmemesi problemi), psikolojik desteğe ihtiyacı olan Kürtlerin gerekli tedaviye ulaşamaması, Türkçe bilmediği için işitme testi yapılmayan hastalar ve daha nicesi birebir tanıklığımızdır.) asla görmezden gelinemez. Sonuçta bizlerin sağlık hakkına erişimini engelleyen şey yine başka bir hakkımızın (dil hakkı) ihlalindendir ve bu haklarımız hiçbir devletin, kurumun, kişinin keyfi tutumuna kurban edilemez. Yine mahkeme salonlarında yapılan bir savunmada ya da ifade de (Fatma Altınmakas örneğinde olduğu gibi) bu ihtiyaç kendini kaçınılmaz bir şekilde ortaya koymakta. Peki her şeye duyarsız ve kendi dışında (ki çoğu zaman kendi haklarını da bilmez) kimsenin haklarını haklı bulmayanlarla bu hakkın alınması için ne kadar dayanışılabilir? Ya da dayanışmayla, insani bilinçle, ısrarlı taleple bu hakkın alınması mümkün mü? Uzayda bile Kürtler devlet kurmasın diyenlerle, hayatı ve yaşamı anlayacak kadar ne yazık ki insan ruhundan, bilincinden anlamayan bir toplumla birlik olup bu hakkı almamız mümkün mü? Toplumda nasıl değişecek bu durum? Şimdiye kadar resmi dil kabul edilen ve bu dil anadili olan insanların yüzde kaçı “bizim dil hakkımız kadar Kürdün de dil hakkı var” diyebildi? Neredeyse %99’u Kürt (bu oran böyle değilse de çok az bir farkla değişir) olan Hakkari’ye giden memurların kaçı “ama buradaki insanların dili Kürtçe ve bizler Kürtçe öğrenmek zorundayız” diyebildi? Mesele aslında direnmek ama aynı zamanda da bu direnmeyle insanın varoluş gerçekliğinden kopuk, ırkçılıkla uyuşturulmuş hallerinin ortadan kaldırılması ile mümkün. Ki bu hiç kolay değil, hele ki her değerin ve güzelliğin bu kadar yerle yeksan edildiği bir çağda. Onun için direnmenin güçleneceği ve direndikçe de gelen güzelliğin direnmeyi artıracağı durumlar yaratmak gerekir.
Türkiye’de de Türklük ve Türkçe, başka dillerin ve ırkların inkarı üzerine inşa edilmiştir. Bu süreçte de etnik ve dil çeşitliliği olabildiğince ortadan kaldırılmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze Kürtçe’ye yönelik yasak ve baskılar süregelmiştir. Bu baskı ve yasaklar değişen iktidarla şekil değiştirse de amaç olarak varlığını hep korumuştur. Erken dönemlerde Kürtlere yönelik hazırlanan raporlarda da bu hedef için neler düşünüldüğü ve hayata geçirildiği takip edilebilir bir şekilde ortadadır. Fakat bulunduğu mekanın genişliği, bu mekan üzerindeki Kürt ve Kürtçe için devam eden süreklilik, sözlü kültürün güçlü oluşu, tarihsel süreçte tamamen bir devletin hükmü altına girmeyip koruduğu içe dönük yapısı ve yüksek bir nüfusa sahip oluşu Kürtlerin dillerini korumak konusunda daha avantajlı olmasını sağlamıştır.
Tarihte eğitim (okuma-yazma), kadının ulaşmaması gereken ve yine eğitimin kadın için gereksiz görüldüğü bilinen bir yaklaşımdır. Fakat kadınların tarih sahnesinde kendilerine biçilen role itirazı ve harekete geçişi, milliyetçilik kavramının da uluslaşmanın ve ilerlemenin ancak kadına tanınacak haklarla (elbette eril sistemin belirleyeceği sınırlar içerisinde ve şekilde olmak şartıyla) mümkün olabileceği inancı, konum olarak kadının da mevcut yerini değiştirmiştir. İşte Türkiye’de de kadınların eğitim ihtiyacına bu temel üzerinden yaklaşılacaktır; Şükrü Kaya 1931 tarihli Dersim raporunda: “Mükemmel kız okulları açılmalı ve kızların okula rağbet etmesi teşvik edilmelidir. Özellikle Dersim’de bir an önce yatılı okullar açılmalı ve Dersim Kürtlüğe karışmaktan kurtarılmalıdır. Dersimlilerden buradan çıkmak isteyenler Sivas’ın batısına yerleştirileceklerdir. Fırat’ın batısındaki vilayetlerde dağınık bir şekilde yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşması yasaklanacak ve kız okullarına önem verilerek kadınların Türkçe konuşması sağlanacaktır.”[1] der. Bu yaklaşımla kadının, aile içindeki konumu itibariyle iletişimin asıl aracı olarak görüldüğü ve bu araç üzerinden de bir dilin nasıl yok edileceği, başka bir dilin de nasıl var edileceği planları yapıldığı izlenmektedir. O tarihlerde bu çok işe yaradı mı bilmiyorum ama bugün doğal bir asimilasyon sürecine girmişiz gibi görünen zaman diliminde sık sık “anlıyorum ama konuşamıyorum” diyen çocuklar, gençler görmekteyiz; üç kardeşli bir ailenin ilk çocuğu çok iyi Kürtçe konuşurken ortanca çocuk biraz daha zorlanır en küçük çocuk ise hiç konuşamaz ve bu çocukların yaş farkı da çok fazla değildir. Bu kadar kısa bir sürede nesil arası dil kaybının ne kadar korkutucu olduğu ortadadır. İşte burada devreye dilin ilk aktarıcısı kadın giriyor ve asıl hedef haline getirilen de kadın oluyor. Çünkü kadını eve ve çocuk bakımına hapseden sistem yine kadını araçsallaştırıp, ulus devletin dilini kadın üzerinden yaygınlaştırıyor. Elbette günümüzde tek yöntem bu değil; teknolojinin bu kadar yaygınlaştığı ve her alana girdiği bir yerde ve yine eğitim yaşının düşürülüp çocuğun olabildiğince erken yaşta sisteme dahil edildiği bir noktada tek bir yöntem üzerine konuşmak yetersiz ve eksik olacaktır. Ama emin olunan bir şey var ki; kadının ısrarlı mücadelesiyle erkeğin dil soykırımı da ortadan kaldırılabilir.
Yine seksen darbesinden en fazla etkilenen kesimlerden biri olan Kürtlerin dil baskısıyla nasıl daha fazla müdahaleyle karşı karşıya kalacağının göstergelerinden biri de 1983’te resmi gazetede yayınlanan Türkçeden Başka Dillerle yapılacak Yayınlar Hakkında Kanunun 2. maddesinde yer alan yasaktır: “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmî dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır.”[2] denilerek Kürtçeye yeni bir müdahale kapısı açılacak ve bu kapı üzerinden tarih, yıllarca Kürtçe yazmanın, Kürtçe okumanın, Kürtçe dinlemenin Kürtler için nasıl ağır sonuçlar doğurduğuna tanık olacaktır. Konuşmak ve anlaşılmak insanın hayatında önemli bir yere sahiptir. Bunun için de anadilinde siyasi, sosyal ve kültürel olarak üretmek, şekillendirmek, öğretmek ve öğrenmek önemlidir. 2023 yılında insanlığın en ilerlemiş hali iddiası varken nasıl oluyor da Kürtler hala eğitimde, sokakta, kültürde dil hakkını olması gerektiği gibi elinde bulunduramıyor? Elbette halkın olabildiğince bir çabası var, özellikle kültürel çalışmalarda ama bu sorun tam olarak anadilde eğitim hakkı ile çözülebilir.
Kürt çocuklarının, sözde eğitim sıralarında yabancı bir dilin aracılığıyla anlamaya, anlatmaya, kavramaya zorlanması bu çocukların hayatının her alanda sekteye uğramasına neden olmuştur ve bugün de teknolojik araç ve gereçlerle ulus devletin dili bu çocukların bütün yaşam alanlarını işgal etmiş sonuç olarak kendisiyle aynı yaşam alanını paylaşan önceki nesillerle iletişime dair bir uçurum yaratmıştır. Hatta bu nesil, kendi anadilini ya hiç bilmeyen ya da anlayıp da konuşamayan bireylere dönüştürmüştür.
Çocuk hakları sözleşmesi madde 29 1. fırka C bendinde “Çocuğun ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi”[3]nden bahsedilir ve bu sözleşmeye Türkiye’de taraftır. Fakat bu sözleşmenin 17., 29., 30. maddelerine koyduğu çekinceyle gerçektir ki hiçbir Kürt çocuğuna kültürel kimlik, dil hakkı, değerleri ve hatta isim hakkı bile tanınmamıştır. Var olan gücün tanıdığı sınırlılıkta hak almak ve aldığı bu hakla da başka şeyleri kaybettirme tehdidi var oldukça kişinin yaşam hakkı ihlali de mevcuttur.
[1]Serhat Arslan, Asimilasyon Ve İskân Politikaları Bağlamında Yatılı İlköğretim Bölge Okulları (Yibo), MSGSÜ, Sosyal Bilimler, (12),139-15, ss.141. . Https://Dergipark.Org.Tr/Tr/Pub/Msgsusbd/İssue/46976/589532
[2] Resmî Gazete ile yayımı : 22.10.1983 Sayı : 18199, Kanun No: 2932, Kabul Tarihi : 19 . 10 . 1983, https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc066/kanundmc066/kanundmc06602932.pdf