Bu kadar baskı ve yoğun asimilasyona rağmen Kürtçede ısrar etmek, Kürtçeyi yaşamın tüm alanlarında, evde, dışarıda, çarşıda, pazarda, ibadet ederken, kullanıp-yaşatmak, Kürt kadınların en devrimci duruşudur
Kürtçeyi yeterli düzeyde konuşamamak veya kendimi tam olarak ifade edememek, yazamamak, okuyamamak bende hep bir yarımlık duygusu yaratmış ve köksüzlük hissi uyandırmıştır. Üç ayrı dil bilmek de hiçbir zaman o yarımlık, eksiklik veya köksüzlük hissini azaltmamıştır. Tersinden derinleştirmiştir. Bu yarımlık duygusu, eksik olma hali ve köksüzlük hissini ortadan kaldırabilecek olan tek şey ait olduğum toprağın dili ve yaşam kültürüyle buluşmak, içimdeki yarımlığı, boşluğu onunla doldurmak olduğunu düşünüyorum. Aslında düşünmüyorum, bunun böyle olduğunu biliyorum.
Bazen içimdeki derin toprak özlemi beni öyle bir çeker ki, tarifi imkansız bir acı dolar sineme. Hani bazen ölüm için kullanırlar ya, “toprak çekiyor” diye. Bendeki ise tersine yaşama çekiş ya da yaşama davet edercesine bir özlem, belki de bir çağrı… Bu özlemin bir kokusu olsa ona toprak kokusu derdim. Yağmurdan sonra güneşin sıcaklığıyla yayılan toprak kokusu. Aslında Kürdistan'ın toprak kokusuna duyduğum özlem aynı zaman bir Kürt olarak Kürtçe ile yaşama ve kültürümüze olan özlemdir…
Bu anlamıyla Kürt Dil Bayramı olan 15 Mayıs'ı karşıladığımız bu günlerde Hawar dergisinin Kürt dili ve kültürü açısından önemine değinmeden geçmek mümkün değildir. Ne de olsa Kürt Dil Bayramı'nı Hawar dergisine borçluyuz.
1932 yılında Suriye'nin başkenti Şam'da Latin harfleriyle yayın hayatına başlayan ve 1943 yılına kadar 57 sayısı çıkarılan Hawar dergisinin yayın hayatına başladığı 15 Mayıs, Kürt Dil Bayramı olarak kutlanıyor. Kürtler bu dil bayramını da yasak, inkâr ve asimilasyon politikaları ile karşılıyor. Oysa kendi anadilini konuşmak, anadilinde eğitim görmek temel bir insan hakkıdır. Anadilde eğitimi bırakalım, Kürtçe konuşmak, Kürt olmak bile yasak. Hele de Kürtçe şarkı söylemek Türkiye'de artık bir linç edilme ve öldürülme nedeni. Hatta Kürtçe gırtlak ile Türkçe konuştuğumuzda, bazı kelimeleri tam bir Türk gibi telaffuz edemediğimizde bu horlanma, dışlanma nedeni dahi olabiliyor. O yüzden Kürtçe üzerindeki yasaklar ve asimilasyon politikaları sık sık gündemimizde.
Fakat benim asıl değinmek istediğim konu Kürt dili ve kadının dil ile olan bağı. Ne de olsa dilin yaratıcısı, öğreticisi, koruyucusudur kadın. O yüzden dil kadınla tarif edilir. Çocuğa dili öğreten kadındır. Kadın, çocuğu aracılığıyla bin yıllarca yaşattığı dili yeni bir nesile aktarır. Fakat dil salt konuşmak, boğazdan, bir sesin çıkması değildir. Bir yaşayış biçiminin kültüre dönmüş halidir. Bir toplumun kültürel değerlerinin toplamıdır. Bu konuda çalışma yürüten bazı uzmanlar, anadilin ilk konuştuğumuz veya ilk öğrendiğimiz dil tanımlanmasından öte ait olduğumuz ulusun dili olarak tanımlanması gerektiğini de belirtir. Yani Kürt olan herkesin anadili Kürtçedir. Dolayısıyla dil, bir toplumu toplum yapan esas boyutlardandır. Diliniz yoksa, onu yitirmişseniz o noktada köksüzleşme başlar. Doğar doğmaz başkasının dilini konuşuyorsanız, sizin bir toplumsal hafızanız, kültürünüz kalmamış demektir. Ki nitekim bugün Kürtçeyi ele aldığımız Kuzey Kürdistan, özellikle de kentlerde yaşayan çocukların çok azı ilk olarak anadilimiz olan Kürtçeyi öğreniyor, yani annelerimiz artık çocuklarıyla Kürtçe değil de Türkçeyi konuşmayı tercih ediyor. Bu Kürt toplumu açısından büyük bir tehlikedir. Aslında bir yerde cehalettir. Kendi elinle asimilasyonu gerçekleştirmektir. Hatta bazen ikinci dil olarak da İngilizce öğretiyoruz çocuklarımıza. Bu da daha iyi bir eğitim göstergesi olarak değerlendirildiği için, çocuğumuza daha iyi bir gelecek verdiğimizi düşünüyoruz. Gerçekte tüm bunlar beyaz soykırımın farklı yüzleridir. Eğer bir halkı ortadan kaldırmak istiyorsanız, ilk önce o halkın kadınlarına dillerini unutturacaksınız. Ki, bu devlet 1921'den bu yana bunu sistematik bir şekilde hayata geçirdi.
Bunu en gözle görülür şekilde 1937-1938 Dersim Katliamı'ndan sonra özellikle Kürt-Alevi bölgelerinde kız çocuklarının Türk okullarına gönderilmesini teşvik ederek, kültürel soykırımın temellerini atmıştır.
Oysa dilin toprakla, yaşadığımız coğrafya ve kültürümüz ile ayrıştırılamaz bir bağı vardı. Dil, kültürel kimliğimiz, varlığımızdır. Kürtçe konusunda verdiğimiz her taviz aslında biraz da Kürtlüğümüzden taviz vermektir, vazgeçmektir. Asimilasyona, beyaz soykırıma hizmet etmektir, yok oluşu kabul etmektir. Oysa her Kürdün anadilini konuşma ve çocuklarına öğretmek gibi bir sorumluluğu vardır. Bu Kürtçenin eğitim dili olmasından bağımsız olarak, varlık ve özgürlük mücadelesi yürüten tüm toplumların ve özellikle de bu toplumun öncüsü olan kadınların bugün karşı karşıya kaldığı önemli bir sınavdır. Yüz yıllardır ninelerimiz bu yoğun asimilasyon politikalarına direnmiş ve dilimizi, kültürümüzü bu günlere kadar taşımıştır.
Hepimiz Türkçe konuşmayı reddeden kadınlardan öğrenmişizdir Kürtçeyi. Hayatımda Türkçe konuşmayı reddeden ve bu duruşlarıyla beni etkileyen 3 kadın oldu. İlki babaannemdi. Babaannem Besê, 1940 yılından itibaren Türkiye metropollerinde yaşadı ama hayata gözlerini yumduğu 1985'e kadar da hiç Türkçe konuşmadı. Oğlu 1980 darbesinde tutuklandığında ise hapishaneye gittiğinde sadece “Oğlum Kalender nasılsın” demekten öte bir şey söylememiş ve hep susmuştu. Babaannem herkes ile Kürtçe konuşudur. Türk komşuları ile bile. Derdini anlatamadığında kendi Türkçe konuşma yerine dediklerini çevirecek birilerini bulurdu. Aslında Kürt olduğumu da babaannem sayesinde öğrendim.
İlkokuldayken birinci sınıfta çocuklarının derslerini sormak için okula gelen bir Şırnaklı annenin bir tercüman aracılığı ile derdini anlattığında elimi kaldırmış, “Öğretmenim ben de çevire bilirim” demiştim. Çok şaşıran öğretmen yüzüme bakarak, “Sen de mi Kürtsün?” demişti. O akşam amcam bana, bizim Kürt olduğumuzu kendi dilimiz olduğunu ve Newroz'un biz Kürtlerin ulusal bayramı olduğunu anlatmıştı ve ben de Kürt olduğum için hep Şırnak'tan gelen çocuklarla arkadaş olmaya başlamıştım. Çünkü dilimiz aynıydı.
Anadilim ile beni yakınlaştıran ikinci kadın ise Mardinli bir anneydi. Mardinli anne Türkçe bilmediği için benimle sadece Kürtçe konuştu. Evine sık sık gidip geldikten 6 ay sonra bir Mêrdînli gibi "evet" demek için "aa" demeye başlamıştım.
Beni etkileyen üçüncü kadın ise annemin kuzeniydi. 35 yıl boyunca İstanbul'da yaşayan ve çocuklarının büyük çoğunluğu Türkiyelilerle evli olan Gulê teyze Türkçe konuşmayı reddeden, Türkçe konuşamadığı için torunları ile de iletişim kurmakta zorlanan ancak tüm bunlara rağmen kendi anadilini korumakta ısrar eden örnek bir kadındı.
Elbette bu örnekleri çoğaltabiliriz. Bu kadar baskı ve yoğun asimilasyona rağmen Kürtçede ısrar etmek, Kürtçeyi yaşamın tüm alanlarında, evde, dışarıda, çarşıda, pazarda, ibadet ederken, kullanıp-yaşatmak, Kürt kadınların en devrimci duruşudur. Bütün araçlarıyla yok edilmeye, unutturulmaya çalışılan Kürt diline sahip çıkmak dün olduğu gibi bugün de siyasi varlığımızın, mücadele geleneğimizin, tarihe ve halkımıza karşı sorumluluğumuzun bir gereğidir.
Bunun için Kürtçeyi yaşamın tüm alanlarında konuşmak, onlarca yıldır anadilde eğitim dahil Kürt halkının hakları için mücadele ederken yaşamını yitiren, Kürtçe konuştukları için katledilenlere ve anadilinde kendini ifade etme hakkı tanınmadığı için evli olduğu erkek tarafından katledilen Fatma Altınmakas'a olan vefa borcumuzdur.