Aileyi tek suçlu görmek, devletin, kapitalizmin, milliyetçiliğin ve ataerkil sistemin daha geniş yapılarını gözden kaçırmak olur. Kızların radikalleşmesi, sadece ailede gördükleri şiddetten değil, aynı zamanda çoklu, ilişkisel baskılar ve sınıfsal koşullar nedeniyle de gerçekleşir. Haliyle burada tek sorun aile değil aileciliktir, yani aileye yüklenen kutsallık, dokunulmazlık ve değişmezliktir
Yakın zamanda 2023 yapımı Dört Kız Kardeş isimli bir belgesel izledim. Belgeselde Tunuslu Olfa ve dört kızının hikâyesi anlatılıyor. İki kızın IŞİD’e katılma sürecine ve geride kalan kız kardeşlerin yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Geride kalan kardeşler hem kendi yaşadıkları süreci hem anneleri ile olan ilişkiyi, annenin kişisel tarihini, gördüğü baskı ve şiddeti, çocukluğunu, evliliğini, bedenine ve cinselliğine dair deneyimleri, sevgi ve arzu üzerine anlatıları, hem de baskı ve şiddetin kendilerine nasıl yansıdığını anlatıyor. Bu anlatı içinde iki kızın IŞİD’e katılımına ilişkin her ne kadar Tunus’da gerçekleşen isyanlar, ardından muhafazakarlaşma ve dinciliğin bilhassa kadınlar üzerindeki etkisi, siyasi ve toplumsal nedenleri kısaca aktarılsa da bu meselenin esas olarak aile içindeki baskı ve şiddet ile tarif edildiğini görüyoruz ve filmin sonunda Eya IŞİD’e katılan kardeşlerine ve hapishanede büyüyen yeğenine yönelik şöyle söylüyor:“Seni yok eden bu ailenin beni yok etmesine izin vermeyeceğim.”
Gerçekten böyle midir? Mesele gerçekten aile içindeki ilişkiler, aile aracılığıyla kurulan ve yeniden üretilen şiddet ile mi ilgilidir, yok eden aile midir, itiraz ve direniş aileye karşı mı örgütlenmelidir? Bu sorulara verilecek yanıt hem hayır hem evet oluyor sanırım.
Evet, çünkü: Aile binlerce yıl içinde varlıkların birlikte yaşam formundan, ataerkil, mülkiyete dayalı, kapitalist modernite ile birlikte parçalanmış çekirdek aile formuna evrildi. Belirli bir zaman ve mekânda dönüşerek değişen sistemlerden etkilenen ve bu sistemleri yeniden üreterek etkileyen yeni bir aile formu. Bugünün ailesi kutsal, dokunulmaz, özel alandır. Devletin prototipi, tahakküm ilişkilerinin mikroformu olarak görülür. Milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik, sömürgecilik, eşitsizlik, heteronormativite ve şiddet güven alanı olarak tesis edilen aile içinde yansıma bulur. Babanın ve/veya kocanın başkanlığında kadın emeğiyle yeniden üretim alanına dönüşen bir iktidar alanıdır. İktidar tüm ilişkilere sızdığından aile içinde kadınla erkek, anne ile çocuk, çocuk ile eşya-canlı arasındaki ilişkilerde normatif olan üretilmeye devam eder. Bu anlamıyla doğrudan sistemin ideolojik bir yansımasıdır.
Ben ayrıca bu soruya psikanaliz aracılığıyla bir yanıt aramak isterim. Psikanaliz derken özneyi tarih ve toplumdan kopuk ele alan terapi salonlarına sıkıştırılmış travma çözümlemeleri ile cinsel güdülerin tartışıldığı bir noktadan bahsetmiyorum. Psikanaliz; şiddet, sevgi, arzu, rıza gibi konuları, aile içi ilişkiler aracılığıyla kurulan öznellikleri izah eden bir alan aynı zamanda. Olfa’nın kızlarına uyguladığı baskı, onların kimliklerini inşa ederken yaşadıkları çelişkilerin, aile içindeki ilişkilerin bireyin kimliğini nasıl şekillendirdiğinin, özneyi üretirken iktidar ilişkilerinin nasıl kuşaklar boyu işlediğinin bir örneğini de teşkil ediyor.
Psikanalizde aile, çocukluk yaşantıları, karşılaşmalar ile öznenin üretildiği, deneyimlerin kurulduğu ve bu deneyimlerin kişiler arası ilişkileri doğrudan etkilediği bir alan olarak anlam kazanır. Psikanaliz, cinsiyet farkının özneleşme sürecindeki etkilerini ortaya koyar. Bunu en belirgin haliyle Ödipal komplekste, çocuğun ilk arzularını annesine yöneltmesi ve babasını bu arzunun önünde bir engel olarak görmesi sürecinde görürüz. Erkek çocuk, babanın otoritesini (ve hadım edilme tehdidini) içselleştirerek onunla özdeşleşir ve böylece cinsel kimliğini geliştirir. Kız çocuk ise anneden ayrışarak fallusun eksikliğini deneyimler ve bu eksiklik üzerinden kendi kimliğini kurar.[1]
Dolayısıyla heteroseksüel bir varsayımla aile içinde öznenin kurulması -Olfa’nın kızlarıyla kurduğu ilişkideki normatifin temsili olan konumu gibi- ilk ilişkilenme, ad koyma ve özdeşim süreçleriyle birlikte bakım ve bağlılık temelinde şekillenir. Kendi olma sürecimiz, bu bağlılıkla iç içe gelişirken, aynı zamanda bizi sömürüye açık hale getirir.[2] Özne ancak belirli normlar içinde tanınarak var olabilir, yani özneleşme süreci başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler içinde şekillenir. Ancak bu ilişkiler, yalnızca kendimizi gerçekleştirdiğimiz özgür alanlar değil, aynı zamanda bizi denetim altına alan, sömürüye açık hale getiren bağlardır. Aile, bu paradoksun en somut görünümlerinden biri.
Bir yandan, aile öznenin ilk tanınma ve özneleşme alanıdır. İlk bakım, ilk dil, ilk aidiyet burada kurulur. Diğer yandan, bu bağlılık kişiyi bağımsız bir özne olmaktan çok belirli normlara mahkûm edebilir. Cinsiyet rolleri, itaat beklentisi, duygusal manipülasyon ve hatta sevgi adına sürdürülen baskılar, bağlılığı bir tahakküm aracına dönüştürebilir.
Öznelliğin oluşturulduğunu ifade eden psikanaliz toplumsal ilişkilerin, normun ve ahlakın üretim alanı olarak ortaya koyduğu aile içi ilişkileri esas alırken temeline cinsellik sorunsalını da -ailenin güçlendirilmesine yarar şekilde- alır. Aile içinde, cinselliğin evlilik içileştirilmesi, üreme, soy, miras, hukuk ve mülkiyetle denetim altına alınması, bilgi ve iktidar alanlarının kurumsallaştırılmasına yarar. Nüfusu denetim altına almak, işgücünü ve askeri gücü yeniden üretmek, muhafazakarlık ve dincilik ile bedenlerin gözetim ve denetim altına alınmasına neden olur.
Bugün evlilik birliği olarak kurulan yapı, içinde aşkı barındırsın ya da barındırmasın bu politikalardan yakasını kurtaramaz. Haliyle iktidarın tahakkümüyle derinleşen, bir kontrol aygıtına dönüşmüş, birlikte yaşam alanı olmaktan çıkıp norm olarak güçlenmiş aile kurumunun; kadınları, kadın cinselliğini, cinsel edimlerdeki çeşitliliği yok etmeye çalıştığını söylemek gerekir. Belgeselde de Olfa’nın yaşadıkları, çocukluğu ve gençliği ile taşıdığı hafıza, tüm toplumsal-tarihsel etkenlerle birlikte kızlarına aktarılır. Kızların kimisini direnişe, kimisini kendisini yok etme pahasına katliamcı bir zihniyete dahil olmaya götüren yolların taşları, aile aracılığıyla döşenir.
Ancak aynı zamanda sorunun cevabı Hayır, Çünkü: Çok daha ilişkisel, karmaşık bir yapı olmasına rağmen modernite içinde aile tüm travmaların kökeni, şiddetin merkez noktası ilan edilir. Krizli kişisel ilişkiler aile içinde şiddete ve çözülmemiş travmalara dayandırılır. Hele de günümüzde herkesin “çocukluğuna indiği” çeşitli tahlillere dayanan, terapilerde kadınların babalarıyla kurduğu ilişkilerin analiz edildiği ve bu ilişkilerde bastırılmış sevgisizliğin, arzuların, yaraların analizi açığa çıkarılmaya çalışılır.
Oysa babayla kurulan ilişki, kadının ve doğanın mülkleştirilerek sömürgeleştirilmesinin, ekonomiden, emekten, toplumsal alanlardan koparılmanın, yeniden üretimin, milliyetçiliğin izdüşümlerini taşır. Babayla kurulan ilişkinin esasında “babanın yasası” olanla yani ataerki ile ilişki olduğu ifade edilmez. Temelinde şiddet öyküsü olan aile yaşantılarına dair izahlar kimi zaman ailenin; sistemin, devletin, kapitalizmin biyoiktidar alanlarından biri olduğu gerçeğini görünmezleştirir. Psikanalizin öznelliği kurmaya dair ifade ettiği tüm o değişkenler toplumdan ve tarihten izole edilmiş tekil deneyimleri ifade ettiğinde sınırlı kalır. Aileyi bireyi şekillendiren merkezi bir yapı olarak görmek yerine, ailenin de aracılığıyla öznelerin ve onların arzularının daha geniş toplumsal ve tarihsel süreçler içinde nasıl yönlendirildiğini analiz etmek gerekir. Cinsel politikaları, ailenin bir iktidar alanı olarak normu yeniden üretmesini, bilhassa kadınlık deneyimlerinin kurulması, kapatma ve kırım politikalarının üretim aygıtı olmasını, demografya, ucuz iş gücü, görünmeyen emek meselesinin bedenleştiği aygıtlardan biri olduğunu hatırlamak gerekir.
Mesele Olfa’nın kızlarıyla kurduğu ilişkinin aktarıldığı gibi tek başına aile ile ilgili olsaydı bazı feminizmlerin de ifade ettiği gibi aileyi ortadan kaldırmak, kadın özgürlüğü açısından esaslı bir hedef olabilirdi. Aileyi tek suçlu görmek, devletin, kapitalizmin, milliyetçiliğin ve ataerkil sistemin daha geniş yapılarını gözden kaçırmak olur. Kızların radikalleşmesi, sadece ailede gördükleri şiddetten değil, aynı zamanda çoklu, ilişkisel baskılar ve sınıfsal koşullar nedeniyle de gerçekleşir. Haliyle burada tek sorun aile değil aileciliktir, yani aileye yüklenen kutsallık, dokunulmazlık ve değişmezliktir.
Ailenin toplumsallığın bir biçimi olduğuna ilişkin tarih, varlıkların bir arada yaşadığı ilksel formların, ihtiyaçlara, dayanışmaya ve birlikte yaşamaya dayalı olduğundan bahseder. Çoğunlukla topluluk içinde kadınların, erkeklerin, çocukların, ağaçların, hayvanların, toprağın, suyun, böceklerin, meyvelerin, sebzelerin, “madde”nin bir parçası olduğu “eyleyicilerin” ihtiyaç dahilinde karşılıklı bağımlılığın da mevcut olduğu, şeyler üzerinde tahakkümün kurulmadığı ve insana hizmeti esas alan mülkiyetçi bir anlayışı taşımayan bir yer, dinamik bir mekân olarak tarif edilebilir.
İlksel yaşam alanlarına bilindiği kadarıyla ihtiyaçlar, dayanışma, eşitlik ve bir aradalık temelinde yalnızca insanlar değil, insan olmayan oluşlar da dahildir. Yani tarihsel hafızayı canlandırmak ve ailenin demokratik ve ekolojik bir zemine kavuşması iddiasında olmak imkânsız bir ütopya olmasa gerektir. Bu yüzden özgürlük pratikleri, “aileyi reddetmeyi” değil, aile içindeki tanınma biçimlerini dönüştürmeyi gerektirir. Dolayısıyla soru şudur: ailenin dönüştürülmesinin, birlikte yaşamın, eşitliğin, demokrasinin, değer üretiminin, özgürlükçü ilişkilerinin bir üretim alanı olmasının imkânları yaratılabilir mi?
Biz yaratılabilir diyoruz. Jineolojî, tahakkümün ortadan kalktığı, eşitlikçi ve kolektif bir yaşam formunun inşa edilebileceğini vurgular. Mevcut iktidar ilişkilerinin sürdürüldüğü aile formlarında şiddet mekanizması olmaya başlamış ailenin kendisini değil dayanağını aldığı sistem ideolojilerini ortadan kaldırmayı esas alır. Bugün sistemin bir prototipi olarak parçalı ve tahakküm esaslı zihniyetinden koparıp, aileyi demokratikleştirerek demokratik bir toplumun prototipi haline getirmenin yollarını arar. Heteronormatif, kan bağına dayalı akrabalığa, ailecilik ideolojisine değil, tüm insan ve insan olmayan varoluşların kendi farklılıkları ile dahil olduğu bir özgürlük alanına işaret eder. Maddenin kendi canlılığı, zekası, ruhu -adına ne dersek diyelim animizmde yansımasını bulan- ile bir eyleyici olarak eşlik ettiği toplumsallıktan bahseder. Erkek karşısında kadın, ebeveyn karşısında çocuk, insan karşısında insan olmayan, canlı karşısında cansızın tahakküme dayalı ilişkilerini üretmeyi bırakıp tüm varoluşların demokratik, farklılaşan, çeşitlilikleri ile bir arada özgürce yaşamasının imkânlarını yaratır.
Yani yaratma arzusu duyulan; Butler’ın radikal demokrasi ile açıkladığı kucaklama, eklemleme ve genişleme anlamında “yaşanabilir bir hayatı sağlayan normları mevcut durumda hakları tanınmamış olan topluluklara genişletmek”[3], aile mefhumunu da böylesi bir zeminden beslenerek yeniden inşa etmektir. Özcesi; Eya ve kadınlar bu ilişkiler içinde özneleşirken itiraz hakkını da koruyarak özgürleşmeyi önceliyor. İlk itirazı da ailecilik özelinde baskı ve şiddete karşı yapıyor. Olfa da itaat beklentisine itiraz etmeyi, normatif olana, evlilik içindeki baskılara direnmeyi asla bırakmıyor. Kız kardeşler annesiyle kurduğu ilişkiyi ortadan kaldırmıyor, oradan güç alıyor, birlikte kalarak, dayanışarak direniyor, onlara kadar gelen ve kimi zaman onlar aracılığıyla da süren şiddetin sürekliliğini kırarak aile içindeki özneleşme biçimlerini dönüştüreceğini iddia ediyor. Sadece bu ailenin değil, bu zihniyetin de kendilerini yok etmesine izin vermiyor.
[1] Ayrıntılı tartışma için: Jacquez Lacan, Fallus’un Anlamı, çev. Saffet Murat Tura, İstanbul: Alfa Yayınları, 1994.
Burada detaylarına giremesek de cinsel farka ilişkin psikanalist belirlemeleri, kadının fallusa sahip olmak temelinde bir eksiklikle kimliğini oluşturduğu analizini eleştirdiğimizi belirtmek gerekir. Yine feminist literatür içinde Julia Kristeva, Nancy Chodorow, Luce Irigaray, Judith Butler esaslı itirazları yapan düşünürlerden birkaçıdır.
[2] Ayrıntılı tartışma için bakınız: Alev Özkazanç, “Psikanalizin Doğuşu: Beden, Cinsellik ve Öznellik”, Arete Politik Felsefe Dergisi, Cilt, 1 (1), 2021 , s. 8-25.
[3] Alev Özkazanç, “Butler’ın Feminizmi: Siyasi Bir Okuma İçin Kılavuz”, Mülkiye Dergisi, 37 (4), 2013, sy. 118-138.