Renkten renge bürünüp farklı isimlerle karşımıza çıkabiliyorlar ama biz onları pratiklerinden çok iyi tanıyoruz
Suriye’de Esad yönetimi, insanlık onuruna sığmayan tutum ve politikalarıyla, anti demokratik yönetimiyle sürdürmeye çalıştığı otoritesini, yine aynı sebeplerden ötürü geçtiğimiz günlerde yitirdi. Uzun hükümranlık dönemi boyunca Esad ailesi, demokratik olmayan yöntem ve insanlık onurunu zedeleyen uygulamalarla Suriye’de geniş bir kesim üzerinde rızasız yönetim konumunda var olmuştu. Ülkenin kuzey sınırında yaşayan Kürtlere hak tanımayı bırakalım kimlik dahi vermeyen bu anlayış, tamamen yok sayan ve Arap Kemeri politikasıyla ortadan kaldırmayı hedeflerken aynı zamanda ülkenin çoğunluğunu oluşturan Sünni kesimin de üzerinde otoritesini muhaberat veya askeri güç ile tesis etmiştir. Kısacası, otokratik yönetimlerin bir örneği olarak korku ve baskı ile ayakta kalmaya çalışırken, ayakta kalma yöntemleri onu yıkıma götürmüştür.
Suriye Savaşı, bütün azınlıkların varoluş sorunuyla yüz yüze kaldığı kanlı bir süreç oldu. Savaşın başındaki inançsal sebepler birer çatışma zemini olarak ortada duruyorken süreç içerisinde El-Kaide ve IŞİD’den kopan El-Nusra çetelerinin özellikle Alevilere dönük katliam girişimlerinin üzerinden çok fazla zaman geçmedi. Keza aynı ideolojik kaynaktan beslendikleri IŞİD’in yenilgisi dahi birkaç sene önceydi. Bu cihatçı gruplar bugün HTŞ adı ve çatısı altında Şam’da Suriye’nin genelini yönetme çalışmalarına giriştiler. Geçmişleri bu denli kan ve vahşetle dolu olan bu grupların ülkenin yönetimini ele geçirdiklerinde, geçmişte acımadan öldürdükleri farklı inançlara mensup insanlara nasıl bir hak ve özgürlük tanıyacakları meçhuldür. Yaklaşık 13 yıl boyunca kan ve ölümle örülen bu süreç sonunda farklı inançların yaşam haklarının geleceği, bugün kurulmaya çalışılan yeni Suriye’de en önemli konu başlıklarından biridir.
Suriye Savaşı, her ne kadar bir iç savaş olarak başlamış olsa da gelişim aşamalarıyla beraber uluslararası güçlerin de dahil olduğu bir hesaplaşma, kimin hangi değere ne kadar inandığını gösterdiği, savunduğu bir alan oldu. Hukuku ve demokrasiyi savunan güçler kadar ölümün en uç yöntemlerini arayan, uygulayan ve yüzlerce, binlerce savaş suçu işleyen anti demokratik, gerici güçler de bu alandaydı. Nitekim büyük askeri ve ekonomik güçlerin asıl kaygılarının insani ve ahlaki değerler mi ya da ekonomik kaygılar mı olduğu yine Suriye Savaşı’nın ortaya çıkardığı bir başka hakikat olmuştur. Hegemonik güçler Suriye’de karlı ekonomik bölgeler için mücadele ederken sebep oldukları insanlık suçları da yine koruduklarını iddia ettikleri değerleri yıkıyordu. Her güç kendi adına insanlığı ve ahlakı savunurken Suriye sahası insan-köle pazarı olmaktan tutalım kimyasal silahlarla gerçekleşen ölümler ve başların kesilip bedenlerin yakıldığı bir cinnet vahası haline geldi. Suriye, herkesin kendi saklı niyetini en son kertede ortaya dökmek zorunda kaldığı bir iç hesaplaşma alanı haline de geldi. Bu iç hesaplaşmalar yaşanırken milyonlarca insan hiç bilmedikleri dillerde yaşamlara, görmedikleri topraklara göç etmeye zorlandı. Yine nicesi, bizim daha yeni yeni isimlerini duyduğumuz ölüm çukurlarında yaşamlarını yitirdi, kayboldu. Türkiye ve Kürdistan’da yaşayanlar olarak bize oldukça tanıdık gelen bu yitirmeler ve kaybolmalar, sebepleri ve sonuçlarıyla beraber çok iyi anladığımız, yaşadığımız, çözümünü aramak ve bulmak adına kendimizi sorumlu hissettiğimiz insanlık ve savaş suçlarıdır.
Tam da bu noktada, sanki Avrupalı bir yurttaş için geçerli olan ancak Orta Doğu’da Kürt için, Ezidî için, Arap için, kadın için veya çocuk için geçerli olmayan insancıl hukukun bir tanımını yapmanın gerekliliği doğuyor. İnsancıl hukuk, savaş koşullarında bile askıya alınamayacak haklar ve özgürlükleri esas alan bir hukuki güvence olarak tanımlanabilir. İnsan hakları bir bütün olarak olağan ve olağanüstü dönemleri kapsıyor olsa da savaş ve olağanüstü dönemler insancıl hukukun veya bir diğer adıyla savaş hukuku kapsamına giriyor. İnsanlık tarihi boyunca savaşların hiç eksik olmaması gibi savaş ve çatışmalarda çatışmanın bütün taraflarının ve özellikle çatışma bölgelerinde yaşayan insanların ihtiyaç duyduğu kurallar/sınırlar olmuştur. Başlarda bir gelenek bir teamül olarak sivil çocuk ve kadınlara zarar vermeme kuralı zamanla şu an işlemiş olduğumuz insancıl hukuk veya diğer adıyla savaş hukuku olarak meydana gelmiştir.
İnsancıl hukuk, herhangi bir sınıra bağlı kalmadan evrensel adalet arayışının somut bir dayanağı, aşamasıdır. Bütün sınırları aşabilen ender durumlar vardır ve insancıl hukuk, bütün zor, kaotik ve en yoğun çatışmalı durumlarda bile insanlığımızdan geriye kalan bir şeyler varsa onu korumak adına da olsa bütün insanlığa uzatılan bir daldır. Zira ölümlerin beşer onar yaşandığı bölgelerde insanlıktan bahsetmek her ne kadar zor olsa da asgari düzeyde yaşam hakkının savunulması, insan hak ve özgürlüklerinin korunma çabası ahlaki ve yaşamsal bir gereklilik olarak kendini dayatır. Savaş gibi, devletli sistemin egemenlerinin çıkar çatışmalarında ahlaki erdem aramak anlamsız gözükse de aslında insancıl hukuk bu gayri ahlaki ortam/durumda egemen olmayanın, devlet-iktidar zihniyetinin dışında ve onların çıkar çatışmalarında yer almak istemeyen bireyin ve demokratik toplulukların yaşam haklarını ve özgürlüklerinin savaş ortamında savunulması çabasıdır.
Mevcut durumda çatışmaların en az iki tarafı vardır. Çatışma/savaş durumlarında taraflardan elbette doğal olarak olumlu şeyler beklenmese de savaşın vahşetini en aza indirgemek için uyulması gereken kurallar olduğu apaçıktır. Yani “savaşın bile bir sınırı vardır.”
Günümüze kadar süregelen savaş hukuku bağlamında birçok sözleşme imzalanmıştır. Bunlar genellikle çağın gerekliliklerine ve var olan sistemlere göre yalnızca birer teamül olarak kalmıştır. Günümüzde ise savaş hukukunu inceleyen üç tür sözleşme bulunmaktadır. Bunlar: La Haye tipi sözleşmeler, Cenevre tipi sözleşmeler ve New York tipi sözleşmelerdir. La Haye sözleşmeleri kural olarak, silahlı çatışmaların sevk ve idaresi, işgal ve tarafsızlık hukuku kurallarına ilişkin sözleşmelerdir. Cenevre sözleşmelerinde ise silahlı çatışmalar nedeniyle savaş esirleri, yaralı ve deniz kazazedeleri, ölüler, sağlık ve din personeli gibi savaş mağdurları ile ilgili hususlar düzenlenir. Karışık tip sözleşmeler olarak da adlandırılan New York tipi sözleşmeler, Birleşmiş Milletler Antlaşması ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı kapsamında kabul edilen sözleşmelerden oluşur. Bu sözleşmeler büyük ölçüde savaşta sivillerin, çocukların, kadınların ve savaşın tarafı olmayan herkesin temel haklarını korumak amacıyla düzenlenmiş sözleşmelerdir. Yine en önemli sözleşmelerden biri olan Roma statüsü, savaşa taraf olmayan sivillerin hedef alınmasını savaş suçu olarak ifade eder.
İşin teknik kısmı kağıt üzerinde kolay yazılsa da ne yazık ki realitede pek kolay olmuyor. Yukarıda “sanki” demiştik çünkü bölgede yaşanan büyük savaş suçlarına bu kağıt üzerindeki büyük sözleşmelerin ne yazık ki bir hükmü olmuyor. Bu tür uluslararası sözleşmelerde önemli hak belirlemeleri yapılsa da savaş zamanlarında yalnızca kağıt üzerinde kalan bir durum oluşuyor. Bu sözleşmelerin hazırlanmasında bizzat bulunan ve imzacısı olan ülkeler dahi uygulanması için bir çaba içerisine girmiyor. Elbette uygulanmamasındaki önemli bir faktör de bölgenin Orta Doğu olmasıdır. Burada, insan hayatının daha ucuz görüldüğü ve savaşan devlerin de bundan cesaret aldığı bir durum yaşandı. Orta Doğu’nun güncel durumu, insanlığın başından beri medeniyetlerin beşiği olan bereketli hilalin trajedi hilaline dönüşünün acı bir resmi olmuştur.
Özellikle IŞİD’in ortaya çıkışıyla birlikte kadınların katledildiği, köle pazarlarında satıldığı manzaralar, erkeklikle eşdeğer olan savaşın yarattığı vahşetti. Bu yönüyle erkeklerin ilkel savaşının, kadınlara karşı da olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kadına karşı olan savaşla halklara karşı olan savaşı birbirinden ayırmak mümkün değil. Bilge’nin deyimiyle “Hitler boşuna ‘halklar kadın gibidir’ dememiş. Yine Bacon’ın doğayı kadın biçiminde tasvir ederek, onun nasıl egemenlik altına alınacağından büyük bir iştahla bahsetmesi aynı anlamdadır. Kadının ve toplumun iradesizleştirilmesi için geçirildiği tezgah aynıdır.”
Karşısındakini terörist olarak niteleyerek gerçekleştirdiği yargısız infazları meşruymuş gibi lanse eden egemenler, iman ettikleri güncel ideoloji olan liberalizmin başarılı bir şekilde yaptığı gibi, renkten renge bürünüp farklı isimlerle karşımıza çıkabiliyorlar ama biz onları pratiklerinden çok iyi tanıyoruz. Bulaşmadıkları savaş suçu kalmayan bu egemenlerin, otokratların ilk hedefi; toplumsal barış savunucuları ve kadınlar olmuştur. Aralık 2011’de Kafr Awaid köyüne yapılan rejim saldırısı sonucu 170 kişi yaşamını yitirmişti. Yine rejim güçlerinin gerçekleştirdiği bir saldırıda Humus’ta 2012 Nisan ayında 90 kişi hayatını kaybetmişti. Rejimin toplu katliamlarının başlangıcı olan bu olaylar, savaşın tırmanmasıyla beraber hem katliamların boyutu artmış hem de savaş suçlarının sayısı ve suça maruz kalan insan sayısı gittikçe çoğalmıştır. Rejimin ve Rusya’nın ortak saldırısı olan 2016 Halep bombardımanı, Suriye iç savaşında yaşanan en geniş çaplı yıkım ve katliamlardan biri olmuştur. Yine Guta’da sarin gazı kullanımı iddiaları, savaşın ilk günlerinde işlenen insanlık suçları arasındadır. Ne yazık ki örneklerin sayısı çok fazla. Kısa bir süre önce bombardımanda katledilen gazeteciler, siviller; nehir sularının kesilip, çölde susuz şekilde ölüme, hastalığa terk edilen binlerce sivil, Afrin’de yüzlerce yıllık zeytin ağaçlarının sökülmesi, binlerce sivilin Suriye içerisinde göç etmesinin yanında; on binlercesinin Hol Kampında, milyonlarcasının ise Lübnan, Ürdün ve Türkiye’de mülteci olarak yaşadığı gibi örnekler. Bu insanların her biri bu savaşın birer mağduru, her biri en az bir savaş suçuna maruz kalmış insanlardır.
Bu olanlara rağmen uluslararası İnsancıl hukuk hiçbir aşamada işletilmedi. Ne yazık ki Orta Doğu halkları açısından kağıt üzerinde olmaktan öteye gidememiş Uluslararası insancıl hukuk sözleşmelerinin işletilmesini talep etme hakkımız hala var. Talep etmenin çare olup olmayacağı veya bu noktadan sonra anlamlı olup olmayacağı tartışmalı olsa da halkların hep birlikte geliştirecekleri insani temelde bir toplumsal hukukun varlığının çözüm ve umut olacağı kesindir. Diktatörü yıkmış bir Suriye için en anlamlı sonuç elbette ki farklılıkların özgürlüğünü geliştirecek bir hukuksal zeminde bütün halkların ortak yaşama özgürce katılımının teminatı olacak bir toplumsal sözleşme olacaktır. Halihazırda ülkenin kuzeyinde ve doğusunda, birçok farklı halktan ve inançtan insan, rızaya dayalı ortak bir toplumsal sözleşme ile yaşamlarını, savaş ile müdahale edilmedikçe, devam ettiriyorlar. Bu model, bütün Suriye için geçerli olabilecek toplumsal bir barışa örnek olarak katkı sunabilir.