“Bütün büyük devrimlerde olduğu gibi, en başta cinsler arası ilişkiler alt üst olur” (Engels)
Kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi, insan yaşamına özel mülkiyetin girişiyle başladı. Kadın bu süreçte bütün toplumsal fonksiyonlarından soyunduruldu, diğer her şey gibi erkeğin mülkünden sayıldı, ondan doğacak çocukların, evin ve bu kocanın bakıcısı olarak konumlandırıldı. Bu bağlamda kadın cinsi, insanlığın tanıdığı ilk köle oldu. Köleci, feodal ve kapitalist sınıflı toplumlarda biçimleri değişse de özü itibarıyla kadının erkek karşısında bu konumu korundu.
Çarlık rejimini yıkan ve kadınlar tarafından başlatılan Şubat Devrimi’nden sonra gerçekleşen Ekim Sosyalist Devrimi, köleliğin kökeni olan özel mülkiyet sistemini yıkmaya giriştiği için kadın cinsin büyük toplumsal kurtuluşunu da başlattı sayılır. Bolşevik hükümetin ilk kararnamelerinden biri, kadın cinsi asırların köleliğinden ve onu yasal düzlemde erkekle arasındaki bütün eşitsizliklerden kurtarma kararıydı. Kadın cinsin tam olarak toplumsal üretimin içine çekilmesi yanında mutfağın kölesi, çocuk ve kocanın bakıcısı olmaktan çıkaracak olan seferberlik başlatıldı. Kadın için ekonomik bağımsızlığın yolu, sosyalist ekonominin inşası içinde köklü olarak açılırken, devlet yönetimine en gerideki köylü kadının çekilmesi de olanaklı hale geldi.
Toplumsal ve hukuksal alanda kadını ikincil ve erkeğe bağımlı kılan, ezilmesine araç olan her şeye karşı savaş açıldı, boşanma kararnamesiyle kadın cinsin aşağılanmasına, meşru ve gayrimeşru çocuk ayrımına son verildi. Kadın cinsin eğitimi için seferberlik başlatıldı, kadın ve çocuğun korunması sosyalist devletin sorumluluk alanına sokuldu. Pek çok kitap, belge ve istatistik, insan soyunun yarısı olan kadın cinsin Ekim Devrimiyle yaşadığı mutluluğa, elde ettiği kazanımlara, insanlığın özgürlük yürüyüşünde üstesinden geldiği zorluklara ve başarılarına tanıktır. Bugün emperyalist kapitalist sistem karşısında ağır bir yenilgi alarak insanlığın barbarlığa sürüklenmesinin önünün açıldığı ne kadar gerçekse, Sovyet devriminin ve Sovyet kadınının insanlığa armağan ettiği zaferler de o kadar gerçektir.
Tarihin tanıtladığı gibi, ne yazık ki bu devrim de yarım kalmış bir zaferdir. Kadın cinsin sosyalizme ilk yürüyüşünün nerede, nasıl ve hangi etkenlerle kesintiye uğradığını, zaferin yarım kalmasının özgün nedenlerini ve bunların sosyalizmin yenilgisinin genel bilançosu içindeki yerinin ne olduğu 20. yüzyıl içinde açığa çıkarılmış da değildir. 21. yüzyılın, kadın yüzyılı ve kadın devrimleri yüzyılı olarak anmaya başlamak esasen geçilen bu zamanla da yüzleşme sayılır. Olmuş bitmiş bir şey değildir elbet ama Orta Doğu’nun merkezinde yükselen Kürt kadın devrimi kesin bir başlangıçtır.
Bu vurgu ile birlikte geriye giderek, sosyalizmin ilk deneyimlerine dair bir bilanço çıkarmaya çalışacağım. Bilanço çalışmasının iki ana ekseni üzerinde durmak istiyorum. Birincisi, Marksist teorinin kadın sorununu, daha doğrusu kadın özgürleşmesini ele alışı, ikincisi; ilk sosyalist kuruluş deneyinin kendi sorunlarını incelemek.
Marksizm’de Kadın Sorunsalı
Marksizm, Clara Zetkin’in dediği gibi, “elimize materyalist tarih anlayışı ve diyalektik yöntemi vererek” kadın ve aile sorununun diğer bütün toplumsal olgular gibi tarihsel bir perspektiften incelenmesi olanağını sunmuştur.
Marks ve Engels Komünist Manifesto’da, işçi sınıfının proleter devrim programını açıklarken şöyle derler: “Burjuva için karısı üretim aracıdır. Bu nedenle o, ortaklaşa mülkiyet deyince kadınların da ortaklaşmasını anlar. Oysa bugün burjuva evlilik kadınların ortaklaşa kullanılışıdır zaten. Biz olsa olsa kadınların ortaklaşa kullanılmasını açığa çıkarmış olmakla ve açık gizli fuhuşun ortadan kaldırılmasını hedeflemiş olmakla suçlanabiliriz.”
Kapital’de Marks, emek piyasasına çıkmadığı için kadının ev içindeki emeğinin, kapitalist için değersiz olduğunu söyler: “Emekçi kendine aittir ve zorunlu yaşamsal işlevlerini üretim sürecinin dışında gerçekleştirir’, ‘emekçinin kendini yeniden üretmesi için onun öz savunma ve türünü sürdürme güdülerine güvenebilir. ‘Sermaye ev içi alanıyla ilgilenmez’”
Marks’ın bu belirlemesi öylece kabul görmüş ve kapitalist sistem eleştirisi bilançosuna “evde gerçekleşen bir emek gaspı” olarak girememiştir. Marksizm’in diyalektik yöntemi ile eviçi emek eleştiri masasına yatırılıp devrimci politikanın konusu yapılamamıştır. Bu bakış 150 yıldır Marksizm adına tekrarlanarak geldi. Sonuç; insan soyunun yarısı, kadın evdeki kendi emeği için kapitalist sistemin karşısına, emek mücadelesinin asli unsuru, emek ordusunun yarısı olarak giremedi. Erkek egemenliği, kapitalizmin kanatları altında, kadının emeğini gasp etmeye devam etti.
İkinci olarak, Marks’ın ’emekçinin kendini yeniden üretmesi için onun öz savunma ve türünü sürdürme güdülerine güvenebilir’ sözü de kapitalist sistemin kendi gelişmesi içinde geçersiz hale geldi. Kapitalist devletler, eskisi gibi, ’emekçinin üreme güdüsü’ne güvenemeyeceğini anladı ve nüfus politikaları oluşturdu. Temel teorisi kıtlık olan kapitalist sistem, kıtlığa en büyük neden olarak nüfus artışını gösterdi. Alttakiler “fazla doğuruyor”du. Yani emekçinin ‘temel içgüdüsü’ çok çalışıyordu. ‘Doğal ayıklanma’ yetmedi, doğum kontrol yöntemleri devreye girdi. Bu kez kadının doğurganlığı ile mücadele, kapitalizm için yeni bir sermaye birikim alanı haline geldi. Kadın bedeni üzerinde denetim hakkını elinde tutmak erkek egemen kapitalist devletlerin, burjuva siyasetin eline geçti, büyük dinler bürokrasisi yaya kaldı. Sonuç olarak gerek doğurganlık ve gerekse aile bugün de erkek egemen devlet politikaların ana konusu; sermayenin ihtiyaçları, sistemin bekası ne gerektiriyorsa işi öyle götürmeye çalışıyorlar. Eviçi emeğiyle, bedeniyle ve cinselliği ile kadın ezilmeye, sömürülmeye, her alanda sistemin ─gasp edilmişlik haliyle─ nesnesi olmaya devam ediyor. Marksizm ve Marksist politika ve örgütlenme, eviçi emeği bütün yönleriyle ya da bütünlüklü olarak teorinin ve politikanın konusu yapamamıştır.
Rosa Luxemburg eviçi emek konusuna değinen ilk komünist kadın önder olmuştur. 1912 yılında kadınlara oy hakkı için yazdığı makalede, proleter kadının ev içi emeğinin kapitalist sistem içinde karşılıksız kalmasının kapitalizmin gaddarlığını ve akıldışılığını gösterdiğini ifade etmiştir: “Kapitalizm ve ücret sistemi egemen olduğu sürece, yalnızca, artık değer üreten, kapitalist kâr sağlayan çalışma türü, üretken sayılacaktır. Bu açıdan bakıldığında, bacaklarını oynatarak patronunun ceplerini parayla dolduran bir müzikhol dansözü üretken bir işçi sayılırken, dört duvar içinde kalan proletaryan kadınların tüm çabası, üretken olmayan iş sayılacaktır. Bu, gaddarca ve akıldışı bir şey, ama bu durum, bugünkü kapitalist ekonominin gaddarlığını ve akıl dışılığını tam olarak göstermektedir. Bu acımasız gerçeği açık ve kesin olarak görmek, proleter kadının ilk görevidir.” Ama bunun arkasını ne kendisi ne de başkası getirmemiştir.
Marksizm’in kadın ve aile ile ilgisinin daha kapsamlı hal alması, 19. yüzyılın ilk yarısında sosyal bilimlerdeki gelişmelerin ateşlemesiyle oldu. Marks, Morgan‘ın Eski Toplum’unu, ailenin evrimini incelerken, Charles Darwin‘in (1809-1882- İngiliz doğa bilimcisi) Türlerin Kökeni kadar önemli bir gelişme olduğunu beyan eder. Her iki bilim insanın çalışmalarını, kendi kurduğu materyalist tarih anlayışının doğada ve ailede kanıtlanması sayar ve karşısında büyük bir heyecan duyar.
Engels, “Maddeci anlayışa göre, tarihteki egemen faktör, son tahlilde, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ama bu üretim ikili bir tabiata sahiptir. Bir yandan yaşam araçlarının beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan şeylerle bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belli bir tarihsel dönem ve belli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar bu iki türlü üretim tarafından, bir yanda çalışmanın (üretimin), öbür yandan da ailenin erişmiş olduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir.”
Sonuç olarak; Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde sorunun kökenini, evrimini ve kadın özgürleşmesinin teorik temellerini açıklığa kavuşturmuş! Biz farkında olmasak da. Kitabı Türkçe’ye çeviren Kenan Somer’in çelişki görüp eleştirdiği ve öylece unutturulup gitmesinin aksine bu analiz çok önemlidir. Çünkü bu analiz, kadının soyun üretiminde ve emeğin yeniden üretiminde aldığı toplumsal üretici rolünün, ailenin ve erkek egemenliğini niye bütün sınıflı toplumlarda sürüp gittiğini de açıklamaktadır.
Aile, mülkiyet rejimi tarafından belirlendiğinde, toplumsal sınıflar ortaya çıktığında eski ilişkiler yıkılıyor, iki cins arasındaki doğal iş bölümü aşılıyor, kadının toplumsal üretici rolü/emeği özelleşiyor ve bu emek bizzat onun ezilmesinin dayanağı oluyor. Bir başka ifadeyle, kadının sorumlu olduğu komünal ev ekonomisi, bu yeni gelişmeyle birlikte yani devreye giren yeni iktisadi etkenle yıkılmış, insanlık, özel mülk egemenliği yanında erkek egemenliği ile de tanışıp babalık hukukuna, toplumsal cinsiyetçi iş bölümüne teslim olmuştur. Bu teslim oluş, ilk sınıf çatışmasıyla zamandaştır: “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki çelişmenin karı- koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da, dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana rastlar.”
İşte bu tek eşli aile “kadının açık ya da gizli ev köleliği üzerine kurulmuştur” ve modern denen kapitalist toplum, “tek eşli ailelerden ─moleküller gibi─ meydana gelen bir kütledir”. Orada iş bölümü toplumsal cinsiyetçi kimlik kazanmıştır; “erkek burjuvazidir, kadın ise proletaryayı temsil eder.” Engels, “bu tarihsel ilerleme”nin insanlığın kadın erkek arasındaki eşit ilişkilerden erkek egemenliğine geçişini, kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi sayar, yenilginin somutlaştığı tek eşli evliliğin, “bir babanın çocuklarını doğurması için kadının cinsel köleleşmesi” olduğunu açıklar.
Şimdiye kadar Marksist hareket tarafından çok tekrarlanan tezlerin çözümleyici gücü yeterince bilince çıkarılmış da değildir.
Engels’in çalışmasının eksiklerini ya da tartışmalı yanlarını inkâr edemeyiz. Örneğin Engels, aynı eserinde, kadının yeniden özgürleşmesi için “atılacak ilk adımın bütün kadın cinsin yeniden toplumsal üretime dönüşü” olabileceğini vurgular. Gerçekten de kadın cinsin kitleler halinde toplumsallaşmış üretime döndüğü kapitalist sistem, onun kurtuluş mücadelesinin sadece başladığı yerdir. Çünkü toplumsal üretim yerindeyken de evde kadının özel hizmetli olarak çalıştığı gerçeği değişmedi.Yani Engels, Marks’tan sonra yine de maddi üretimin ikinci alanını, soyun üretimi alanının “toplumsal karakterini” atlamış oluyor. Evdeki işin/ kadının rolünü, eviçi emeğin, toplumsal niteliğini, toplum adına görevlendirildiğini hesaba katmıyor. Bu durumda evdeki hayatın bütün yönleriyle mücadele konusu olduğuna, politize edilmesi gerektiği sonucuna ulaşmamış olarak kalıyor.
Ya da herkes gibi ben de Engels’in -bugünü kapitalist sistemin sınırlı haline takılmayıp, mülkiyetin toplumsallaştırılmasının başladığı -sosyalizm- koşullarından bahsettiğini anlamıyorum! İkisinden biri. Eğer ikinci ihtimal doğru ise, evdeki emek sorunu yine cevapsız. Bu da yeniden düşünmeyi gerektiriyor.
Şu;“döl alıp (kadın), döl verme (erkek)” tasvirlerinin erkek merkezli dil olduğunu teşhis ederek huzurdan çıkarabilmeliyiz. “Döl” denen her neyse erkeği tasvir etmekte. Biyolojik bir durumu anlatmak için “bir yumurtanın bir spermle birleşmesi”nden söz edebiliriz. Erkek egemenliği babalık hukuku demektir ve bu hukuk hep bu “döl”ün çıkarlarının peşinde, kadına düşmanlık çizgisinde olmuştur.
Doğal değil tarihsel olarak, insanlık, kadına karşı erkeklik kalesinin burçlarına sıkıca sarılı haldedir. Onu, sadece kadın bölümünü değil kendisinin bütünüyle aşağılanması demek olan o kirli kaleden koparmak için, tüm süreçlerde, her yerde kadın devrimine şiddetle ihtiyaç var. “Zafere kadar devrim” şiarını bir de “kadın devrimi” için atmalıyız.
20. yüzyılın başında Clara Zetkin; Engels ve Bebel’in bıraktığı yerden sorunu ele almıştır. Zetkin, “kadın sorunu”nu, kadının tarihsel ezilmişliğiyle bağlarını koparmasa bile “kapitalizme özgü bir sorun” olarak tanımlamıştır: “Kadın sorunu daha çok, modern işçi sorunu gibi, mekanik aletlerin, buhar gücünün, elektriğin kullanılmasıyla gerçekleşen sanayi devriminin, büyük üretimin çocuğudur.”
Oysa 1789 Fransa’da burjuva devrim içinde kadın ayaklanması, eşit yurttaş olma talebi öne süren burjuva kadınlar, cumhuriyetçi kadın örgütlenmesi ve kadınlara giyotin var. Clara’nın ilgilendiği tek alan proleter kadın alanı aslında.
Kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisinden, yani ilk köleleştirilmesinden bu yana bütün sınıflı toplumlarda erkeğin basit bir aleti, hizmetçisi, çocuklarını doğuran makinesi olduğu yüzyılları hesaba katarsak, kadın ezilmesini kapitalizmin sınırlarına sığdırmanın sorunun, tarihsel sınırlarını daraltmak olacağı ve bunun sayısız mahsur yarattığı da bir gerçektir.
Clara Zetkin’in dikkatini esasen kapitalist toplumda kadın “sorunu”na yönelttiği de bir diğer gerçektir elbet. Kapitalist toplumda kadın cinsin ezilmişliği, mutfak ve çocuk-koca bakıcılığı içinde geri kalışının özel bir psikoloji oluşturduğunu vurgulayan Zetkin, kapitalist sistemin cins ayrımcılığını özel bir inceleme konusu yapmıyor. Onun yazılarında, sınıflı toplumların aynı zamanda cinsiyetçi toplumlar olduğu açıklamalarına ve erkek egemen sistem kavramsallaştırmalarına rastlamıyoruz. Oysa kapitalist sisteme eklemlenmiş erkek egemenliğinin düzeyi ve rolünü görmek, kadın özgürlük mücadelesi açısından çok önemli bir yere sahiptir.
III. Enternasyonal’de kadın “sorununu” çeşitli boyutlarıyla ele almaya önderlik eden Zetkin’in öncelik verdiği konu; kadınların devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanılması ve iktidar alındığında da sosyalizmin inşasına seferber edilmesidir: “Kadın kitlelerinin bilinçlice Komünist Partisi etrafında toplanmaları, politize olmuş kadın kitlelerinin proleter devrimin hizmetine sokulması… Kadınların katılımından vazgeçilmesi düşünülemez.”
Erkek egemenliğiyle mücadele başlığı görüldüğü gibi, ana metinlerde bir fikir, bir perspektif, bir eylem kılavuzu değil.
Zetkin aynı Rapor’da, komünist kadın hareketinin kazanımlarının partilerin engellerine karşın elde edildiğini de ekliyor: “Çoğu ülkelerde komünist kadın hareketinin kaydettiği ilerlemeler partilerin desteği olmaksızın ve evet, hatta şurada burada komünist partinin açık ya da gizli direnişine rağmen elde edilmiştir.” Erkek egemen parti yapısı gerçeğini bu satırlarda bulabiliyoruz ancak.
Ekim Devrimi ve Kadın
Bu konuda somut bir irdeleme için soru başlıklarımız şöyle sıralanabilir:
Ekim kadın için ne yaptı? Ekim Devrimi’nin kadına dair politikaları nelerdi? Neler tartışıldı? Neler yaşandı?
1920’li yılların ilk yarısında, genç sosyalist cumhuriyette ailenin geleceği, kadının özgürleşmesi, cinsel ilişkiler en çok tartışılan konulardır. Bu ortamda her türlü fikrin ve faaliyetin ortaya çıkacağı çok muhtemeldir. Sovyetlerin ilk yıllarında dışarıdan bakınca ─bu dışarıdanlığın, egemen cinsiyetçi anlayışlar olduğu da bir an unutulmasın─ çok uç uygulamalar ortaya çıktığı söylenmektedir. Hatta Lenin’in ifadelerinde rastladığımız gibi, ortaya çıkan ‘kaos’a müdahale gereği duyulmuştur. Bugünden bakarak da, böyle müdahalelerin ortaya çıkabilirliğini kabul edebiliriz. Asıl ilgilendiğimiz ve ilgilenmemiz gereken de müdahalenin yönünün ne olması gerektiğidir. Cinsel alana, cinsler arasındaki ilişkilere müdahale ederken, tüm topluma önderlik eden komünist partisinin yönünü nereye döneceği daha da büyük öneme sahiptir. Maddi toplumsal hayatın gerçeklerini öne sürerek “eskiye” sığınmak kolaydır ama bunun yeni ilişkileri bir pranga gibi eski düzene çekeceği de kesindir. Ki Sovyet deneyi bunu kanıtlamıştır. Yönünü yeniye dönmenin, ilk anda maddi koşulların ağır tehdidi altında olsa bile, insanlığın ileriye yürüyüşünü kolaylaştıracağını anlamak önem kazanıyor.
Aşk, sevgi, beraberliklerle ilgili devrimin ilk yıllarında yürütülen tartışmanın merkezinde gençlik var. Partinin ve devletin en yetkili kadın önderleri de taraf olarak tartışmalara katılıp süreci yönlendirmeye çalışmışlardır. Anlıyoruz ki, kadın önderlerin soruna yaklaşımları da önemli farklara sahip. Eski parçalanırken ve yeni henüz kurulmamışken, evlilik ve aile ilişkilerine nasıl bir yön verilmelidir?
Değişimleri kronolojik olarak sıralayalım:
1. 29 Ekim 1917; sekiz saatlik işgünü kabul edildi ve kadınlara gece çalışma yasağı getirildi.
2. 28 Kasım 1917; yüz otuz küsur kadar milliyet ve etnik gruba mensup cinslerin tam hak eşitliği ilan edildi: “Kadına tüm insan hakları tanınarak insan konumuna uygun sorumluluklarını yüklemeye, mutfaktan ve çocuk odasından dışarı, tarihin yeniçağına çıkartma…”
3. 18 Aralık 1917; evlilik yasaları, erkeği üstün gören tüm yasalar değiştirildi, evlilikte kadın erkek eşitliği sağlandı. Boşanma kolaylığı, meşru-gayrı meşru çocuk ayrımı kaldırıldı. Kilisenin evlilik kurumu üzerindeki etkisine karşı mücadele amacıyla yalnızca “medeni evlilik” geçerli sayıldı.
4. 17 Ekim 1918; Evlilik, Aile ve Vesayet Yasası çıktı. (Yasa 1 Ocak 1927’ye kadar yürürlükte kaldı.)
5. 1921 yılında çıkarılan kararnameyle, evlilikte özgür soyadı seçimi hakkı tanındı.
6. 18 Ekim1920 kürtaj yasağı kaldırıldı, devlet kontrolünde yapılması kararlaştırıldı.
“Aşçı kadını devlet yöneticisi yapabilirsek eğer, ancak o zaman sosyalizmin başarısından söz edebiliriz” diyen Lenin’dir.
“Proletarya, kadınların tam özgürlüğünü gerçekleştiremediği sürece kendisi için de tam özgürlüğü kazanamaz.”
“Sovyet iktidarı, demokrasiyi en ileri ülkelerden bile daha büyük ölçüde gerçekleştirmiştir, çünkü kanunlarında kadınların eşitsizliğinden hiçbir iz bırakmamıştır… Tek başına kanunlar tabii ki yetmez ve salt kanunlar bizi memnun etmez.”
İkincisi: “Sosyalizmi kurmak için şimdi temeli temizleme hazırlıkları yapıyoruz, ama sosyalizmin kurulması ancak kadınların tam eşitliğini başardığımızda ve önemsiz, aptallaştırıcı, üretici olmayan işten kurtulmuş olan kadınlarla, bu yeni çalışmayı birlikte yüklendiğimizde başlayacaktır. Bu, uzun yıllarımızı alacak bir iştir.”
Daha da anlamlı olan Lenin’in, kadın özgürlüğünün gerçekleşmesi gereken alanın “ev” olduğunu açıklamasıdır: “Kadını kurtaran bütün kanunlara rağmen, kadın yine ev kölesi olmaya devam eder, çünkü önemsiz ev işi onu ezer, boğar, aptallaştırır, alçaltır, onu mutfağa ve çocuğun odasına zincirler… Bu küçük ev bakıcılığına karşı geniş bir mücadele başladığında ya da daha doğrusu bu küçük ev bakıcılığının geniş ölçekli sosyalist ekonomiye aktarılmasıyla birlikte kadınların gerçek kurtuluşu, gerçek komünizm başlayacaktır.”
Bu sözleri nasıl anlamak gerekiyor? Gerçek komünizm başlayana kadar kadının evdeki emeğinin hali ne olacak? Sosyalizm, zamanıysa eğer, kapitalizmden komünizme geçişin devrimci dönüşümler zamanıysa gasp edilmiş kadın emeğinin hak mücadelesi nasıl bir seyir izleyecek?
Bu büyük bir ütopya… Büyük zamanlar ve büyük savaşlar isteyen bir ütopya… Henüz sosyalist kuruluş için saha temizliği zamanından başlanarak ─kısa ömürlü ve ancak merkezlerde yaşam bulan ortak mutfaklar, ortak çamaşırhaneler, daha da kısa süren kolektif evler dışında─ yanıtlar üretilmeyen sorular bunlar. Devrimin mutfaklara girip girmediğini test edecek biricik kriterler buralardan üretilebilirdi oysa.
Evlilik Yasaları
1 Ocak 1927’de yeni bir Evlilik ve Aile Yasası çıkartılır. Boşanma özgürlüğünü erkek cinsi kendi lehine kullanmayı başarmış, kadınlar bu kez boşanma özgürlüğü adı altında cinsel istismara maruz kalmış ve ezilmeye devam etmiştir.
Toplumsal gerçekle yasalara dayanarak mücadele edilemezdi, edilememiştir de. Buna karşılık bir çözüm olarak başvurulan boşanmanın zorlaştırılmasının kadını kendisini her fırsatta istismar etmekten kaçınmayacak bir erkeğe ve mutsuz evliliğe daha fazla katlanmaya mecbur edeceği açık değil mi? Ya da kadını, aşağılanmanın bir başka biçimi olan nafakaya, hatta nafaka peşinde koşmaya mahkûm edeceği açık değil midir? Nihayet eve kapatılmasını kaçınılmaz hale getireceği belli bu tür kararlarla toplumsal maddi gerçeklikle mücadele edilebilir mi ve de edilebildi mi?
Sonuçlara bakarak söylemeliyiz ki, Sovyet pratiği beklenenin aksini açığa çıkarmıştır. “Düzen tutturma” girişimleri, toplumsal kurumları giderek daha fazla partiyi, devleti ve eskiye başvurmak zorunda bırakmıştır. Eskiye her başvurma, giderek mülkiyet düzenindeki aile-boşanma araçlarına geri dönmeyi kaçınılmaz kılmıştır. Hiç kuşkusuz sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi, bölüşüm alanında “burjuva hukukunun” geçerli olduğu süreçtir. Toplum herkese ihtiyacını veremediği sürece burjuva hukukun baskısının süreceği yerlerden birinin hâlâ “eski” formatta süren aile olacağı da bir gerçek. Bu durumda Komünist Partisi ve sosyalist iktidarın, geleceğin önünü açmaya özen göstermesi, ezilen cinsi ilgilendiren her olayda, ‘yeni’nin araçlarına gözünü dikmesi gerekir. Örneğin nafakanın, sosyalist iktidar altında olsa da başvurulduğunda kadını eski duruma geri götürmede bir köprü olduğu görülemez miydi?
Aleksandra Kollontay ise bu gerçeği gördü ve henüz ekonomik özgürlüğüne kavuşamamış kadınların boşanma halinde, zaten evlilik birliği yürümediği için ayrıldığı erkeğe bağımlılığını sürdürecek nafakanın yerine “devlet fonu” oluşturulmasını önerdi. Ama onun ve onun gibi düşünenlerin sesleri o koşullarda yeterince dikkate alınmadı. Sosyalist devlet, toplumsal fonların kullanım alanlarına boşanmış kadınları almayı öngörmedi.
Bugün burjuva toplum düzeninde nafaka ile kadının yarınını bile onu terk eden ya da terk edilen kocaya bağımlılıktan kurtaracak yeni mekanizmalar; örneğin ev kadınlarına genel sigorta, emeklilik hakkı önermiyor muyuz? Demek oluyor ki, nafaka yerine genel sigorta, kadın için toplumsal fon, bugün burjuva düzene karşı mücadelede demokratik bir talep, gelecekte de devrimci ve sosyalist iktidarların uygulayacağı demokratik veya sosyalist bir tedbir olabilir.
Aleksandra Kollontay, Bolşevik hükumetin ilk kadın halk komiseri, Merkez Komitesi üyesi; devrimden önce kadın işçilerin örgütlenmesi için aktif bir çalışma yürütmüş, Rusya’da işçi ve yoksul kadınların toplumsal ve ekonomik durumlarını ele aldığı kitaplar yazmıştır. Ekim Devrimi’nden sonra, evlilik ve aşk konularında toplum alt üst olurken (her devrim anının belirgin özelliklerinden biri), bu iki ilişkide özgürlük arayışı özellikle gençliği sarmışken soruna teorik çözümleme çabasıyla yaklaşan bir önder olmuştur. Onun bütün o kargaşa yıllarında aşka ve evliliğe, işçi ahlakına ilişkin yazdıkları bugün bile son derece ufuk açıcıdır. Ailenin ne olacağının tartışıldığı ve eski ilişkilerin hızla çözüldüğü o devrimci ortamda, tarihsel bir kategori olarak ailenin, kendisini yaratan özel mülkiyetin tasfiyesiyle ortadan kalkacağını söylemiştir. Kollontay, gelecek insan topluluklarını da şöyle tanımlamıştır: “Kan bağı yerine ortak çalışmaları, ortak ilgileri ve yükümlülükleri ile dayanışmacı bir şekilde birlik olan insanlar birlikte yaşayacak ve birbirini eğitecektir.”
Fuhuş üzerine tartışmalarda; fuhuş ya da doğru tanımıyla seks işçiliği için;“bir gönül işinin para işi haline gelmesi ne büyük gaddarlıktır?”
Devrim partisi ve hükümeti, boşanma özgürlüğü kadınların aleyhine işlediğinde, aile yasalarında değişikliğe gittiği gibi, Kollontay’ın fikirlerine de tavır alır.
İşçi Muhalefeti grubundaki önderlik pozisyonu bunun en önemli gerekçesidir.
Merkez Komitesi’ne bağlı Kadın Bölümü (Jenotdel) başkanlığından da aynı nedenlerle alındığı düşünülebilir. Ömrünün kalanını yurtdışında, elçilik görevlerinde ve anlaşılan sessizlik içinde geçirmek zorunda kalır. Onun yaşamının sonraki bölümlerini çok iyi bilmiyoruz, otobiyografisinde de çok iz yok. Fakat 1949’da Jenotdel örgütlenmesinin 30. yıldönümünde konuştuğunu, “SSCB’de kadının kurtuluşunun”gerçekleştiğinden söz ettiğini öğreniyoruz. Tabii, 1928’den itibaren çalışmayan Jenotdel’in durumundan habersiz olduğumuz gibi, Kollontay’ın bu ağır yanılgısının özgün nedenlerini anlamamız da çok mümkün değil.
Komünist Parti’nin Kadın Bölümü Jenotdel’in Durumu
Jenotdel örgütlenmesi sayesinde ataerkil sistemin sayısız engeli aşılmaya çalışılmış, kadınların eğitim seferberliğine katılımı sağlanmıştır. Jenotdel’in özel çabalarıyla Parti, geniş kadın kitlelerini sosyalist ekonominin inşasına katmış, fabrikalar, tarım kooperatifleri kadın emeği ile yürünecek yolu kısaltmıştır. Bu arada asırlardır yoğun emek sarf etmesine karşın erkeğe bağımlılıktan kurtulamayan kadın cinsi, ilk kez kendi emek sarfının karşılığı olan ücretini alır hale gelmiştir.
Jenotdel kadın kitleleri arasında özel çalışmalar yaparken, partinin direktifleriyle hedefini onların sosyalist ekonominin kuruluşuna, sovhoz ve kolhoz üretim ve yönetimlerine çekilmesi olarak belirliyor. Burada Parti içinde, Sovyet örgütlenmesinde, fabrika ya da kolhoz örgütlenmelerinde hatta sendikalarda, kadının geri kalmışlığının erkek egemenliğiyle herhangi bir ilişkisi kurulmadığı gibi, onunla bir mücadele de genel olarak öngörülmemektedir. Erkek egemenliğiyle mücadele daha çok Orta Asya’nın feodal yapısı ve dinsel yobazlığıyla bilinen eski sömürge ülkeleri, daha çok da Müslüman toplumlar çerçevesinde anlaşılmaktadır. Jenotdel aktivistlerinin aydınlatma kampanyaları da daha çok buralarda örgütlenmiştir.
Oysa erkek egemenliği, bizzat Parti ve Sovyet organlarının da tespit ettiği gibi ve oralardan başlayarak, Rusya toplumunun bütününde egemendir. Bunun parti yapısında, ekonomik toplumsal yapıda, sosyalizmi inşa ederken hedef tahtasında tutulacak bir durum yarattığı görülmüyor ya da üstünden atlanıyor. Lenin’in “ezilenin en ezileni kadınlara” çağrısı yanıtsız kalıyor, kadını evden, mutfak ve çocuk bakıcılığından devlet yöneticiliğine çekecek adımlar, esasen kreş-yuva açmak olarak algılanıyor. Kadın özel çalışmasının hedefleri arasında erkek egemenliğiyle mücadele başlıca bir görev olarak konamıyor.
1919 yılında kurulan Jenotdel’in kadın kitleleri arasında çalışmasının önemine onca dikkat çeken Konferans ya da Kongre kararları var. Örneğin 4. Parti Kongresi “işçi ve köylü kadınların toplumsal kurtuluşu için çalışmayı görmezden gelen belli eğilimlerin bulunduğunu” saptıyor ve partinin kadınlar arasındaki çalışması için “ana görevleri” şöyle sıralıyor: “a) politik ve kültürel eğitim yoluyla geniş işçi ve köylü kadın tabakaları arasında Partinin etkisini yaymak, b) işçi ve köylü kadınları Parti, sendika, kooperatif ve Sovyetlerin inşasına çekmek, c) Sovyetler, sendikalar, kooperatif ve diğer örgütler üzerinden işçi ve köylü kadınların yükünü azaltacak olan kurumların (çocuk yuvaları, kamu yemekhaneleri vs.) inşasına çalışmak.”
Sayılanların tümü, kadın cinsin üretim ve yönetim, politika ve özel olarak yönetici işlerine çekilmesinin hedef seçildiğini, bunun için çalışmalar yürütüldüğünü kanıtlıyor. Ne var ki, bu kararlar uygulansa bile kadının ev ve çocuk-koca üçgenindeki sorunlarına çözüm ile yeterince birleşmediği, özel olarak bu alanda erkek egemenliğinin baskıcı ve mülkiyetçi özellikleriyle savaşılmadığı da bir başka gerçektir. Böyle olunca kadın cinsin evdeki yükü esasen korunurken üretim ve yönetime çekildiğinde sırtındaki eski kamburları bir türlü atamıyor. O durumda da yeni ve onu hayatın merkezine taşıyan görevler, onu özgürleştirici olmaktan çok yükünün çoğalması anlamına geliyor.
Milyonlarca kadın emekçi arasındaki çalışma, bütüne göre çok küçük bir azınlığı oluşturan Jenotdel’lere havale edilmekte, parti kararları sık sık onların “başarısızlıklarından” bahsetmekte, daha doğrusu yetmezliklerini “başarısızlık” ilan etmekten uzak durmamaktadır. Jenotdellerin çalışabilme olanaklarıyla ilgilenmeyen parti örgütleri, bir avuç öncü kadını bıkkınlık noktasına getirmektedir.
1923’te yapılan 12. Parti Kongresinde, partinin işçi ve köylü kadınlar arasındaki çalışmasıyla ilgili aldığı bir kararda; kadının kurtuluşu için sırtındaki yükleri (çocuk bakımı, ev işi) almanın önemine vurgu yapılıyor. Sonra da “yüklerin alınışındaki hız düşüklüğüne tepkiyi”, daha hızlı bir gelişme için öncelikleri değiştirmek isteyen kadın hareketliliğini belki de ─çünkü ifade çok genel─ “feminist sapma” olarak niteliyor. Yani feminizm, bir umacı gibi o gün de komünist ya da öncü kadınlara karşı kullanılıyor.
1929’da Partinin kadın özel örgütlenmesi olan Jenotdel sistemi fiilen lağvedilmiştir. Jenotdellerin merkezi yönetim başkanı Artyuşina, aynı yıl bu tasfiyeyi; “Yeniden inşa dönemi”nde kadın bölümlerinin çalışmasına dayanmanın “tamamen yetersiz olacağı” ile gerekçelendirmekte ve şöyle devam etmekte: “Şimdi kadının kölelikten kurtarılması uğruna Sovyetlerden, sendikalardan, kooperatiflerden, iktisat organlarından daha fazla yararlanmak gereklidir. Kadının kurtuluşu için alınacak önlemler, kadın işçi bölümlerinin ‘ayrıcalığı’ olmaktan çıkarılmalıdır artık.”
16. Parti Kongresi’nde (1930) tekrar ele alınacak ve “daha üst örgütlenmeye geçiş” gerekçesiyle Jenotdel resmen dağıtılacaktır. 16. Parti Konferansında Kaganoviç ─yani bir erkek yönetici─ “Parti mekanizmasının yeniden örgütlenmesinin, kadın kollarının tasfiye edilmesi yönünde bir eğilim yarattığının” ama bunun “hiç de kadın çalışmasının zayıflatılması anlamına gelmediğini” iddia etmekte ve “tersine kadınlar arasındaki çalışma hızlandırılmak zorunda” diye eklemekte. Kaganoviç’in iddiasının bir hükmü yoktur, alınan bu kararla partiye bağlı kadın özel çalışması tasfiye edilmiştir. Bu ilkesel bir geri adımdır ve yıkıcı sonuçları da bilinmektedir.
Çünkü kadın özel örgütünü tasfiye etmek; kadın çalışmalarında zaten sınırlı olan politika belirleme ve karar yetkisini kadınların elinden almak ve zaten erkek egemen parti, kitle ve devlet örgütlenmelerine aktarmaktır. Öyle olduğu içindir ki; kadınların cins olarak özgürleşme hareketinin Jeenotdel’ler sonrasında hiçbir insiyatifi kalmayacaktır. Dolayısıyla bir komünist kadın liderin, yani ─yıllardır inzivada tutulan─ Kollontay’ın bu gerçeği görmeden konuşması ve bu gerekçeleri öne sürmesi inandırıcı olamaz. Jenotdellerin tasfiyesinin hemen arkasından (Parti ve sendikalarda) seçimlerde, hatta Sovyet seçimlerinde kadın oranlarının çok düştüğü istatistiklerde açıkça görülmektedir.
Ayrıca, bu kararın Tarım Tüzüğü’nün uygulanmasıyla başlatılan zengin köylülüğün tasfiye sürecine denk gelmesi, Jenotdellerin kapatılmasının tamamen toplumsal ve parti içi dengelerle ilgili bir politikanın ürünü olduğunu düşündürmektedir. Erkek egemen siyaset tarzının önceliklerinin, kadınlar söz konusu olduğunda öyle çok objektif olmayabileceğini kestirebiliriz. Sosyalizmin inşası sırasında da kadın özel örgütlenmesine, siyasette eşit temsile bu yüzden şiddetle ihtiyaç var. SSCB deneyiminin en açık dersi de bu olmalı. O nedenle kadın cinsin bugün siyasetin merkezine yürüyüşünü örgütlemek, özerk ve bağımsız özel kadın örgütlenmelerini her alanda kurmak ve geliştirmek gelecek güvencesi için de bir zorunluluktur.
1936 Aile ve Kürtaj Yasaları:
1920 yılında çıkartılan yasayla “geçici olarak” serbest bırakılan ama halen bir “kötülük” olarak görülmeye devam edilen kürtaj hakkı, gerekli ekonomik koşullar sağlandığına kanaat getirildiğinde, “giderek ortadan kalkacağı” sosyalist bakış açısı unutularak 1936’da, yeniden yasaklanmıştır. Yasakla, toplumsal bir sorunun çözülemeyeceği; yasak varsa eğer, orada bir çözümden, hele de toplumsal bir çözümden söz edilemeyeceği açıktır. Bu kararla kürtajın yeniden yeraltına itilmesinden başka bir sonuç elde edilememiştir. Kürtaj yasağının kadınların toplumsal alanda etkinliklerini sınırlayıcı olduğu da bir gerçektir. Bir öğrenci kadın, eşi de öğrenci olduğu, üstelik birlikte yaşayacakları evleri bile olmadığı o koşullarda (1935 yılı) çocuk sahibi olacak durumda olmadıklarını, eğer kazara çocuk sahibi olurlarsa kendi eğitimini yarım bırakmak zorunda kalacağını, bunu ise istemediğini dile getirerek tartışmaya katılmaktadır.
Sovyetler Birliği’nde kadına çocukla özdeş yardım politikasını da bu bağlamda eleştirmek gerekir. 1936 yılında çıkarılan yeni Aile Yasası, öncekilerden farklı olarak boşanmayı zorlaştırdı ve “Sovyet ailesinin güçlendirilmesi” formülüne ulaşıldı.
1944 Annelik Kararnamesi:
Temmuz Kararnamesi (1944), parti ve devleti, savaşın insan kırımının telafisini yine kadın cinsin doğurganlığını teşvik tedbirleriyle sağlamak çizgisine sokmuştur.
Anneliğin “yurtseverlik görevi” olarak tasarlanıp propaganda edilmesi, “gelecek komünist kuşakların yetiştirilmesinin” annelere görev olarak verilmesi, 1943’te iki cinsin kendi özel ihtiyaçlarına göre eğitimin düzenlenmesini sağlayan yasanın çıkması, cinse göre toplumsal rollere geri dönüş demek değilse nedir? Değişikliklere uğrasa da 1970’e kadar süren Evlilik ve Aile Yasası (1944 Kararnamesi) adıyla çıkan yeni yasa annelik ve aile düzeninde bir yön değişikliği sağlamıştır.
Bu kararnameyle evlilik dışı doğan çocukların bakımının devletçe üstlenilmesi, bekâr annelere devlet yardımı sağlanması, elbet sosyalist toplum projesinin özüne uygun, kapitalist dünyaya göre çok ileri birer adım. Ancak, bu adımların atılmasında ilkesel yaklaşımdan çok nüfus artışı ihtiyacının rol oynadığını gizleyemeyiz. Nitekim nüfus sorununun az çok bir dengeye oturduğu sonraki yıllarda “fiili evlilik” kurumunun kaldırılmış, teşviklerin durdurulmuş ve boşanmanın maddi ve manevi açılardan güçleştirilmiş olduğunu görüyoruz.
Yasanın 1. maddesi de aynı mantıkla kurulmuş: “Komünist ahlak ilkeleri üzerinde temellenen Sovyet ailesinin daha da güçlendirilmesi; Kadın-erkeğin gönüllü evlilik birliği ve her türlü maddi kaygıdan uzak sevgi dostluk ve saygı duyguları üzerine kurulması; Çocukların anavatana bağlılık, emeğe karşı komünistçe tutum ve komünist toplumun yaratılmasına etkin katılım ruhu içinde toplumsal eğitimle organik bir uyum içinde yetiştirilmesi, aileye karşı sorumluluk duygusunun geliştirilmesi…”
Açıkça görülüyor ki; yasanın merkezinde de aile ve çocuk var. Böyle olunca kadının durumu ikisine göre tanımlanıp düzenlenecek ve ikisine bağımlı yaşamaya devam edecektir. Komünist ahlak, aşk ve saygı gibi unsurlar ise işin süsü, sosu ve geçici yol arkadaşları olmaktan ileriye gidemeyecektir.
1945’te 280 bin bekâr anne devlet yardımı talebinde bulunuyor. 1950’de 1 milyon 700 bin anne, 1957’de 3 milyon 200 bin anne talepte bulunuyor. Doğan çocuklar için konulan ödül miktarları da ayrı bir problemi yansıtıyor. Kız çocuklar için 100, erkek çocuklar için 150 ruble ödül konuyor.
1967’de 104 bin kahraman ana, 260 bin 1. dereceden, 669 bin 2. dereceden, 1 milyon 528 bin 3. dereceden analık madalyası alıyor. Bekâr anneler pek çok ayrıcalığa sahip. Başvuru halinde devlet çocuğun bakımını üstleniyor. Ama isterse bekâr anne çocuğunun bakımını ücret alarak 12 yaşına kadar üstlenebiliyor. Bu ayrıcalıklardan yine de erkekler yararlanabiliyor. Evli erkekler ahlaki, yasal ya da mali yükümlülük almadan bekâr kadınlarla birlikte olup çocuk yapmaya katılıyorlar. Kadınlar onlara karşı babalık davaları açmıyor ama toplumsal mutsuzluk ve yozlaşma artıyor. Sonrası toplumsal sorunların yığılması, çürüme ve çözülme olarak gelişecektir.
Komünist Partisi, sosyalizmin ilkesel bir yaklaşımını göz ardı ederek kadın doğurganlığını pratik politika konusu yapmamalıdır. Zira her çocuk kadının biraz daha evde kalması, toplumsal ve siyasal etkinliklerinin kısıtlanması demek olacaktır. Toplumsal üretim gibi toplumsal ve siyasal kolektif hayata çekilmesinde zaten çok ciddi sorunlar yaşanan bir süreçte kadınların bu hayattan her uzak kalışı, sosyalizmin zaferini o kadar geciktirecektir. Kaldı ki, amaçlananın aksine, toplumsal ve siyasal ortamların dışında komünizmin geleceğine sahip çıkacak yeni kuşaklar yetişmedi. Berlin Duvarı’nı yıkan, sosyalizmin yarattığı insanlığın en yüce değerlerine vahşice saldıranlar, bu uygulamalar içinde yetişen genç kadın ve erkeklerdi. Böyle olması doğaldı, çünkü komünizm kolektif bir etkinliktir. Kimse kendi başına, toplumsal ve siyasal süreçlerin dışında komünist olamaz ve komünist kalamaz, komünist evlat yetiştiremez. Komünistlik, dünyayı değiştirme eylemine girişmeden hiç olamaz.
1990’de Sovyet sistemin çöküşünün altında kadın cinsin kaldığını, dünyanın en eğitilmiş kadınlarının, aile ve çocuklarının geçimini sağlamak üzere bir gecede uluslararası kadın bedeni-cinsellik- ticaretinin metası olabildiğini hesaba katarsak, bütün bu eleştirmeye çalıştığımız uygulamaların bu sonda çok özel payı olduğunu anlayabiliriz.
Niye, neden ve nasıl varıldı bu noktaya? Ayrıca sonuçları ne oldu? Bunlar bugün sosyalizm deneyimleriyle uğraşılırken en çok sorulması gereken sorular.
Bugün birçok olguyu bir araya getirip değerlendirdiğimizde “ailenin güçlendirilmesinin” de bir düzen tutturma kaygısıyla yapıldığını anlıyoruz. Bu ‘düzen’ ise eski düzendir ve ailenin güçlendirilmesi, kadın özgürlüğünden ödün verilmeden olmazdı. Kadın özgürlüğünü feda etmeden aile; yani koca-baba, çocuk, kadın-anne birliğinin güçlendirilmesi olmazdı. Çünkü aile dediğimiz bu çekirdek, başka şeylerin yanında kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur zamanında. Sovyetler’de kat edilen onca mesafe bile, henüz o evsel kölelikten çok az şey atmıştır.
Aşk Sevgi Cinsel İlişkiler
Krupskaya, konuşma yapmak üzere çağrıldığı bir fabrikada bir kadın işçinin söylediklerini, “çok katı, amacının aksine partiden caydırıcı” buluyor. Kadın ajitatör şöyle demektedir: “Partiye girin, ama Partiye girdiğinizde kocanızdan ve çocuklarınızdan caymanız gerektiğini unutmayın”. Krupskaya’nın yanıtı şöyle sürüyor: “Bu türden bir ajitasyonun çok kişinin partiye katılım konusunda cesaretlendireceğini sanmıyorum. Dahası, çoğunun katılma konusunda korkutulduklarına inanıyorum. … Ona, komünizmin bir mezhep olmadığı ve asla en haklı dürtülerin ve duyguların bastırılmasını talep etmediği yanıtı verilmeliydi. Ona; hayır, aileden caymaktan başka komünizme giden başka bir yol daha vardır.”
Krupskaya’nın yürüttüğü tartışma, özel ve genel yaşamların birbirinin karşıtı olarak ele alınmayıp birbirini tamamlayan, özelin genel içinde zenginleşerek gelişeceğine dair deneysel bir aktarım. Ama bunun bir genel doğru haline gelmesini bizzat yaşanan deneyimin engellediğini de görüyoruz. Krupskaya’nın yaklaşımı elbet doğru. Ama hayatın başka şey gösterdiğini, parti aktivisti kadınların sözlerinin tam bu gerçeği dillendirdiğini de anlayabiliyoruz.
Neden? Çünkü Rusya’nın o günkü toplumsal yaşamında partili kadınların çocuk ve aile bakıcılığından kurtulamadığını, kendilerinin bizzat bilinç ve irade gücüyle bu “yükleri” bir tarafa koymaları gerektiği, aksi durumda, yaşandığı üzere; siyasi ve toplumsal gelişmeler içinde kadın cinsin özne olamadığını görmekteyiz. Dolayısıyla o gün partili kadınların çubuğun ucunu aileden değil de partili yaşamdan yana bükmeleri, gerçek bir durumun sonucudur. Sosyalist inşa, kadın cinsin özgürleşmesinin sorunlarını öncelikli konular arasında sayıp bilinçli bir çabayla bunların çözümüne yönelebilseydi, ancak o zaman partili kadın da çocuk-eş ilişkileri ile toplumsal siyasal görevlerini kendi doğal dengesinde ele alabilir hale gelecekti.
Nitekim Sovyetler Birliği’nde çöküşün hemen öncesinde kadınların Gorbaçov’a; “Biz artık kahraman anneler olmak istemiyoruz” diye haykırmalarının arkasındaki gerçek tam da buydu. Zaten Gorbaçovda onlara halen süren çelişkinin üzerini örterek erkek egemen sistemin çözümünü vaat ediyordu; “Sizi evinize, çocuklarınıza göndereceğim”.
Buradan çıkaracağımız sonuç şudur; yolunda ilerleyememiş sosyalizm, kadın özgürlüğü alanında da ─hatta öncelikle bu alanda─ yozlaşarak revizyonizm durağına varmıştır. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, revizyonist sistemin çöküşünün altında ilk kalan kadın cinsi olmuştur. Hem evdeki klasik görevlerine döndürülmüş hem de her türlü toplumsal güvenceden yoksun bırakıldığı bu yeni dönemde, böyle bir aile hayatının yüklerini karşılamak için başka yol kalmadığında, uluslararası kadın bedeni ticaretine itilmiştir.
Kollontay, yeni sürecin alt üst olmuş ilişkileri, yeni model arayışları içinde, genel toplumsallığın çıkarlarıyla özel toplumsallığın ihtiyaçlarının ilişkisini sosyalist bir görüş açısıyla çözümlemektedir. O günün somut koşullarının çok ötesinde koşulların oluşmasıyla gerçekleşebilecek olan bu yeni modeli o şöyle tarif etmektedir: “Kan bağı yerine ortak çalışmaları, ortak ilgileri ve yükümlülükleri ile dayanışmacı bir şekilde birlik olan insanlar birlikte yaşayacak ve birbirini eğitecektir.” “Er ya da geç, çalışma kolektifi eski geleneksel tekil aileyi çürütecek, onun yerini alacaktır.”
Genç komünist “işimiz çok, aşka zamanımız yok” demektedir. Fırtınalı tartışmalara konu olan “bir bardak su teorisi”ni anımsıyoruz… Gladkov’un Çimento romanının ve bu romandaki Daşa karakterinin yansıttığı toplumsal çelişkileri hesaba katıyoruz.
Lenin; “bir kaosla karşı karşıyayız ve ona müdahale etmeliyiz” diyor mesela. Devamında Lenin Clara’ya; “Evlilik ve cinsel ilişkiler alanında proleter devrime uygun bir devrim gerçekleşmelidir” diyor. Ama sözüne içeriğini veren anlayış eski ahlaktan farksız: “Susuzluğu gidermek gerekir ama normal bir insan normal şartlar altında sokaktaki bir su birikintisinden su içer mi? Gençlerimizin ve pek de genç olmayanlarımızın bu yeni cinsel hayatı, bana eski burjuva randevu evlerini hatırlatıyor. Bizim anladığımız anlamda özgür aşkla ilişkisi yok.”
Birincisi; toplumsal devrimin bir bileşeni olarak, çok öngörülmemiş bir şekilde yükselen cinsel devrim herkesi hazırlıksız yakalamış, şaşkınlık parti üst yönetimlerinde duruma karşı bir propaganda geliştirmeyi gerektirecek kadar da öfke uyandırmıştır. Engels’in girişe aldığım sözlerinin (“Her büyük toplumsal harekette, önce cinsler arası ilişkiler alt üst olur”) devrim yapanların gündemine giremediğinin en büyük kanıtıdır bu. Sosyalist devrim en başta cinsiyet çelişkisinin kendini açığa vurduğu an; cinsiyet devrimi anı ve bunun bilincinde olmayan liderler, Komünist Partisi ve diğerleri…
O günden yansıyanlar (ve sonraki gelişmeler) gösteriyor ki, devrimin liderleri henüz o ilk zamanda genel olarak cinsel devrimi algılamaktan uzak görünüyorlar. Cinsel devrimin cinsel ilişkiler boyutunda özgürce gelişebilmesi için daha çok zamana ve zemine ihtiyaç olacaktır, tabii her şey yolunda gidebilseydi.
Jenotdel’in son başkanı Smidova’nın sözlerinin açığa vurduğu vahim bir gerçek daha var; cinsel özgürlüğü Rusya’da erkeklerin cinsel zevklerini doyurmanın yolu olarak kullanmaları, kadının bu kez de “cinsel devrim” bahanesiyle ezilmesidir. Belgelerde, genç kadınların kayıt yaptırmak zorunda oldukları evlilik büroları ve kendilerini beğenen erkekleri reddetme hakkına sahip olmamaları gibi uygulamalara bakınca, bir devrim ancak bu kadar ters yüz edilebilir diyor insan. Boşanma özgürlüğünü erkeklerin kendi lehlerine çevirdikleri bir zaman diliminde faturayı tabii ki pek çok biçimde kadınlar ödeyecekti; çocuklarıyla terk edilmek ya da kürtaj komisyonlarına hesap vermek. Ama bu sonuncusuna gerçekten de pes demek gerekiyor.
Ekim gibi dünyayı sarsan, insanlığın yolunu ve kaderini değiştiren bu büyük devrimin Rusya’nın toplum yapısında hemen ve doğrudan cinsler arasındaki ilişkileri özgür ve eşit, üstelik adil bir temelde kuracağı elbet beklenemezdi. Fakat sonuçtan başa doğru bakınca, devrimin sonraki evrelerinde, özellikle geriye dönüşte kadın cinsin gerçek zeminini bulup özgürleşememesinin payının büyük olduğunu teslim etmek gerekiyor.
Siyaset alanında kadınların katılımı:
Sovyetlerde kadınların temsil oranları yaklaşık yüzde 25-30 arasında oynuyor. Parti’de kadınların temsilindeki durum bunun çok gerisindedir. 1926 yılında Komünist Enternasyonal’e sunduğu raporda kadın üye sayılarını şöyle: 1925 yılında kadınların toplam parti üyelerine oranı; yüzde 10,3. 1926’da yüzde 12,8. Kadınların partideki sınıfsal bileşimi de şöyle: Yüzde 59’u işçi kadınlar, yüzde 15,2 köylü ve memur kadınlar, yüzde 25,8 diğer kategorilerde sayılan kadınlar oluşturmaktadır.
SBKP’nde kadın üye sayıları hakkında bir istatistikte şu veriler var:
1898’deki 1. Kongre’de bildirilen kadın üye oranı yüzde 15. 1918’deki 7. Kongrede yüzde 7,9; 1924 yüzde 9, 1925 yüzde 10,3; 1927 yüzde 13; 1930 yüzde 14; 1934 yüzde 14; 1939 yüzde 21; 1952 19. Kongre yüzde 22.
Yuvarlak rakamla her dört erkeğe karşılık bir kadın komünist partiye üye oluyor, o da 1952’de.
Parti kongrelerine katılan kadın delege sayıları ve oranları da şöyle:
6. Kongre (1917); 161 delegenin 10’u kadın (yüzde 5,7),
8. Kongre (1919) 296 delegenin 9’u kadın (yüzde 3), 9. Kongre’de 502 delegenin 28’i kadın (yüzde 5,3), 10. Kongre (1921) 905 delegenin 33’ü kadın (yüzde 3,5), 1922 de 671 delegenin 16’sı kadın, 1924’te 1114 delegenin 51 kadın (yüzde 4,4), 1930’da, 1113 delegenin 155’i kadın (yüzde 13,9), 1952’de 1192 delegenin 147’si kadın (yüzde 12,3).
1912-1952 arasında kadınların Merkez Komitesinde temsil oranları şöyledir:
1912 Krakov Konferansı 7 asil MK üyesi kadın yok, 5 yedek üye, biri kadın.
1917 Konferansı 9 asil üyenin biri kadın, yedek üyelerde kadın yok.
1917 kongresinde 21 asil üyenin ikisi kadın, 9 yedek üyenin ikisi kadın.
1918’de 15 üyenin ikisi kadın, 1919’da 19’un 3’ü kadın, 1920’de 20 asil üye, hiç kadın üye yok, 12 yedek üyenin 2’si kadın. 1925-1926 ve 1934’te MK’de üçer kadın üye var. 1939’da MK’ne asil ve yedek hiç kadın üye yok. 1952’de 125 MK asil üyesinin sadece 2’si kadın, 110 yedek üyenin 6’sı kadın!
Yönetme işinin erkek işi olarak kaldığını bu kadar çarpıcı başka ne anlatabilir ki?
Bir komünist partisinin en üst yönetim organında kadın üye sayısının bu kadar düşük olması, kadın üyelerin Merkez Komitesi üyelik düzeyinin gerisinde olmaları gibi gerekçelendirilebilir belki. İyi de bu geriliği aşmak için bu parti ne yaptı, diye de sormak gerekir.
20. yüzyılın en büyük devrimi ve önderliği, cinsiyet çelişkisini ─öncekiler gibi─ temel toplumsal çelişkilerden biri olarak kavramamış ve devrim programına bu çelişkinin çözümünü, cinsiyet devrimi; kadın devrimi olduğu gerçeğini koyamamıştır. Yaşanan ve yaşanmayan her sorunu, bu temel gerçeğin ışında bir kez daha gözden geçirmek gerekiyor.
Sosyalist devrime ve sosyalizmin kuruluşuna bir kadın devriminin eşlik etmesi gerektiğini, bugünden bir kadın devrimi fikriyle (programı, stratejisi ve örgütlenmesiyle) hareket etmeden, kadınların siyasetin merkezine çekilmesini özel olarak örgütlemeden kadın cinsin özgürleşemeyeceğini de herhalde bu sonuçlara bakarak anlayabiliriz. Yine bu gerçeğin, dünyayı sarsan Ekim Devrimi ve ilk sosyalist kuruluşun yenilgisinde önemli bir etkisi ve katkısı olmalı. Daha doğrusu, sosyalizm ilk deneyiminde yenildiyse, başka bir dizi nedenin yanında en çok da Lenin’in dediği gibi, kadın cinsin özgürleşememesi ilk sırada olmalı.
Son Not:
Kadın Sorunu Üzerine, İnter Yay.
Kapital, C.1, s. 541, Sol Yay.
Siyasal Yazılar, Oy Hakkının Önemi, Belge Yay.
Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni, Önsöz, Sol Yay.
Engels, age, sf. 96
3. Enternasyonal’de Kadın Sorunu, 3. Kongre’ye sunulan rapordan.
Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, Gül Özgür, İnter Y., s. 290
Marksizm ve Cinsel Devrim, s. 306
Türkiye’de bu konudaki yazı ve kitaplarda sıklıkla kullanılan “Jenotdel” teleffuzu doğru değildir. Jenotdel, Женский отдел (Jenskiy Otdel) yani Kadın Bölümü’nün kısatılmış ifadesidir. Kaynak: HYPERLINK “https://en.wikipedia.org/wiki/Zhenotdel-“https://en.wikipedia.org/wiki/Zhenotdel- ed. notu
Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu -Belgeler’de yer alan yazısı.
Age, İşçi Köylü Kadınlar Arasında Çalışma Üzerine, sf. 12
Aktaran; SED ve Kadınların Kurtuluşu, c.1, s. 134
Sosyalist Ekim Devrimi ve…, İşçi Kadın Delegeleri toplantısı notlarından.
Marksizm ve Cinsel Devrim
Kadınların Kurtuluşu, Lenin ile Söyleşi
Veriler: Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu…