Normal buymuş gibi benimsetilen her şey, sorgulanmayan “normallikler”, yabancılaşmanın içselleştirilmesinin de kaynağıdır. “İnkârın temel kuralı, inkâr edilenlerin de inkâra katılmasının gerekliliğidir” ve sistem böyle işler
Saçlarına yılların akı düşmüş, yüzünde hüzün dışında başka bir şey seçilemeyen kadın usul usul konuşuyor. Telaşsız bir kendine güven hali var tavırlarında. Acısını bağırarak, isyan halinde dile getirmiyor. Kendini hiç öne çıkarmadan, Ermenilerden bir Ermeni'nin yaşadıklarını, kendini ifade etme araçlarını tane tane anlatıyor: “…Ben de kültürel mirasımızı şarkılarla yaşatabilmeye çalışan biriyim.”
O, İlda Simonian. Ermeni halkının bir evladı, bir müzisyen, “Acılar ağıtlarla dile dökülür” diyor. Çocukluğuna dair sadece müzikle tanıştığı kesiti öğrenebiliyoruz. Müzikle kat ettiği yol, ezgileriyle, kültürel mirası keşfetme çabasıyla başka Ermenilere nasıl bir ilham kaynağı olduğuna tanıklık ediyoruz.
Ermeni Soykırımı’nın 108. yılındayız.
Osmanlı’nın son döneminde başlayan, cumhuriyet döneminde Türkleştirme hedefiyle devam eden soykırım ve yağma politikaları sadece Ermenileri değil Rumları, Yahudileri, Çerkesleri, Kürtleri ve Alevileri de vurdu/vuruyor.
1915 öncesi Anadolu'da 1 buçuk milyon Ermeni yaşıyordu. Şu anda Türkiye'de yaklaşık 60-80 bin Ermeni (hemşinli Ermenilerle birlikte) yaşıyor. Anlaşılması için şöyle de söyleyebiliriz: Ermeni nüfusu yüzde 9’dan on binde 9’a düşmüş durumda.
O binde 9'un da halen ya “güvercin tedirginliği” ya da kimliğini derinlere gömerek yaşadığını biliyoruz. Bunun son örneği de geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Rana Solakyan oldu. Bir ömür boyu ötekileştirilmiş ve dışlanmış, kimliğini gizleyerek kendini inkar etmek zorunda bırakılmış hâlâ nice Ermeni var kuşkusuz. Solakyan bunlardan sadece biriydi. Birçoğumuz onu Rana Cabbar olarak biliyorduk ölene kadar… Ne acı! Bu aynı zamanda soykırımcı inkarcıların inkar edilenlerin bilincini de yıllar içinde bulandırarak, adeta yeni bir algı inşa ederek yol aldıklarının tipik ifadesidir.
Bir halk soykırıma uğratıldıysa, aradan yüzlerce yıl geçse de bunun izleri silinmez. Zamana havale edilmez acılar ve yaşananlar. Fakat bilinçli bir çabayla bunun izini sürmek, izleri ortaya çıkarmak ve kuşaklar boyunca kopmuş/koparılmış zincirleri bir araya getirme uğraşı çok değerlidir. Soykırımın salt acılarla örülmüş yanını görüp onu her açıdan deşelemeden bırakırsak, insanı insan yapan kaynaklardan da yavaş yavaş kopmuş oluruz.
Kendi gerçeğinden giderek uzaklaşma tarzındaki bu yabancılaşmanın kuşaklar boyu olağanlaştırılması -müdahale edilmediği her durumda kendini büyüterek yaygınlaşması-, “sorgulanmayan normallikler” halini alışı bir halkın tüm değerlerinin zamanla aşınması ve giderek yok oluşu anlamına gelecektir. Dilden kültüre, edebiyat ve sanattan kavramların yerli yerince kullanılmasına kadar bir dizi uğraktan geçer bu serüven.
Kavramların/kavramsallaştırmanın çok önemli olmadığı düşünülür genellikle, öyle değil de böyle kullanıldığında da anlaşıldığı varsayılır. Bir halkın topyekûn katledilmesini “soykırım” sözcüğüyle tanımlamakla tanımlamamak arasındaki derin ve yıllara yayılacak algı olağanlaştırılıp üzerinden atlanacak bir şey değildir. Bizi kuşatan, belirleyen, yolumuzu çizmemizi koşullayan şeylerin başında duygu ve düşüncelerimizi de şekillendiren algı ve yaklaşımlarımız gelir.
Hangi olgu ya da süreç olursa olsun üstünden atlayarak ya da yanından dolanarak, işin kolayına kaçarak “sürdürülebilir” olanı tercih ederek yaşamaya çalışmak bizi yaşatır yaşatmasına da bu ne kadar “yaşamak” olur. Normal buymuş gibi benimsetilen her şey, sorgulanmayan “normallikler”, yabancılaşmanın içselleştirilmesinin de kaynağıdır. “İnkârın temel kuralı, inkâr edilenlerin de inkâra katılmasının gerekliliğidir” ve sistem böyle işler.
Her türlü ezen-ezilen ilişkisi açısından geçerlidir bu! İşçi kendi değerlerini, haklarını ve özlemlerini sistemin çarklarının işleyişine uygun olarak tanımlar kendini hiçleştirirse patron “işveren” oluverir. Kadın, erkek egemenlikçi sistemden kaynaklanan ezme-ezilme ilişkisini benimserse inkâra onay vermiş -bilinçsiz de olsa-, onu sürdürmüş olur.
Sürgündeyken her yıl bizi görmeye gelen anneme, yanımızda olduğu kesitte okuması için belli kitaplar ayırırdık, onun okumaktan ve öğrenmekten keyif alacağı kitapları… Bunlardan biri de Dr. Hayk Açıkgöz'ün “Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Anıları”ydı.
Memur bir babayla Anadolu'yu dolaşmış, Kürt illerinde öğretmenlik yapmıştı annem. Kitabın belli bir yerinde gözyaşları içinde yanımıza geldi, büyük bir acı ve çaresizlikle şunları söyledi: “Kızım, ben bunların hiçbirini bilmiyordum. Onca yıl öğretmenlik yaptım, çocuklara anlatmam gereken gerçeklermiş bunlar oysa…”
Onlar “Cumhuriyet öğretmenleri”ydi, Cumhuriyet de zaten bu sayede “Cumhuriyet” olmuştu. Soykırımlarla, kapitalist birikim için Ermeni, Rum ve Yahudi mallarına çökerek ve yağmayla… Türkiye kapitalizmi için ihtiyaç duyulan ekonomik ve askeri zor buralardan geçerek, bu sayede inşa edilmiştir.
Hitler’in Yahudi soykırımı yaparken “Ermenilerin hesabını soran mı var” dediği söylenir. 1930'lardan sonra Yahudileri ortadan kaldırma vahşeti sırasında Hitler'e bile “ilham kaynağı” olmuş bu soykırım gerçeği, inkar ve imha politikaları genlerine işlemiş olan faşist Türk devleti eliyle hala sürdürülüyor. Tarih olarak 1915'te başlatıldığı söylense de 1910'lardan itibaren adım adım örülmüş bu imha edici ağ sadece Ermenileri yutmadı; Keldanileri, Nasturileri ve Süryanileri, Kürtleri ve Alevileri de vurdu.
Sermayenin el değiştirmesi ya da siyasal tahakküm için tarihsel gericilik birikiminin kaşınmasına, ihtiyaç duyulduğunda bu fitilin ateşlenmesine yönelik yaklaşımlar ise halen devam ediyor. Bunun zemininin yok edilmesiyse halkın demokratik bir kültürle buluşması, demokrasi mücadelesinin parçası haline getirilirken söz konusu tarihsel gerçeklikle hesaplaşacak bir cesaretin kuşanılmasıyla mümkün olacaktır.