Savaşın erkek karakterini, kapitalist sistem ile bağlantısını, erkek egemenliği ile olan ilişkisini kurmadan bir savaş karşıtlığı yürütülemeyeceği gibi, savaşın derinleştiği bir ortamda savaşa karşı durulmadan kadın hakları için de mücadele edilemez
Rusya’nın, Ukrayna’ya yönelik başlattığı işgal saldırısı ile birlikte savaşın kadınlar açısında boyutu daha çok konuşulur hale geldi. Savaş ile birlikte başlayan göç kafilelerinin çoğunluğunu kadınların oluşturmasının yanı sıra yerinde kalarak, ülke savunmasında yer almak için silahlanmış genç, yaşlı çok sayıda kadının fotoğraflarını önce sosyal medya, ardından da medyada görmeye başladık. Ama savaş ile birlikte örgütlenen ancak daha az görünür olan başka kadınlar da vardı. Şubat ayı ile birlikte Rusya-Ukrayna savaşının ilk kıvılcımının çakıldığı andan itibaren binlerce Rus kadın, savaş karşıtı Direnişçi Feminist Hareket (FAS) olarak örgütlendi ve sosyal medya platformlarından, telegram üzerinden örgütlenerek en güçlü savaş karşıtı hareketi olmayı başardılar. FAS’lı kadınlar aynı platformda yayınladıkları bir mesaj ile tüm dünyadaki kadın örgütlerine de savaş karşıtlığı üzerinden birleşme ve örgütlenme çağrısını yaptılar. Şimdilerde tüm Rusya’dan 45 kadın örgütünün dahil olduğu bu hareket ülkede savaş karşıtı en güçlü toplumsal muhalefetin başında geliyor.
Aslında kadınların savaş karşıtlığı veya barıştaki rolleri yeni değil. Tarihte buna örnek gösterilen pek çok örnek var.
Bu konuda İngiliz akademisyen Uluslararası Kadınların Barış Hareketi üyesi Cynthia Cockburn; ki kendisi de aktif bir anti militarist olarak, Körfez ve Yugoslavya savaşları başta olmak üzere birçok savaş karşıtı kuruluş içinde yer almıştır, önemli çalışmaları vardır. Kuzey İrlanda, Türkiye, Bosna, Kıbrıs, İsrail gibi savaş alanlarındaki kadınlarla görüşmüş, buralardaki savaş karşıtı kadın hareketlerinin çıkış ve gelişimlerini yakından irdelemiştir. Cynthia Cockburn, bu çalışmalarından anti-militarist feminist hareketinin İngiltere’deki doğuşu ikincisi var olan savaş karşıtı feminist hareketlerinin analizi ve Sırbistan’daki siyah kadınlar hareketi üzerinden savaş karşıtlığının feminist teorisini de sunmakta. Cockburn'e göre, anti-militarist kadın mücadelesi uluslar üstü olmalı aynı zamanda. Toplumsal cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi içermeli, anti-kapitalist ve anti-kolonyal bir karaktere sahip olmalı.
Şimdi de biraz kendi coğrafyamızdan söz etmek istiyorum. Türkiye’de 40 yıldır süren ve geçtiğimiz 17 Nisan ile birlikte daha da derinleşen bir savaş sürmekte. Şimdiye kadar bu savaş çerçevesinde her iki tarafta on binlerce insan hayatını kaybetmiş, 4 binin üzerinden köy yakılıp yıkılmış, -ki bunların bir bölümüne gidip-gelmek halen yasak- ülke ekonomisi tükenme noktasına gelmiş, binlere insan bu savaşa karşı durdukları için tutuklanarak ağır hapis cezalarına çarptırılmış.
Peki bu tablo karşısında neden Türkiye’de ciddi bir savaş karşıtlığı şimdiye kadar gelişmedi, gelişmiyor? Neden Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısına ya da İsrail’in Filistin’e dönük saldırısına karşı çıkanlar, – yanlış anlaşılmasın neden karşı çıkıyor diye sormuyorum, olması gereken de budur – neden binlerce kilometre uzaklarda çıkan savaşlara karşı duranlar kendi ülkelerinde bu kadar can alıcı, her gün bir eve ateş düşüren AKP-MHP iktidarının Kürt halkına yönelik açtığı savaşa karşı tek bir söz söylemiyor?
Türkiye feminist/kadın hareketlerinin uzun yıllara dayanan bir mücadele geçmişi ve aynı zamanda kadın hakları konusunda örgütlü bir pozisyonu var. Ne var ki, kadınların 8 Mart ve 25 Kasım gibi özgün günlerde ortaya koyduğu bu örgütlü gücünü etkili bir barış hareketinde ya da savaş karşıtlığı konusunda göremiyoruz. Bunun temel nedenlerinden biri Türk kadınların milliyetçiliğinin etkisinden sıyrılamaması ve devlet zihniyetiyle Kürt sorununa yaklaşması, diğer bir neden ise Türkiye kadın hareketinin Kürt kadınların ve Kürt halkının yaşadığı savaştan kaynaklı sorunları “politik” bir konu olarak ele alması ve savaş karşıtlığını bir kadın mücadele alanı olarak görmemesinden kaynaklanıyor. Kısmen de Türk ulusalcılığının etkisinde kalan bazı Türkiye kadın hareketlerinin Kürt kadın hareketine dolayısı ile de Kürt halkına yönelik yürütülen bu savaşa mesafeli durmasıdır. Oysa savaş karşıtlığı her şeyden önce bir kadın mücadelesidir. Çünkü erkek aklın bir üretimi olan savaş, ilk olarak kadınları, kadınların yarattığı ve koruduğu değerler olan toplumsallığı, doğayı hedef alıyor ve yok ediyor.
Aslında burada bana göre savaşın kadın için karşılık geldiği bir fotoğraftan söz ederek devam etmek istiyorum. Söz konusu fotoğraf Cezayir’in Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttüğü bağımsızlık savaşı sırasında çekilmiş. Fotoğrafta iki Fransız askerinin ortasında yirmili yaşlarında bir Cezayirli kadın bulunuyor. Kadın çırılçıplak soyulmuş, her bir kolu da bir Fransız asker tarafından tutuluyor. Fotoğraftaki Cezayirli kadına ne olduğunu bilmiyorum ama tahmin etmek de zor değil.
Evet savaşlarda kadınlar alıkonuluyor, bir savaş ganimeti olarak görüldükleri için tecavüze uğruyor, katlediliyorlar. Sadece bunla da sınırlı değil, savaşın derinleşmesi ile büyüyen ekonomik buhran yine en çok kadınları vuruyor. İlk işten çıkarılan kadınlar oluyor ve en çok kadınlar ve çocuklar yoksullaşıyor.
“Er meydanı” olarak yaratılan savaşlarda erkeklik palazlanıyor. Erkek-devlet yapısı ise oluşturduğu savaş politikalarını bu palazlanan erkeklik üzerinden tüm topluma yayıyor. Yani söz konusu savaş olunca erkek devleti, devlet de erkekliği besleyerek şaha kaldırıyor. Şahlanan erkekliğin ilk işgal, ilhak ve tecavüz alanı ise kadın ve çocuklar oluyor. Bugün Türkiye gerçekliğine baktığımızda yaşanılan ve yaşatılanları rahatlıkla görmek mümkün. Türkiye’de kadın katilleri ve çocuk tecavüzcüler yasal düzenlemelerle salıveriliyor, ekonomik özgürlükleri ortadan kaldırılan kadınlar bu erkeklere teslim ediliyor. Buna paralel bir şekilde savaş ortamında İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi kadınların yasal güvenceleri teker teker ellerinden alınıyor. Kürdistan kentlerinde belediyelere kayyum atamaları ardından kadın kurumlarının kapatılması gibi, işte Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu gibi kadınlara koruma sağlayabilecek ya da kadınların örgütlenebileceği tüm kurumsallaşmalar ortadan kaldırılıyor.
Kısacası; savaşın erkek karakterini, kapitalist sistem ile bağlantısını, milliyetçilik, ırkçılık ve militarizm ile olan bağını, erkek egemenliği ile olan ilişkisini kurmadan bir savaş karşıtlığı yürütülemeyeceği gibi, savaşın derinleştiği bir ortamda savaşa karşı durulmadan kadın hakları için de mücadele edilemez. Edilse bile bu mücadele başarıya ulaşamaz. Bugün Kürt halkına yönelik yürütülen açık savaş, milliyetçiliğin, dinciliğin, militarizmin, ırkçılığın, cinsiyetçilik ve kadınlara şiddetle nasıl birebir bağlı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. İstanbul Sözleşmesi buna en iyi örneklerdendir. Bugün İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kararı iptal edilse dahi uygulanabilmesi için savaş karşıtlığına, barış kültürüne, demokrasi ve özgürlükler adına ortak zeminlerde buluşmaya ihtiyaç vardır. Yani bugün ülkeyi kasıp kavuran AKP-MHP iktidarının kendi bekası için başlattığı ve 17 Nisan itibarıyla daha büyük bir aşamaya taşıdığı, Federe Kürdistan topraklarına yönelik işgale karşı durmadan, “savaşa hayır” demeden kadın ve çocuklara yönelik erkek şiddetini durduramayız, kadın katliamlarının önüne geçemeyiz. Dolayısıyla bu devletin Kürtlere yönelik geliştirdiği kirli savaşına karşı bir kadın barış hareketi örgütlemeden ne milliyetçiliğe, ne de cinsiyetçiliğe karşı duramayız.