Kadının toplumsal sözleşmesinin hukuksal güvenceye kazandırılması için tüm alanlarda mücadele etmekteyiz. Biz kadınlar inanıyoruz ki ilk sömürgenin mücadelesi bütün sömürülenlere umut olmaya devam edecektir
Politik kadın davalarında yargı mekanizmaları konusunda tartışma yürütürken, öncelikle hukukun kadınlar için öz itibariyle ne anlama geldiğine bakmak tartışmayı doğru zeminde yürütmemizi sağlar.
İnsanlık, tarih boyunca yaşamı en doğru ve güzel şekilde örmek ve toplumun kendini sürdürmesi için iyi olan her şeyi ortak toplumsal akılla birikim haline getirmiş ve bir kolektif politik hafızayı yani ahlakı oluşturmuştur. Ve devletçi sistemden önce çok uzun süre bu kolektif politik hafıza ile toplumsal işleyiş sürdürülmüştür. Bu kolektif politik hafızada kadın renginin geniş etkisi yer alır. Devletli uygarlık sisteminin kendini kurumlaştırması safhasında hukuk ve ahlak arasındaki zorunlu bağ kopartılarak, toplumsal ahlakın yerine hak ve adaletle bağı olmasına karşın asıl işlevi iktidarı pekiştirmek ve toplumun ahlaki-politik varoluş alanını daraltmak olan hukuk tekniği geliştirilmiştir. Bu aşamadan sonra artık toplumsal ahlakın yaptırım gücü yerine onun üstündeki devlet hukukunun yaptırım gücü geçmiştir. Ulus-devletlerde ise toplumu ideolojik olan dizayn etme ve siyasal iktidarın yönetme aracı olarak en çok kullanılan aracın hukuk olduğu gerçeği ile karşılaşırız.
Nesrin Akgül inşa edilen hukuku şöyle değerlendirir: “Kimin hukuku sorusuna, toplumsal cinsiyetçilik kuramıyla mercek altına alırsak verilecek cevap; her zaman ve daha fazla erkeğin hukuku olur. Hukuku yazılı kurallar bütünü olarak ele alırsak; yazı ve uygarlık ilişkisi bağlamında devlet organizasyonu ile karşılaşırız. Ve elbette beş bin yıllık ihtişamı ile erkek egemen uygarlık karşımıza dikilir. Öyleyse hukuk aynı zamanda ve daha fazlaca erkek inşasıdır. Hukuk yazılar kurallar bütünü olarak devlet zorunu meşrulaştıran, onu koruyan bir yapıdır. O zaman sormak gerekir; devlet zoru, onun zihniyet taşıyıcısı erkek zoru neye ve kime karşı kendini korumaktadır?”
Hukuk, toplumun ahlaki, politik alanını daraltarak, insanlığın devletçi sistemden önce çok uzun bir zaman kadın eli, rengi ve etkisiyle işleyişinden kopartarak inşa edilen faşizan organizasyonu korumak ve bu korumayı ilk sömürge olan kadınlar üzerinden gerçekleştirmek istemektedir. Bu saldırıları gerçekleştirirken ise gücünü ulus-devlet organizasyonunun mekanizmalarından, anti terör yasalarından, düşman hukuku uygulamalarından, özel savaş politikalarından, popülist iktidar uygulamalarından almaktadır.
20. yüzyılın son çeyreğinde diktatörlüklerin yıkılması ve liberal demokrasilerin kurulması aşamasında, totalitarizm tehlikesiyle bir daha yüz yüze gelmemek amacıyla devletler, gerek ulusal mekanizmalar gerekse ulus-üstü sözleşmeler yoluyla, demokrasinin korunmasını güvence altına alacak belirli kısıtlar konusunda uzlaşmışlardır. Ve haklara ve özgürlüklere müdahaleler demokratik sistemin işleyişine müdahale olarak ta kabul edilmiştir. Ancak bu süreç sonrası geliştirilen “terörle mücadele” stratejisi ile halkların özgürlük mücadelesi terörize etmeye çalışılırken, devlet pratiklerine meşruluk kazandırmak istenen bir yöntemle toplum güç ile yönetilerek şekillendirilmek istenmiştir.
Alman Ceza Hukukçusu Prof. Günther Jacobs'un Düşman Ceza Hukuku kullanımından bu yana yıllar geçti. Devletler tehlikeli olduğu için kendisiyle savaşılan bireyler için muğlak, tüm vatandaşlara sirayet eden, cezalandırılabilirliği öne çeken, hukukta usuli güvenceleri yok sayan çok ağır insan hakları ihlallerine sebep olan bir uygulamalar zinciri ile halkların mücadelesine ve özel olarak da doğal toplumun yaşam ağacı olan kadın değerlerine saldıran uygulamaları gün geçtikte arttırmıştır.
Av. Gurbet Gözde Engin bu durumu: “Siyasal çerçevesi popülizmden, hukuki çerçevesi ise düşman ceza hukukundan beslenen haklara yönelik sistematik müdahaleler, güvenlikçi politikaların daha sistematik, sert ve sınırlayıcı biçimde süreklileşmesine vesile olmaktadır. Bahse konu müdahaleler, özgürlük-güvenlik terazisinin güvenlik eksenine kaymasına sebep olmakta ve bu durum, temel hakların kullanımında orantısız bir etki doğurmaktadır.” şeklinde değerlendirdiği “Kadın Hak Savunucularının Toplantı ve Örgütlenme Özgürlüğü Kapsamındaki Eylemleri Sonucu Maruz Kaldıkları Yargı Tacizi” isimli tez çalışmasında da politik kadın yargılamaları kapsamı konusunda çarpıcı verilere yer vermiştir.
İçerisinde yaşadığımız tekçi ulus-devlet içerisinde de Kürt kadınlar başta olmak üzere ezilen ve sömürülen tüm halklara mensup kadınlar bu uygulamalara maruz kalmaktadır.
Demokrasi ve özgürlükler için mücadele eden kadınlar yargılanırken bu sistemin işleyişine başat bir tehlike olarak görülmekte, vatandaş zemininden çıkartılarak düşmanca bir zihniyet ile karşılaşmakta, güvencesiz muğlak bir yargılama zemininde usuli bütün güvencelerden yoksun bırakılmaktadır.
Kürdistan’da gerçekleştirilen hemen hemen tüm politik kadın davalarında ceza hukuk sisteminin itibar derecesi en sınırlı delil türü olan gizli tanık beyanları öncelikli olarak yer almaktadır. Bu beyanlar cezalandırma için yeterli olmadığından dosyalara suç unsuru içermemesine rağmen arşivlenen bütün eylem-etkinlik, toplantı tutanakları eklenmektedir. Platform, dernek, siyasi parti ve sendika üyelikleri örgüt üyeliği gibi değerlendirilmektedir. Ankara, İstanbul ve İzmir’de 25 Kasım, 8 Mart gibi eylem-etkinliklerden dolayı 2911’e muhalefet suçlamasıyla soruşturmalar yürütülürken Kürdistan’da 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamında yargılamalar sürdürülmekte ve eylem etkinliklere tekil soruşturmalar açılmayarak toplu biçimde delil olarak dosyalara eklenmektedir. Bu eylem etkinliklere ilişkin izinli olup olmaması, müdahalelerin orantılılığı, AYM ve İHAM içtihatları uyarınca hakkın kapsamında kalıp kalmadığı, şiddet olaylarının yaşanıp yaşanmadığı, toplantılarda örgüt propagandası yapılıp yapılmadığı gibi hiçbir koşul değerlendirilmeden “toplantıların sayısı” esas alınarak yargılamalar sürdürülmektedir. Jineoloji dergisi gibi kadın tarihine ve hakikatine ışık tutmaya yönelik çalışmalar bu yargılamalarda öncelikli örgütsel dokümanlar olarak değerlendirilmekte ve kadın hakikatini tecrit etmeye dönük bir yaklaşım sergilenmektedir. JINNEWS gibi kadın haber ajanslarının kadınlara dair gerçekleştirdiği haberler kriminalize edilmeye çalışılmakta, yargılanan kadınlara “senin gözaltı haberin JINNEWS’te neden haber yapıldı?” gibi hukuken, mantıken, ahlaken hiçbir zemine oturtamadığımız sorular yöneltilmektedir. Yine barış annelerinin barış için gerçekleştirdiği mücadele ve TJA platformunun kadın özgürlük mücadelesi Türkiye ve Kürdistan’da sistematik olarak birçok dava dosyasında yargılanmaktadır.
Kadınların vermiş olduğu evrensel mücadelelerle BM 1979’da kadına karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi CEDAW sözleşmesinin kadınların insan haklarını tanımasını sağlaması önemli bir adım olmaktadır. 1993 yılında BM Genel Kurulu kadınlara yönelik şiddetin ortadan kaldırılması bildirgesi ile hem kamusal hem de özel alanda kadına karşı uygulanan şiddetin önlenmesi ve cezalandırılması için devletleri sorumlu kılmaktadır. Ancak bahsettiğim uygulamalarla kadınlar şahsında kadın mücadelesi yani ilk sömürgenin devletli sistemdeki faşizan, tekçi, hiyerarşik ve iktidarcı uygulamalarına ilişkin mücadele yargılanmakta, değil şiddete karşı koruma yükümlülüğü, yargı tacizi her geçen gün şiddetini arttırmaktadır.
Politik kadın yargılamalarında siyasal çerçevesi popülizmden, hukuki çerçevesi düşman ceza hukukundan beslenen milliyetçi ve cinsiyetçi yargı pratiğinin sergilendiği bir diğer alan cezasızlık politikasıdır. Cezasızlık politikası sadece katliam gerçekleştiren kişi veya kişilerin ceza almaması, tutuklanmaması veya zamanaşımı sebebiyle cezadan kurtulmaları olarak ele alındığında eksik bir değerlendirme yapmış oluruz. Aslında yargılamalarda yargılanan pratiğin asıl gerçekleştirme nedeni üzerine yargılama süresince ve karar aşamasında tartışma yürütmemek, katliamları münferit ve sıradan olaylar gibi ele almak, yüzeysel soruşturma ve kovuşturmalar gerçekleştirmek te cezasızlık politikasının bir parçasıdır. Çünkü sadece failin ceza almış olması ve bir kapatılma mekanına kapatılması toplumsal adaletin tesisi için yeterli olmadığı gibi, arka planının tartışılmaması gerçekleştirilen saldırıların önlenebilirliğini de genel olarak caydırıcılığı da sağlamamaktadır. Örneğin Deniz Poyraz davasında da bir siyasi partinin il binasının içerisinde siyasi saiklerle bir Kürt siyasetçi kadın katledildi ancak; katliam soruşturma ve kovuşturma süresince sıradan bir cinayet gibi ele alındı, kolluk tarafından faile “abicim” gibi kelimelerle hitap edildi, yüzeysel soruşturma pratiği, kovuşturma aşamasında delillerin toplanması taleplerinin reddi ile devam etti, dava Şakran’a taşındı, olağanüstü güvenlik önlemleri alındı, usulsüzce yetki belgeli avukatların salona alınmaması ve üst araması uygulaması ile avukatlar olmadan bir yargılama yürütüldü, azmettirenler, lojistik desteği sağlayanlar ve failin örgütsel ve cihadist gruplarla bağı ortaya çıkartılmadı, reddi talep edilen mahkeme dosyada nihai kararı verdi. Ve cezasızlık politikası bu tür siyasi katliamlardan, üniformalı şiddete kadar etki alanını genişleterek sürdü.
Ancak bu politika ve uygulamalar karşısında, kadınlar olarak verilen özgürlük mücadelesinin bir boyutunu belki de en önemli boyutlarından birini hukuk mücadelesi ile vermekteyiz. Hukukun ahlaktan kopuk, iktidarı ve devlet mekanizmasını pekiştiren durumunu, cinsiyetçi karakterini her gün zindanlarda, meydanlarda, sokaklarda, evlerde, adliyelerde, fabrikalarda teşhir etmekteyiz. Kadının toplumsal sözleşmesinin hukuksal güvenceye kazandırılması için tüm alanlarda mücadele etmekteyiz. Biz kadınlar inanıyoruz ki ilk sömürgenin mücadelesi bütün sömürülenlere umut olmaya devam edecektir.
Toplumsal dönüşümdeki mücadelede pay sahibi olan tüm kadın arkadaşlara selamla…