25 Kasım eylemi – 2021 / Taksim Foto: @marselalgrante
Feminist siyaset, İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönüşle bunca kadının katledilmesine bir şekil göz yuman hatta destek veren devletin, kadınları aileden kurtulmak için güçlendirmeyeceğini, bunun her daim erkek olan devletin doğasına aykırı olduğunu biliyor
Erkek şiddetinin kadın katliamı boyutuna geldiğini feminist hareket yıllardır söylüyor. Başak Cengiz’in samuray kılıcıyla sokakta tanımadığı bir adam tarafından, kadın olduğu için öldürülmesi AKP iktidarında en güçlü temsilini bulan patriyarkanın geldiği noktayı gösteriyor. AKP yıllardır erkeklere itaat eden, aile sınırları dışına çıkmayan, mütedeyyin kadınların erkek şiddetine maruz kalmayacağını anlatarak makbul kadınlık dayatırken, erkekler tanımadıkları kadınları öldürmenin bile meşrulaştığını düşünür hale geldiler. Erkek şiddetinin temelinde eğitimsizlik, aşk, anlık öfke ya da [maalesef kimi sosyalist kadın arkadaşlarımızın da söylediği gibi] neoliberalizmin yarattığı yoksulluk sebebiyle krize giren erkeklik yok. Erkek şiddetinin temelinde erkeklerin; kadınların emeğine karşılıksız el koymayı; bedenlerini, cinselliklerini, bütün hayatlarını denetlemeyi; bütün kadınlara şiddet uygulamayı hak görmeleri yatıyor. Çünkü patriyarka bir sistem olarak bütün erkeklerin bütün kadınlara egemen olması için kendini yeniden üretme biçimlerini geliştiriyor ve bunu gerektiğinde erkek şiddetini artırarak korumaya çalışıyor.
Kadınlar her gün ayrılmak istedikleri erkekler tarafından öldürülürken AKP, boşanmak isteyen çiftleri uzlaşma komisyonlarına yönlendirerek kadınları caydırmaya çalışıyor, aile cehennemine geri döndürmek için uzlaşma öneriyor. Adamların şiddetini makul sınırlar içine çekmesi karşılığında, kadınları bir ömür şiddet görüp sömürüldükleri evliliklere mahkûm etmeye çalışıyor AKP iktidarı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen imza ile ya ölüm ya erkek şiddetine itaat seçeneğine sıkıştırılmaya çalışılan tüm kadınların isyanı bu 25 Kasım’da yeniden meydanlardan sesini duyurdu.
Yıllar boyunca feminist hareket/kadın hareketi basın açıklamalarında ve mitinglerde seslerini başka kadınlara duyurmaya, kadın dayanışmasını inşa etmeye çalıştı. Özellikle feminist gece yürüyüşlerine son yıllarda on binlerce kadının katılmaya başlaması ile mesele “sonuçta” kaç kadın ile basın açıklaması yapıldığı ve tam olarak ne dendiğinin ötesine uzandı. Artık kadınlar feminist gece yürüyüşlerine ve 25 Kasımlara sadece yapılacak basın açıklamasının sözüne ortak olmak için değil, bizzat kendi sözlerini kurmak ve seslerini duyurmak için geliyorlar. Tam da bu nedenle feminist gece yürüyüşleri ve 25 Kasım eylemleri, eylemi örgütleyen siyasal bileşimin örgütlediği izinli, kortejli, ayrı pankartlı mitinglere katılan kadınlardan kat kat fazlasını eylem alanında buluşturuyor. Kendi dövizleriyle, arkadaş gruplarıyla ya da tek başlarına alana gelen kadınlar bizzat kendi isyanlarını göstermek için buluşuyorlar. İstanbul için söylersek, Taksim eylemleri evlerde erkek şiddetine direnmeye, özgürlük alanlarını genişletmeye, top yekûn -adını koyarak ya da koymayarak- erkek egemen sisteme/patriyarkaya isyan etmeye karar veren kadınların buluşma alanlarına dönüşüyor. Bu isyankâr buluşmalar tam da bu yüzden devletin-polisin koymaya çalıştığı uzlaşma sınırlarını tanımıyor. Yıllardır Taksim’i ve İstiklal Caddesi’ni toplumsal muhalefete kapatan iktidar feminist mücadelenin gücü karşısında uzlaşma arıyor, “basın açıklaması yapıp dağılın” diyerek lütufta bulunduğunu zannediyor. AKP elbette kadınların eylemlerini meşru gören bir demokratik ruha sahip olduğundan değil kadınların direnişinin, isyanının tüm toplum nezdinde yakaladığı meşruiyet nedeniyle geri adım atıyor. Attığı her geri adımla da feminist mücadele ve isyan daha da güçleniyor.
Gelinen noktada Tayyip Erdoğan, İstanbul Sözleşmesi için mücadeleyi sürdüren kadınlara karşı AKP’li kadınlara çağrı yaparken, Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener iktidara gelir gelmez İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönüleceğini açıkladılar. İstanbul Sözleşmesi bugün iktidar ile muhalefet arasındaki bölünmenin temel gündem maddesi haline geldiyse bu elbette 35 yıldır erkek şiddetine karşı mücadeleyi kendi bildiği yoldan adım adım inşa eden feminist hareketin geldiği noktayla doğrudan bağlantılı. Ancak feminist siyaset açısından İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönmek “erkek devletle helâlleşmeyi” kabul etmek anlamına gelmez. Muhalefet, AKP sonrasında devleti restore ederek ezilenlerin rızasını yeniden inşa etmeye çalışırken, kadınları da şiddeti sınırlayarak aile içinde tutmaya çalışacağını gösteriyor. Feminist siyaset, İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönüşle bunca kadının katledilmesine bir şekil göz yuman hatta destek veren devletin, kadınları aileden kurtulmak için güçlendirmeyeceğini, bunun her daim erkek olan devletin doğasına aykırı olduğunu biliyor.
Gerekli koruma kararlarını almayarak kadınların katledilmesinin önünü açan, kadın katillerini kollayan, ölmemek için öldüren, hayatlarına sahip çıkan kadınları ağır cezalarla sindirmeye çalışan devlet bir dönemi tümüyle geride bırakmak istiyorsa hem tek tek bu suçların faili yargı mensuplarını ve polisleri hem de bu sürecin yolunu açan iktidar mensuplarını yargılamalı. Meral Akşener, 'ülkede kadınlar evde, işte, sokakta güvende değil ilk seçimde bu iktidardan kurtulacağız ve kadınlar bizimle' dedi. Tabii ki Meral Akşener bu lafları mecbur kaldığı için söylüyor. Kadınların AKP’ye isyanı, dünün asenası Meral Akşener’i kadınların yanında saf tutar görünmeye zorluyor. Ancak ne olursa olsun, geleceğe yönelik ne söz verirse versin, kadın olmasına rağmen (çünkü feminizm özcü değildir) Meral Akşener ile helalleşmek de mümkün değil. Kirli savaş yıllarında oturduğu bakanlık koltuklarında cinsel şiddete maruz kalan ve öldürülen tüm politik kadınların hesabını vermesini istemek hakkımız. İçişleri Bakanlığı döneminde gözaltında ya da kaçırılarak cinsel şiddete maruz bırakılan, tehdit edilen tüm politik kadınlar adına hesap vermesini elbette isteyeceğiz. Çünkü devlette de ailede de devamlılık esastır ve biliyoruz ki hesabı sorulmayan, geçiştirilen her erkek-devlet şiddeti tekerrür eder. Bir tokat ile başlayan erkek şiddetinin cinayete uzanabileceğini, erkeklerin affedildikçe aslında güçlendiklerini ve daha fazla şiddet uygulama hakkını kendilerinde bulduklarını söylüyoruz. Tam da bu nedenle boşanma aşamasına gelen kadınları uzlaşmaya zorlamanın kadınların öldürülmesinin önünü açacağını görüyoruz.
Erkek şiddeti ile bir hesaplaşmadan, yüzleşmeden bahsettiğimizde bunun sadece evdeki adamlarla ya da devletle sınırlı olmadığını biliyoruz. Bizzat içinde yer aldığımız sendikalarda, partilerde, derneklerde ve siyasal örgütlenmelerde erkek şiddetine maruz kalıyoruz. Bizden toplumsal muhalefet içindeki bu erkek şiddetini görmezden gelmemiz, önemsizleştirmemiz, geçiştirmemiz bekleniyor. Erkekleri koruyan kararlarla kadınlar susturulmaya ve sindirilemeye çalışılıyor. Kol kırılır yen içinde kalır dayatmasıyla kadın dayanışması kırılmaya, yaşanan şiddet liberal bir yaklaşımla “iki kişi arasındaki soruna” indirgenmeye çalışılıyor. İfşa itibarsızlaştırılırken örgütler ifşada bulunan kadınları bir şekilde tasfiye ederek “sorun çözüyor.” Ancak şimdiden söyleyelim; erkek şiddetinde zaman aşımı yok, bugün “biz o konuyu kapattık” diyenlerin yarın da bu şiddetle yüzleşmek zorunda kalmayacaklarının garantisi yok. Grupları aşan kadın dayanışması ve toplumsal muhalefet içindeki feminist örgütlenme güçlendiğinde yeniden bu üstü kapatılan erkek şiddeti ifşalarının gündeme geleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Patriyarkaya ve erkek şiddetine karşı büyüyen feminist isyan toplumsal muhalefetin içinde erkek şiddetini örtbas etmeye çalışanları da er geç yakar. Neticede erkek şiddeti ile ne helâlleşilir ne de uzlaşılır…