İstanbul, Mardin, Adana, Mersin, Batman, Amed ve Van'da analar 50 gündür nöbette. “Bu çığlığı duyun” diye hem topluma hem de insanlığa sesleniyorlar. Bu ses herkese ulaşsın diye solukları yettiğince haykırıyorlar: "Tecride karşı ayağa kalk!"
Açlık grevlerini ilk olarak IRA savaşçısı Bobby Sands adıyla duydum sanırım. Bobby Sands İrlandalı bir devrimciydi, 1980/1981'de aylar süren bir açlık grevinin ardından on yoldaşıyla birlikte ölümsüzleşti.
Açlık grevlerinin İrlanda siyasi kültüründe çok eski bir tarihinin olduğunu öğrendim sonra. Eski Kelt'lerde genellikle yoksul insanlar kendisine haksızlık yapan zenginin kapısının eşiğinde açlığa yatarlarmış. Kapısının eşiğinde birinin ölmesine izin vermek büyük bir utanç sayılırmış çünkü. Troscadh ya da Cealachan denirmiş bu eyleme. Bazı tarihçiler bunun bir ölüm orucu olduğunu söyler. Bazıları ise bunun ölmek için yapılmadığını, sembolik bir eylem olduğunu, asıl amacının suçluyu kamusal olarak utandırma olduğunu söyler.*
1909'larda İngiltere'de Süfrajetlerin de açlık grevi yaptıkları bilinir, hatta zorla besleme girişimleri sonucu bazıları hayatlarını kaybetmişlerdir bu eylemlerde. Anlayacağınız açlık grevinin tarihi bayağı eskilere gider.
Boby Sands ve yoldaşları, Long Kesh Hapishanesi’nde kapatıldıkları hücrelerde İrlanda tarihinin bu geleneğinden esinlenmişler. En temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılmakla kalmayıp, giysi verilmediği için battaniyelere sarınarak yaşayan “battaniyeli adamlar” olarak bilinirlermiş. Bütün olanaksızlıklara rağmen dışarıya ulaştırmanın bir yolunu buldukları notlar sayesinde “H Blokları Parçala” olarak bilinen kampanyayla bir halk hareketi yaratarak efsaneleştiler.
O zamanki bilincim bu koşullarda bu kadar uzun süre aç kalabilmeyi almıyordu, bunu tahayyül etmekte epey zorlandığımı hatırlıyorum. Sonraları çok daha uzun süreli ve Long Kesh'teki vahşeti aratmayacak örneklere tanık oldum, bizzat kendim yaşadım.
Zindanlar ve açlık grevleri
O güne dek kitaplardan okuyup haberlerde duyduğumuz açlık grevi 12 Eylül faşist cunta koşullarında bu coğrafyanın “normali” haline geldi. Yoldaşlarımızı ölümsüzlüğe uğurladığımız ilk ateş Amed Zindanı'nda yakıldı. PKK'nin kurucu kadrolarından Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek 14 Temmuz 1982'de Ölüm Orucu'nun 55. gününde toprağa düştüler. Onlar, Amed Zindanı'nda kol gezen hayasız zulme dur demek için bedenlerini açlığa yatırdılar. Ölümsüzleşerek bir yol açtılar…
Arkası geldi. 1984'te İstanbul hapishanelerinde Abdullah Meral, Fatih Öktülmüş, Haydar Başbağ, Hasan Telci'yi, dört yoldaşımızı Ölüm Orucu'nda yitirdik; Tek Tip Elbise (TTE) giymeyi ve yaptırımlara uymayı reddediyorlar, siyasi tutuklu statüsünün tanınması için savaşıyorlardı.
1996'da on iki yoldaşımızı SAG-ÖO'da kaybettik. 2000 yılında bu saldırganlıkta vites büyüten, neredeyse bütün hapishanelere yönelik operasyonlar geldi; kıyıcı bir devlet şiddetine kurban verdik yoldaşlarımızı. Operasyonlar sırasında 28 tutsak hayatını kaybetti, daha sonra başlayan Ölüm Oruçlarında 122 kişi toprağa düştü.
Türkiye ve Kürdistan hapishanelerinde politik tutsak olmak rehin/rehine olmak demektir. Toplumsal muhalefetin gücüne ve baskısına bağlı olarak dönem dönem hafifler ya da ağırlaşır ama bu gerçek hiç değişmez! Bugün tam da bu tayin edici etkenin, yani toplumsal muhalefet tarafından sahiplenmenin cılızlığı yüzünden politik tutsaklar 40 yıl sonra yine çok ağır bir dönemini yaşamaktadırlar. Saldırılar zaten hiç kesilmedi fakat devlet kitleleri zor ve baskıyla hizaya sokmaya çalıştıkça hapishaneler üzerindeki baskı ve şiddet de katmerlendi.**
Faşizmin politik tutsaklara duyduğu kin hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kadar derindir. İşkence ve baskıyı hiç saymıyorum; dört duvar arasına hapset, tutsağı bütün ihtiyaçlarından mahrum bırakarak hizaya getirmeye çalış, politik kimlik ve kişiliğini törpüle, ideallerinden vazgeçir, tam bir teslimiyeti dayat, hayatta kalsın ya da ölsün, pörsümüş bir limon gibi bir kenara fırlat!.. Faşist devletin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana komünistlere, devrimcilere, özgürlük tutsaklarına… neredeyse bütün “düzen” muhaliflerine derece derece uyguladığı şaşmaz bir politikadır bu!
Yine açlık günlerindeyiz
“Beni gömmeyin
susmaya gömülmeyin
susmak yanılsamadır” (Yılmaz Odabaşı)
Yine açlık günlerindeyiz. Açlık içerde, dışarda her yerde…
Tutsakların açlık grevleri neredeyse hiç bitmemiş gibi adeta yıllardır sürüyor.
Yaşamımızın her alanının hücreleştirilmesi, her anının denetim altında tutulmak istenmesi gibi onlar da beton mezarlara gömülmek isteniyor. Kitap yasak, mektup yasak, doktor yasak… işkence ve infaz yakmalar serbest!
Tecrit ve işkence, onursuzluk ve teslimiyet dayatmasına karşı durmak için bedenlerinden başka silahı olmayan politik tutsaklar ideallerine ve onurlarına sahip çıkma uğraşındalar. Önderlerinin yaşadığını bilmek, soluğunu hissetmek, sesini duymak istiyorlar; Kürt sorununa çözüm arayışındalar. Açlık grevi gibi insanı gün gün tüketen acılı bir yol seçerek ne kadar kararlı oldukları mesajını veriyorlar.
Tecrit katmerlendirilerek sürdürülüyor. Kürt halkının talep ve beklentilerini kurşun ve bombayla bastırmaya çalışan faşist devlet, Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ı mutlak bir tecrit altında tutarak aslında bütün Kürt halkını rehine haline getirmiş durumda.
Hapishanelerde 75 günü aşkındır sürdürülen açlık grevi, tecrit işkencesine son verilmesi, Öcalan’ın özgürlüğü ve Kürt sorununun çözümü taleplerinde odaklanıyor.
İstanbul, Mardin, Adana, Mersin, Batman, Amed ve Van'da analar 50 gündür nöbette. “Bu çığlığı duyun” diye hem topluma hem de insanlığa sesleniyorlar. Bu ses herkese ulaşsın diye solukları yettiğince haykırıyorlar: "Tecride karşı ayağa kalk!"
Uçsuz bucaksız dağlarda-ovalarda o beyaz örtüyü adımlayarak bütün bu talepleri kendi cephesinden dile getiren Kürt seçilmişleri ve halkı günlerdir yürüyor, anaların tülbentlerine sinen aynı özgürlük şarkısını söylüyorlar.
Herkes bu özgürlük yürüyüşüne, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına, Kürdistan’a statü çığlığına bulunduğu yerden omuz vermelidir!
Faşist rejimin hapishanelerde hız verdiği saldırı dalgası içerisi dışarısı bağlantısını tümüyle kesmek, içerdekileri derin bir yalnızlık ve sahipsizlik duygusu yaratarak yaşayan ölüler haline getirme çabasıdır. Düşünün ki, hapishaneye mektup göndereni, para yatıranı bile gözaltına alıyorlar.
2000'deki son büyük Ölüm Orucu'ndan bu yana 24 yıl geçti. Dağda, kentte, zindanda nicelerini verdik toprağa… Bu saldırı, o günlerden bu yana gittikçe boyutlanan ve kitlelerin nefes almasını olanaksız kılan ekonomik-siyasal ve toplumsal çok yönlü krize karşı sokağa dökülen öfkenin dallanıp budaklanmasının, daha geniş kesimleri sarmasının önüne geçme amaçlıdır. Çünkü bu dönem, cezaevi mücadelesiyle ekmek ve özgürlük mücadelesinin hiç olmadığı kadar iç içe geçtiği bir dönemdir.
Tecrite karşı mücadele, insanlarımızın hapishanelerde göz göre göre katledilmesine karşı savaşım siyasal mücadelenin taleplerinden biridir! Üstelik bu tecrit Kürt halkını aşağılamanın, ona acı çektirerek iradesini kırmanın, onuruyla ve değerleriyle oynamanın dolaysız ifadesidir.
Ekmek yoksa barış da olmayacak, politik tutsaklar birer ikişer katledilirken, onları beton mezarlara gömen bu zihniyet yıkılmadıkça hiçbirimiz için özgürlük olmayacak!
(*) https://bianet.org/yazi/aclik-grevi-irlanda-deneyimi-141851
(**) Hasta tutsak sayısı 10 yılda 6 kat arttı. Sadece son 5 yılda 94 cezaevi inşa edildi. Cezaevindeki kişi sayısı bir yılda yüzde 10 arttı. 2005'te hapishanelerde 55 bin kişi vardı. 2022’nin sonunda bu sayı 341 bin 957’ye çıktı.
2000’li yılların başında izolasyon cezaevleri gündeme geldi; 14 tane F Tipi yapıldı ancak bununla yetinmediler. 2021 yılından bugüne kadar 60 tane izolasyon cezaevi inşa ettiler. Yüksek Güvenlikli Cezaevleri (YGC) ise 3 yıl içinde 6 katına ulaştı.
İHD, Türkiye Hapishanelerinde İnsan Hakları Raporu
https://www.ihd.org.tr/wp-content/uploads/2023/07/2022-Hapishane-Raporu-1.pdf