Günümüz koşullarında çocuklar, “en zorda” olan kesimlerin başında gelmektedir. Özel mülkiyetçi aile anlayışı ile kimsenin başka biri üzerinde söz söylemeye hakkının olmadığı, bireyci tutum ve yaklaşımlar ile devlet politikaları ve olumsuz etkileri giderek (günümüzde yaşadığımız gibi) trajik olayların yaşanmasının önünü açmaktadır. Kuşkusuz yapılmak istenen de budur. Çünkü devlet iktidarı toplumsal sapma ve krizlerin üretici ve etkili bir gücüdür ve yaşanan hiçbir olay ondan bağımsız ele alınamaz
Toplumsal ahlaki çöküş dediğimiz şeyin zirveleştiği bir dönemden geçerken, bunun en fazla zararını gören kuşkusuz toplumun en savunmasız kesimi olan çocuklar olacaktır. Kimi fiziken türlü türlü işkencelere maruz kalıp çoğu zaman katledilirken kimi de düşünce, duygu ve ruhen sistemin dişlisi olarak yetiştirilerek öz varlıklarından bihaber vahşi kapitalist dünyada ayakta kalma mücadelesi içinde yaşamaya çalışmaktadır. Toplumsal çürüme dediğimiz şey de tam olarak burada başlamaktadır. Çocuklar, gençler ve kadınlar bir toplumun temel dinamiğidir. Var oldukları toplumun özelliklerini, biyolojik olarak aktarılan genler misali taşırlar ve kendileri ile yaşamsallaştırır, sürdürür ve tekrardan aktarırlar. Ve bundandır ki modernitenin ve onun üç saç ayağının üzerinde en fazla durduğu alanlar olmaktadırlar.
Çocuklar, gençler bir toplumun ortak değeri iken 21. yüzyılda ortak keder haline gelmiştir. Düşünelim ki koca bir toplumsal tarih ( tarihin %98 i) insan yavrusunun kendisini korumaktan aciz bir varlık olarak dünyaya geldiği için, onu korumak adına şekillenmiştir. İster güdü diyelim, ister öğrenilmiş davranış şekli diyelim, sonuç olarak bir varlık, bir insan olarak topluluğun her bireyi tarafından sahiplenilen, korunan, beslenen aynı zamanda bunları gerçekleştirirken ortak değer haline gelen bir yaklaşımdan bahsetmekteyiz. Dünyaya gelen her bebek, o topluluğun tüm bireylerinin bebeğidir. Çünkü hem fiziken hem de düşünce gücü olarak öz savunmadan yoksundur. Ona bakmak bir görev halini alırken bu aynı zamanda simbiyotik bir ilişkiyi geliştirir. Verildiği kadar alınır, deneyimler oluşur. İnsanlaşma sürecindeki topluluk bağları kuvvetlenir, toplumsallığın yolu açılır. Elbette bu uzun soluklu bir gelişim macerasıdır. Bir yere kadar da heyecan vericidir. Kendi bulma, koca evrende kendi anlamlandırma noktasında bir çıkış noktası konumundadır. Belki de bu heyecanı neden kaybettiğimiz sorusuna bir örnek ile devam edebiliriz.
Suriye’den mülteci olarak Beyrut’a gelen bir ailenin dramını anlatan Kefernahum filminin baş karakteri Zain adlı bir çocuktur. Çok çocuklu ve sorumsuz, uyuşturucu kullanıp satan ve para için daha çocuk yaşta kızlarını bir nevi “satan” anne ve babasına karşı durmaya çalışan Zain kız kardeşini evlendirmesinler diye onun adet olduğunu saklamaya çalışır ve ne kadar karşı dursa da kız kardeşini evlendirirler. Sonrasında ise kendisiyle aynı kaderi paylaşan siyahi bir bebek ile mecrası başlar ve zaten zor olan yaşamın daha acımasız yanları ile karşılaşır. Filmin en can alıcı noktası, mahkemede çocuk yaşta evlendirilen kız kardeşinin ölümüne neden olan erkeği bıçakla yaraladığı için yargılanan Zain’in anne ve babasını hakime şikayet etmesidir. “Beni dünyaya getirdikleri için şikayetçiyim” der. Zain aslında günümüz çocuklarının ruh ve duygu dünyasının somut örneğidir. Onun beyazperdeye aktarılmış hali; savaşlar, katliamlar, göçler, ekonomik ve bir bütün olarak tüm toplumsal sorunların bir bakış ve bir cümle ile ifade edilişi aynı zamanda. Zain’in bu sözleri ifade ederken ki netliği ve de yaşama isteğinin yitirilişini ifade eden sözleri, Ortadoğu gibi maddi ve manevi yitimlerin çok yoğun yaşandığı bir coğrafyanın çocuklarının isyanı gibidir. Devlet ve çeşitli toplum karşıtı siyasal ve dini örgütler ve çeteler tarafından kıskaca alınmış bir coğrafyada çocuk olarak doğmanın zorluklarını anlamak güç olmasa gerek. “Ya sev, ya terk et” ya da öl! Başka bir yaşam yoktur adeta.
Günümüz koşullarında çocuklar, “en zorda” olan kesimlerin başında gelmektedir. Özel mülkiyetçi aile anlayışı ile kimsenin başka biri üzerinde söz söylemeye hakkının olmadığı, bireyci tutum ve yaklaşımlar ile devlet politikaları ve olumsuz etkileri giderek ( günümüzde yaşadığımız gibi) trajik olayların yaşanmasının önünü açmaktadır. Kuşkusuz yapılmak istenen de budur. Çünkü devlet iktidarı toplumsal sapma ve krizlerin üretici ve etkili bir gücüdür ve yaşanan hiçbir olay ondan bağımsız ele alınamaz. Bu sitemde yetiştirilen her çocuk bir cinayetin kurbanıdır. Var olan doğal öz savunma gücü bile “eğitim” adı altında kendisinden alınmaktadır. Bunun ilk şekillenişi de aile dediğimiz kurumda başlar. Engels’in, aile kavramını tarihsel olarak ele almaya çalıştığı ailenin, özel mülkiyetin ve devletinin kökeni adlı eserinde ilginç bir belirleme vardır. Buna göre “… familia sözcüğü, günümüzdeki darkafalı burjuvaların duygusallık ve karı-koca cilvelerinden yapılma aile anlayışını dile getirmez; Romalılarda her şeyden önce hatta karı-koca ile bunların çocukları için değil, yalnızca köleler için kullanılır. Famulus “evcil köle” anlamına gelir ve familia, bir tek adama ait bulunan kölelerin bütünü demektir…” Toplumsal olarak değişim ve dönüşümünü esas aldığımız aile kurumunun tarihsel gelişim sürecini incelemek ile beraber ulus devlet ahtapotunun sarıp sarmaladığı bir kurum olan ailenin aslında, var olan sistemde, tam olarak karşılığı bundan ibarettir. Ve bu kölelik durumunda, hiçbir köle sahibi, satın almadığı müddetçe, başka bir köle üzerinde söz hakkına sahip değildir. Bu söz hakkının olmadığı birey, bu kurumda mayalanıp, başka resmi kurumlarda pişecektir. Gelinen aşama ise hastalık ile ifade edilemeyecek kadar yaşanan vahşetler olacaktır.
Zain aslında anne ve babası şahsında koca bir modernitenin ağır yükünü sırtında taşır aslında. Onun yaşadığı tüm bu krizlerin bir boyutudur. Ahlaki bir değer olan çocukların yüz yüze kaldıkları saldırıları benzetecek başka bir canlı eylemi yaşamda yoktur. Bu yüzden hem insana özgü hem de insanlık dışıdır. İnsana özgüdür çünkü kendi olmaktan çıkan, özüne yabancılaştırılan her insan serseri kurşun misali önüne çıkan her şeyi yok etmektedir. Arkasını yasladığı güç ile bunu daha gözü kara yapmaktadır. Kendi zihniyetinin besin kaynağı aynı zamanda da besleyicisi olduğu güç odakları, en büyük cesaret kaynağıdır. Savunmasız bir canlıya çektirilen eziyetin, zulmün, acının hiçbir toplumda, hiçbir inançta hiçbir kültürde karşılığı yoktur. Ancak bunlar ahlaki ve politik olan topluma dairdir. Ulus devlet ve kollarının ahlaki ve vicdani hiçbir kaygısının olmaması, toplum karşıtı olması bu tiplerin en önemli varlık nedenleridir ki bizzat bu güçler tarafından şekillendirilmişlerdir. Vurguladığımız gibi istenilen de zaten budur.
Yakın zamanda çocuklara dair yaşanan olaylar toplumun yaşadığı sapmayı somutlaştırmak ve devle-aile ilişkisini derinlikli ve tarihsel olarak anlamak açısından önemlidir. “Proto devlet” tanımlaması bunu karşılayacak bir ifade olmaktadır. Bu nedenledir ki aile içerisinde çocuklara ve de kadınlara yönelik hiçbir uygulamayı üst akıldan (devlet oluyor bu) kopuk ele almamak, bu olaylarının iç yüzünü görmek açısından elzemdir. Çocuk tecavüzü, ticareti, uyuşturucu kullanımı ve satışı, şiddet, dilendirme çetesi hepsi bu çarkın özenle kurulmuş birer parçasıdır. Ağacı yaşken eğmek, sersem, düşünemez bir hale getirmek bu aklın özel alanı olup, yaşamsal sıvısı niteliğindedir. Bu nedenle de yaşanılan katliam ve tecavüz olayları her ne kadar vicdanları zorlar nitelikte olsa da acıma ve hüzün duygusundan öte toplumsal bir refleks gerektirmektedir. Sessiz kalınan her olay karşısında suç ortaklığı yapıldığının bilinmesi gerekmektedir. Unutulmamalı ki ahlaki değerler tüm yazılı hukuk kurallarının üzerinde ve öz olanın ifadesidir. Ahlaki ve politik toplumun bireyleri olarak yaşanan bu çürümeyi anlamak ve politik bir duruş sergilemek için birbirini besleyen tüm toplum karşıtı yapılanmaları ifşa etmek ve ona karşı mücadele etmek durumundadır. Aksi takdirde yaşanan olaylar, manşetlerde olduğu sürece yaşanılacak anlık duygu yoğunluğunun ötesine geçmeyecektir.
Öfke de bir duygudur ve çoğu zaman gereklidir ancak öfkenin pratiği de politik olmak durumundadır.
Zain, bakışındaki o umutsuzluk ve öfkeyle ama aynı zamanda kendince bulduğu yol ile bu durumun önüne geçmek ister. “Daha fazla çocuk dünyaya getirmesinler” der. Çocuklar için yaşanılacak bir dünyanın olmadığının farkındadır, fark etmek zorunda bırakılmıştır. Umutsuzluk, düzeltici güç değildir, yıkıcıdır. Yerine yenisini koymaz ya da var olanı değiştirme istemini barındırmaz. 21. yüzyılda insanlık olarak açığı çıkan da bu kaderci umutsuzluk halidir. Katledilen çocukların gençlerin adını bir yerlere vermek, tişört basmak, şarkılar yazmak bir süre sonra acının pazarına yol açar ve metalaşır. Yaşanan bu toplumsal ruh halinde bir şeylerin önüne geçmenin yolu politik düşünme ve eylem hali ile mümkündür. Her olayda kendini görmek, aynı zamanda neler yapılması gerektiğini anlamak ve pratikleştirmek olması gereken tepkiselliktir. Devlet ve aile kıskacında sıkışıp kalan ve onların birer birer kurbanı olan çocukları ve kadınları korumanın başka da bir yolu yoktur. Bu güç, bu toplumsal öz halen dahi tüm özel savaş yöntemlerine rağmen toplumun kodlarında kendini korumaktadır. Bunun için yeterinden fazla nedenimiz, bunu gerçekleştirecek güç de mevcuttur. işte o zaman bir keder haline gelen tüm olaylar yerine ortak değere bırakacaktır.