Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yayımlanan “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı da, her ne kadar Türkiye kamuoyuna dönük olduğu algısı olsa da, yüzyıldır Ortadoğu’da sürdürülen emperyalist politikalara karşı, Ortadoğu’nun tüm halklarına sunulmuş bir mücadele rotasıdır. Bu çağrıyla Abdullah Öcalan, küresel ölçekte değişen dengelerin, süreçlerin, koşulların 20. yüzyıl dönemine benzemediğini, o dönemde geçerli olan mücadele tarzlarının günümüzde halkların özgür, eşit ve demokratik yaşam hedeflerine ulaşmada yeterli olmadığını vurgulamakta
Günümüzde hâlâ sürmekte olan Ortadoğu’daki çatışmaların, savaşların, katliamların nedeni, esasında Birinci Dünya Savaşı’nda çizilen yapay sınırlardan gelmektedir. Yüzyıllar boyunca birçok halk, din, mezhep, etnisite, inanç bir arada bu topraklarda yaşayabilmiştir. Daha sonra küresel emperyalist güçler bu bölgeyi kendi emellerini gerçekleştirmek için onlarca ulus-devlet yapısına böldüler ve hem aynı halktan insanları ayrı ayrı sınırlara hapsettiler hem de birçok farklı kimlik ve inancı içinde barındıran bir bölgeyi aynı sınırlar içerisinde tekçi zihniyetin hâkim olduğu bir yönetim sistemine mahkûm ettiler. Bazı bölgelerde birkaç yıl, bazılarında ise daha uzun yıllar boyunca yabancı işgalci devletler tarafından sömürge yönetimi aracılığıyla yönetilip bölgenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri üzerinde hâkimiyet kurdular. Bazı yerlerde halkın artık sömürge yönetimlerine tahammülü kalmayıp ayaklanma ve direnişlere geçmesiyle, bazı yerlerde ise sömürge yönetiminin herhangi bir meşruiyeti kalmadığı işgalci devletlerce de anlaşılınca, 1950’lere doğru Ortadoğu ülkeleri birer birer bağımsızlıklarını kazandılar.
Bağımsızlık kelimesi sadece literatürdeki anlamda kaldı. Çünkü büyük hegemon kapitalist güçler ellerini hiçbir zaman Ortadoğu’dan çekmediler. Ya yönetimdeki iktidarlarla sürekli diplomatik temaslarla iyi ilişkiler kurmaya çalışarak, ya yer yer tehditlerle ya da doğrudan müdahalelerle bölge üzerindeki kâr kazanımlarını devam ettirmeye çalıştılar. Bunun yanında daha uzun süreli kapsamlı stratejik politikalar da yürütmekteydiler. Bunlardan biri, hâlen günümüzde de sürdürülen ılımlı İslam politikasıdır. Milliyetçilik ideolojisinin komünizmle mücadelede yetersiz kalması —Ortadoğu’nun inanç ağırlıklı bir bölge olduğu göz önünde bulundurulduğunda— ve 1979 İran İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi, ABD’nin ılımlı İslam politikasını gerekli kılıyordu.
İran’da gerçekleşen devrim sonrasında ABD yanlısı Şahlık rejimi düşmüş ve İran, ABD ve İsrail’e karşı bölgede hegemonyasını güçlendirmek için Şiiler üzerinden hâkimiyetini geliştirmeye başlamıştı. ABD de buna karşılık Sünni ülkeler üzerinde veyahut Sünni nüfusun ağırlıkta olduğu alanlarda ılımlı İslam politikasıyla işbirlikçi devletler ve güçler yaratıyordu. Saddam da böylesine bir müttefikti ve 1980–88 Irak-İran Savaşı’nda Saddam’ın bu savaş esnasında bir zarar görüp yenilmesine neden olunmaması için Kürtler üzerinde kullandığı kimyasal silahları ABD ve Batı müttefikleri görmezden gelmişlerdi. O savaş sürecinde Saddam’a en büyük desteği bu güçler sağlamıştı. Ne zaman ki Saddam, önemli petrol yataklarının bulunduğu Kuveyt’e saldırdı, ABD o zaman Suudi Arabistan’ı korumak bahanesiyle bölgede askerlerini konumlandırdı ve Birinci Körfez Savaşı başladı.
Esasında korumak istediği Suudi toprakları değil, önemli bir gelir ve ticaret kaynağı olan petroldü. Birinci Körfez Savaşı’nın önemi, günümüze kadar sürdürülen Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak kabul edilmesidir. Üçüncü Dünya Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan farklı olarak uzun yıllara yayılması, çoklu devletlerin doğrudan dâhil olması yerine daha çok vekil güçler aracılığıyla sürdürülmesidir. Savaşın böylesine uzun yıllara yayılmasının nedeni; bölgenin önemli petrol yataklarını içermesi, temiz su kaynaklarının bol olması ve Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi gibi Asya’ya açılan ticari geçiş hatlarında yer alması ve bunlar üzerinde kalıcı bir hâkimiyet kurmak istenmesindendir.
Fakat hem ulus-devlet yapısının Ortadoğu ülkelerinin bünyesine uygun olmaması hem de dış güçlerin bölge üzerinde sürekli değişen politikaları, bölgenin istikrarlı bir yapıya kavuşmasını engellemekte hem de hegemon güçler açısından tam bir hâkimiyetin kurulmasını önlemektedir. Bunu Irak örneğinde daha açık bir şekilde görüyoruz. Birinci Körfez Savaşı sonunda Saddam yönetimi geriletilmişti; ancak 2003’te bu sefer “nükleer silah üretiyor” gerekçesiyle ABD ikinci kez Irak’a girdi ve Saddam’ı tamamen ortadan kaldırdı. Aynı zamanda Irak’ın tüm siyasal, sosyal ve askerî yapısını dağıttı ve oluşan kontrolsüz, güvensiz ve karmaşık ortamda Irak; El Kaide, IŞİD vb. cihatçı yapıların ve örgütlerin yuvalandığı bir yer hâline geldi. Daha sonra ABD burada ne kadar uğraştıysa da ulus-devlet inşa projeleri tutmadı. Kendisi de siyasî ve askerî olarak büyük zararlar gördü. Abdullah Öcalan Irak’taki durum için “Pandora’nın kutusu açıldı” belirlemesini yapmıştır. Onlarca yıl ulus-devlet sistemine hapsedilen tüm sorunlar, iç çatışmalarla, yaşanılan karmaşa ve kaos hâliyle ortaya dökülmüştü. Tekçi ulus-devlet yapısının tutmadığını göstermişti. Irak, sonradan sınırlı bir siyasî yapıya kavuşsa da hâlen yer yer ciddi sorunlar yaşanmaktadır.
Halkların Takdirini Kazanan Rojava Devrimi
Bölge için önemli olan bir başka yakın tarih, 2011–2012’de “Arap Baharı” denilen süreçtir. 2011’de Tunus’ta bir gencin bedenini ateşe vermesiyle fitillenen ateş, Libya, Mısır, Yemen, Suriye vb. ülkelere yayılmış; yolsuzlukların, adaletsizliklerin, çürümüş rejimlerin son bulması, daha eşit ve daha yaşanılır bir yaşam düzenine kavuşmak için milyonlarca insan aylarca meydanlarda direnişe geçmişlerdir. Eğer bu ayaklanmalar ve direnişler büyük bir öfke patlamasının ötesine ulaşabilseydi ve tüm kimliklerin, inançların ve toplumsal farklılıkların arasında herkesi ortak bir yaşam ve halkların çıkarları etrafında örgütleyecek, bileşik bir mücadeleye kavuşabilseydi, yeni bir yaşam yolu açılabilecekti. Fakat bu farklılıkların sürekli kışkırtılması, karşılaştırılması ve uzun yıllar boyunca oluşan ve oluşturulan mesafeler, bunun gerçekleşmesine izin vermedi. Birçok yerde iktidarlar düştü, kimi yerlerde iktidarını kaybetmek istemeyen hükümetler büyük katliamlara girişti ve milyonlarca insan hayatını kaybetti. Ortadoğu’nun iç dengesi yeniden, ancak bu sefer daha da tehlikeli olabilecek şekilde, bozuldu.
Rojava bölgesi ise bu konuda bir istisna olmayı başarabildi. Uzun yıllar dili, kültürü yok sayılan, kimlik bile verilmeyen Kürtler hızla örgütlendi ve herhangi bir yerel veya uluslararası güce yaslanmadan, Abdullah Öcalan’ın demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigması çerçevesinde yeni bir yaşam modeli kurmaya başladılar. Fakat bu modeli kendi bekaları için tehlikeli gören ve Kürtlerin herhangi bir hak kazanımına tahammül edemeyen bölgesel güçler; IŞİD, El Kaide vb. selefi-cihatçı örgütleri eğitip donatarak Rojava Halk Devrimi’ni boğmak istediler. Daha sonra bu cihatçı yapıların dünyanın birçok ülkesinde gerçekleştirdikleri kanlı saldırı eylemleri ile ne kadar tehlikeli oldukları anlaşıldı ve bunlara karşı Rojava’da fedai çizgi ile yürütülen destansı direniş, dünya halklarının takdirini kazandı. Dünyanın birçok yerinden sol-sosyalist, komünist enternasyonel gençler de Rojava devrimini desteklemek için Rojava’da savaştı. Bu belki de 1936–39 yılları arasında İspanya’daki Sendikal Devrime son veren General Franco’nun darbesine karşı savaşan enternasyonellerden sonra en büyük enternasyonalist dayanışmaydı.
Rojava sadece direniş çizgisiyle değil, kurmuş olduğu yönetim modeli ve yürüttüğü politik hattın farkındalığıyla da, özellikle Ortadoğu’da gelişen son süreçleri göz önünde bulundurduğumuzda, daha fazla ön plana çıkmakta ve dikkat çekmektedir.
7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e dönük saldırılarıyla beraber yeniden başlayan ve günümüze kadar devam eden İsrail’in Filistin’e dönük katliamları; Hamas ve Hizbullah liderlerinin ve önemli pozisyonda yer alan kadrolarının art arda suikastlerle öldürülmeleri; İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin şaibeli bir şekilde uçak kazasında ölmesi ve bu kazanın hiç araştırılmayıp üstünün kapatılması; daha sonra cumhurbaşkanlığına seçilen kişinin ABD ile müzakerelere açık olduğunu ifade eden ılımlı görüşleri ileri sürmesi; Suriye’de Esad rejiminin düşüşü ve HTŞ’nin herhangi bir engelle karşılaşmadan Suriye yönetiminin başına geçmesi gerçekleşti.
Tüm bu gelişmelere bakıldığında, öyle tesadüfi gerçekleşen olaylar zinciri olmadığı, uzun vadeli stratejik bir planın parçaları olarak hayata geçirildiğini görüyoruz. Ortadoğu’da gerek sınırsal, gerek siyasî, gerekse de askerî anlamda yeni düzenlemeler yapılmaya çalışılıyor. Anlaşılan hem İsrail’in güvenliği hem de buradan geçen ticari yolların güvenliği için tehlikeli olarak görülen örgütler ve siyasi yapılar ya bitirilmeye çalışılacak, ya da belli bir uzlaşı seviyesine çekilmeleri istenecektir. Trump’ın özellikle sürekli Gazze’nin tamamen boşaltılmasını istemesi ve bir liman kenti hâline getirmek istemesi, Gazze’yi de içine alabilecek bir ticari yolun güvenliğini sağlamak için olabilir. Gazze tamamen boşaltılır mı, yoksa Hamas örgütünün etkisiz kılınması yeterli görülür mü, bunu önümüzdeki süreçler gösterecek. Ama belli ki Netanyahu’nun Gazze üzerindeki soykırıma varan saldırıları, ABD desteği sürdükçe ve bölge güçleri de tepki göstermedikçe devam edecektir. Netanyahu, ABD ile aralarında bazı konularda ufak görüş farklılıkları olsa da bu zamana kadar ABD politikaları paralelinde hareket etti. Askerî anlamda harekete geçen güçler hep İsrail güçleri oldu. Fakat hem İsrail içindeki Netanyahu karşı gösteriler hem de dünyada bu gösterilerin artması ve uluslararası mahkemenin Netanyahu hakkında çıkardığı yakalama kararı, bir süre sonra Netanyahu hükümetine son verilebileceğini gösteriyor.
Kürtler Demokratik Birleşik Bir Ortadoğu’da Kilit Rol Oynayabilir
Suriye’deki gelişmeler de çok dikkat çekicidir. 2011’deki iç savaşla başlayan ve uzun yıllara varan çatışmalarla sürekli sallantıda olan Esad rejimi, 2024’ün son aylarında düştü. Esad’ın birdenbire düşüşü, Rusya ve İran’ın güç desteğinde bulunmaması ve hemen birkaç günde HTŞ’nin yönetimi ele geçirmesi, Rusya, İran ve ABD arasında belli bir anlaşma olma ihtimalini güçlendiriyor. Beşar Esad ülkesini demokratikleştirebilseydi ve Kürtlerle hakları için anlaşabilseydi, ülkesini halkların da desteğiyle güçlendirecek, toparlayacak ve muhtemelen bu düşüşü yaşamayacaktı. Bu adımların hiçbirini atmadığından ve Rusya ile İran açısından da artık kaldırılmayan bir yük hâline geldiğinden, ne içte ne de dışta bir destek bulamadı ve mevcut durumu kabullenerek geri çekildi. Şimdiyse HTŞ’den, Suriye’de bir düzen inşa etmesi bekleniyor.
HTŞ bunu gerçekleştirebilecek ekonomik, askerî ve yönetimsel güçten yoksun olduğundan ve radikal cihatçı kimliğinden dolayı toplumda yeterince meşruiyet sağlayamadığı için, ABD ve Suudi gibi güçler olmadan ayakta kalamayacağı görülüyor. ABD, yaptırımlarını kaldırmak için ortaya koyduğu şartlarla Suriye’den nasıl adımlar atılmasını istediğini az çok belli etti. Bu adımlar içerisinde Kürtlerle bir anlaşmaya varılmasının (en azından şu an için) istendiği bellidir. Şunu iyi biliyoruz ki, ne ABD’nin ne de benzeri hegemonik güçlerin Suriye’nin ya da başka bir ülkenin demokratikleşmesi veya diktatörleşmesi umurlarında değildir. Şartlar oluştuğunda Taliban gibi yapıları da kabul edip, ilişki geliştirebileceklerini görüyoruz. ABD ve benzeri hegemonik güçler için önemli olan, ilişkilerini sürdürebilecek ve bu yolla kapitalist çıkarlarını güvence altına alabilecek bir sistem oturtulmasıdır.
Tüm bunlarla birlikte, Suriye halkları önünde önemli bir demokratikleşme fırsatı da bulunmaktadır. Suriye’nin Rojava bölgesi on yılı aşkın bir deneyim ve tecrübeye sahiptir. Hem eğitim, sağlık, ekonomi ve savunma alanlarında halkların tabandan örgütlenmesini esas alarak demokratik yapılanmayı benimsemiş hem de tarihi, sosyal ve politik bilinç anlamında büyük bir birikim elde etmiştir. Rojava’daki demokratik yapılaşma, sürekli anti-propagandasının yapıldığı gibi; Suriye’yi bölmeyi değil, bölgede yaşayan tüm halkların kültürleri, inançları ve renkleriyle demokratik bir yapıya kavuşmaları için öncü güç olmaktadır. Halihazırda SDG çatısı altında Arap aşiretleri ve Süryaniler de Kürtlerle beraber ortak, demokratik bir yönetimi uzun yıllardır sürdürmektedirler. Suriye’deki Dürzilerin bir kesimi de gün geçtikçe Rojava örneğinde etkileniyor ve son dönemlerde Suriye Demokratik Güçleri ile Dürziler arasında gelişen ilişkiler, Suriye’nin demokratikleşmesi için önemli katkılar sunabilir.
10 Mart’ta El Şara ve Mazlum Abdi arasında yapılan mutabakat, kalıcı bir anlaşmaya dönüşür mü dönüşmez mi henüz bilinmiyor. Bu anlamda, Suriye’nin çatışmaların olmadığı, istikrarlı bir yapıya ve Suriye’de ortak, yeni bir yaşam modelinin kurulmasında etkili olma potansiyeli vardır. Bu konuda hem hegemon hem de bölgesel güçlerin takılacağı tutumun belli bir etkisi olabileceği gibi, esas belirleyici olan halkların bir arada demokratik bir mücadeleye girip girmeyeceği olacaktır. Bu noktada Abdullah Öcalan’ın tanımladığı, Rojava yönetiminin de uzun süredir benimsediği ve uygulamaya çalıştığı 3. Yol Çizgisi de sürdürülmeye çalışılıyor. Bu çizgi, halkların kazanımları söz konusu olduğunda bazı taktiksel ilişkileri reddetmeyen, ancak temelde halklarla stratejik ilişki geliştirmeye çalışan ve gücünü dışarıdaki veya içerdeki herhangi bir egemen güçten değil, halkın öz örgütlenmesinden almaya çalışır.
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yayımlanan “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı da, her ne kadar Türkiye kamuoyuna dönük olduğu algısı olsa da, yüzyıldır Ortadoğu’da sürdürülen emperyalist politikalara karşı, Ortadoğu’nun tüm halklarına sunulmuş bir mücadele rotasıdır. Bu çağrıyla Abdullah Öcalan, küresel ölçekte değişen dengelerin, süreçlerin, koşulların 20. yüzyıl dönemine benzemediğini, o dönemde geçerli olan mücadele tarzlarının günümüzde halkların özgür, eşit ve demokratik yaşam hedeflerine ulaşmada yeterli olmadığını vurgulamakta; halkların kendini yönetme sorumluluğunu ve yetkisini sadece bir partiye veya bir iktidara bırakmadan, siyasal, sosyal, ekonomik, kadın vb. her alanda tabandan, yerelden demokratik örgütlenmelerini oluşturmaları gerektiğini anlatmaktadır. Çünkü ancak demokratik anlamda öz örgütlenmelerini gerçekleştirmiş toplumlar, hayata geçirilmek istenen uluslararası kapitalist planlamalara karşı durabilir ve engelleyebilir. Dört parçadaki Kürtler, bu çağrının hayata geçirilmesi için belirleyici pozisyonda olacaktır. Yaşadığımız süreç ve yürütülen uzun süreli mücadele birikimi, Kürtlere böylesi öncü bir misyon yüklemektedir. Yüzyıldır katliamlara uğrayan, yok sayılan, ağır bedeller ödeyen Kürt halkı, şimdi de “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısının perspektifini hayata geçirebilirse, Ortadoğu’nun kaderini de değiştirecek kilit bir rol oynayabilir.