Ortadoğulu kadınlar olarak en temel ihtiyacımız barışı inşa etmek. Ama gerçek kurtuluş dünya kadın devriminde. Bu da ancak kadınların özgürlük bilincinin birbiriyle buluşması ve örgütlenmesi ile mümkün
5 bin yıllık erkek egemen sistem tarafından ezilmiş, yok sayılmış ve kendi gerçeğinden koparılmış bir kadın tarihinden bahsediyoruz. Ataerkilliğin, kadının emeğine el koyduğu ve cinsiyetçi iş bölümünün aslında bugünkü kadınlık rollerimizi biçimlendirdiğini, bütün farklı toplum formlarının bu cinsiyetçi iş bölümü üzerine kurgulandığı bir gerçektir. Bu cinsiyetçi iş bölümü bu gün yaşamın her alanına yayılmakla beraber kurumsal ve sistemsel olarak devlet mekanizması haline gelmiş durumda. Bu erkek egemen sisteme karşı kadınlar, 20. yüzyılda büyük kadın isyanlarını ördüler. Bugün ise 21. yüzyıl artık kadın devrimler çağı olarak tarif ediliyor. Yükselen kadın özgürlük mücadelesine karşı dünyanın her yerinde artan kadın kıyımının, gittikçe yükselen sağ popülist eğilimlerin, kadın düşmanı, ırkçı, militarist politikaların da gittikçe geliştiğini, derinleştirildiğini ve aslında kapitalist sistem tarafından yeşertildiğini görüyoruz. Bu Kadın düşmanı iktidarların farklı tezahürleri olabilir. Amerika'da Trump, Rusya'da Putin, Brezilya’da Bolsonaro, Türkiye'de ise Erdoğan yönetimi ya da Ortadoğu'da radikal dinci krallıklar gibi yönetimler şeklinde. Dünyada toptan bir altüst oluş, büyük bir kapitalist kriz ve bu kapitalist krizin kendisini düze çıkarmak için yeni düşman öğeler, yeni ötekiler, yaratma ihtiyacından söz edebiliriz. Kapitalizm bu krizi nasıl aşmak istiyor diye soracak olursak ilk cevabımız ne yazık ki SAVAŞ! Uluslararası güçler, kendi coğrafyalarından uzak bölgelerde, mümkün olduğunca toplumları, halkları çatıştırarak bir şekilde kontrollü bir savaşı, çatışmayı yürütüyor. Bununla hem kendi krizini aşmayı hem de kendi hakim olduğu coğrafyadaki demokratik yönelimleri ve itirazları da baskılamayı amaçlıyor. Yine bu savaşlar sonucunda oluşan göçmenlik, mültecilik sorununu da kendi faşist iktidarlaşmasının, sağ popülist politikalarının da argümanı haline getiriyor. Aslında bir taşla birden fazla kuş vurmanın ve tek eylemle çoklu sonuç almanın yolunu böyle kurmuş olduklarını söyleyebiliriz. Bu SAVAŞ’la krizleri aşma planının tabii ki başta kadınlar olmak üzere halklara faturasının çok ağır olduğu bilinen bir gerçek. Savaşla zehirlenmiş, çoraklaştırılmış ve insani koşullarda yaşam imkanlarından uzaklaştırılmış Ortadoğu coğrafyası deyim yerindeyse “kadınlar ve halklar mezarlığına “dönmüş durumda. İnsanlığın beşiği coğrafya, şimdi insanlığın her anlamda gömülmeye çalışıldığı, kadınlar şahsında köleliğin ve çağ dışılığın yaşandığı bir coğrafya haline getirilmeye çalışılıyor. Bu köleliğin IŞİD’in yaptığı gibi gerçek köle pazarları kuran, Ezidi kadınları bu pazarlarda satan örgütlerden, kadınların bütün kazanımlarını yok eden, en insani, en sıradan haklarını (okumak, tek eşlilik, çalışma hakkı, tek başına seyahat etme, medeni haklar vb.) bile dine aykırı diye engelleyen çeteler, iktidarlar ve ideolojiler gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Yani bugün kapitalizmin krizini aşma, küresel sermeye gruplarının güç savaşları, emperyalist ülkelerin bölgesel hegemonya yarışları bizzat bizim yaşamımızı, yaşam alanlarımızı ve kazanımlarımızı yok ediyor. Bu savaşların sonucunda Ortadoğu’nun zenginleri büyük kapitalist merkezlere taşınırken; doğal zenginliklerin coğrafyasında, başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere halklar yoksulluğun, istikrarsızlığın, geleceksizliğin içinde yaşamak zorunda kalıyorlar. Silah tüccarlarının kârları bugün masum insanların kanlarının üzerinde yükseliyor. Her geliştirilen silahın uygulanma alanın Ortadoğu olması, büyüyen en büyük sanayinin silah sanayi olması sanırım bu hakikati açıklamak için yeterli olacaktır. Yani kapitalizm silah satıyor, askeri tesisat satıyor, yerüstü ve yeraltı zenginliklerine, enerji varlıklarına el koyuyor, bunları kontrol ediyor ve buralardan para kazanıyor. Bu toplam sistem içerisinde tabii ki temel hedefi kendi krizini aşmak ve kendisini sürdürebilmek.
Kadın kazanımlarına saldırı
Ortadoğu'da yaşayan halklar olarak Ortadoğu'da yıllardan beri kapitalist sistemin, büyük emperyalist güçlerin oyunlarına tanıklık ediyoruz. Bu kirli oyunların hayat bulması için uluslararası güçlerle ittifak halinde olan yerli ve statükocu yönetimler var. Bu yönetimlerin en hafifinden halk düşmanı, kadın düşmanı, doğa düşmanı işbirlikçi yönetimler olduğunu ve çoğunun kişisel menfaatleri için ülkelerini satabileceklerini çok iyi biliyoruz. Ülkelerindeki değişim ve demokrasi taleplerini nasıl şiddetle bastırdıkları, yakın dönem (Arap Baharı) yaşanan olaylardan hala hafızalarımızda. Yıllarca diktatörlükle yönetilmiş ve demokrasiyi talep eden toplumların, kendi demokratik devrimleri için nasıl kararlılıkla mücadele ettiğini de aynı dönem tanıklıklarımızdan, yaşananlardan biliyoruz. Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı saran bu değişim talebinin asıl öznelerinin kadınlar olduğunun ise altını özel olarak çizmemiz gerekiyor. En “geri” denen yerden kadınların en güçlü eylemsel hattının açığa çıkması aslında kadın özgürlük dinamiğinin Ortadoğu’da ne kadar güçlü olduğunun göstergesi olarak da okunabilir. Erkek egemen sistemin bu kadın gücünü ve halkların itiraz gücünü yok etmek için sürece her türlü araçla müdahale edip süreci karşı devrimlere evirdiğini ve halkların devrimlerine el konduğunu ise acıyla izledik. Mücadelenin en önünde yer alan kadınların, karşı devrimler eliyle mücadeleleri yok edilmeye, hatta çoğu yerde kazanımlarına toptan el konulmaya çalışılması ise erkek egemen despotik yönetimlerin kadın özgürlük mücadelesini nasıl bir “tehdit” olarak gördüğünün açık bir göstergesi olarak ifade edilebilir. O nedenle içerisinde bulunduğumuz erkek egemen sistem ister Ortadoğu'da olsun, ister Avrupa'da, ya da Latin Amerika'da, en nihayetinde hepsi aslında kadınların özgürlüklerine el koyan, onların yaşam hakkını yok sayan, eşit yurttaşlık hakkını görmezden gelen anlayışlar ile yönetiliyor. Bu anlamıyla kapitalist modernitenin en büyük kadın düşmanı sistem olduğunu ve buna karşı demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü bir sistemin inşa edilmesi gerektiğinin altını çizmek gerekiyor. Kadınlar olarak kendi sistemimizi inşa etmeden, gerçek özgürlüğe ve eşitliğe ulaşmamız mümkün olmadığı gibi kadın sistemi inşa edilmeden toplumun da prangalarından kurtulması mümkün olmayacaktır.
‘Makbul kadın’ olmadık
Bizim açımızdan en önemli dönüşümlerden birisi de Türkiye'de AKP'nin 2002’de iktidara gelmesi oldu. AKP çok büyük vaatlerle iktidara geldi. Demokrasi, insan hakları, evrensel değerler, kadın hakları vb. AKP bu vaatleri ile toplumun ciddi bir desteğini de aldı. Kadınlar da önemli bir oranda AKP’yi desteklediler. Bu destek inişli çıkışlı bir seyir izlese de AKP’nin vesayet odaklarını yenilgiye uğratıp devlete yerleşmesi ile başlayan faşist pratikleri sonrası toptan bir itiraza dönüştüğünü söylemeliyiz. Hali hazırda bütün devletin dönüşümünde ve rejimin değişiminde AKP’nin istediği sonucu alamamasının en büyük nedenlerinden birisi; her inançtan, her halktan, her sosyal kesimden ve sınıftan kadının AKP’nin kadın düşmanı politikalarına karşı OHAL koşullarında bile itiraz etmiş, sokağa çıkmış ve asla geri adım atmamış olması yatıyor. AKP’nin bu mücadeleyi geriletmek için Kürdistan’da özel savaş yöntemleri, yerel yönetimlerde kayyum rejimi ve eşbaşkanlığa yönelik saldırılarla, batıda ise daha genel politikalar ile sonuç almaya çalıştığını biliyoruz. Bu anlamıyla 2015 yılında başlayan Kürt sorununda çözümsüzlük siyaseti en fazla kadınları ve kadın kazanımlarını hedefine koydu. Özgür kadın kimliğine karşı kurgulanan “makbul kadınlık” her yöntemle kadınlara ve topluma dayatıldı. Bu anlayışa karşı örgütlenen, büyüyen ve kendi kadın birliğini sağlayan kadınlar, sürecin asli gücü oldular ve bir dönemin demokratik mücadele sürecini omuzladılar. Toplumun lal kalmasını engelleyip tünelin ucundaki ışık için tüneli açanlar oldular. AKP’nin bu nedenlerle kadınlara öfkesinin büyük olduğunu ifade etmeliyiz. Çünkü kadın özgürlük mücadelesi hem faşist dönüşümün önündeki en büyük engellerden biri hem de istediği ideolojik dönüşüme çelme takan bir yerde duruyor. Bu nedenle bunca kadın cinayetine rağmen İstanbul Sözleşmesi’nden hesapsızca çekildiler. Bununla mevcut ideolojik dönüşüme engel olan bir dayanağı yok edeceklerini ve kendi “makbul kadın” kimliğini yaratmak için daha elverişli koşulları yaratacaklarını düşündüler. Tabii ki amaçları kadınları çaresiz, savunmasız, örgütsüz bırakarak oradan biata, itaat zorlamak…
AKP kendi “makbul kadın” kimliğini yaratmak için her türlü aracı kullanırken bunların başında savaş ve çatışmanın geldiği aşikar. O nedenle bugün AKP’yi yenmek için savaşa karşı barış mücadelesini büyütmeliyiz. Savaşın her türlü sonucunu en ağır yaşayanlar olarak savaşa karşı örgütlenmek ve barışı inşa etmek ölüm siyasetine karşı aslında yaşamı savunmak demek. Savaştan beslenen erkek egemen akla karşı en güçlü, pratik, politik direniş hattını örmek demek. Barış için mücadele yaşamak ve yaşatmak için mücadele demek. İktidarların erkek egemen sisteminin elindeki savaş silahına karşı barış aklını ilmek ilmek örmeli ve toplumun barış talebinin görünür olması için çalışmalıyız. İster Suriye’de, ister Afganistan’da, ister Türkiye’de olalım ya da başka ülkelerde, başka kıtalarda, yaşamlarımız ve haklarımızın başlangıcı asgari bir barış ortamını gerekli kılıyor.
Patriyarkaya mecbur değiliz…
Bizlere dayatılan erkek egemen sisteme mecbur değiliz. Savaşlar, açlık, yoksulluk, taciz, tecavüz, çocuk yaşta evlilik, mültecilik, göçmenlik, çoklu evlilik, istenmeyen gebelik, kürtaj yasağı ve daha sayamayacağımız kadar çok başlıkta cinsiyetçi tutumlara maruz kalıyoruz. Bunların hepsi savaş koşullarında kadınların katmerli olarak yaşadıkları sorunlar. Oysa başka türlü bir yaşam mümkün! Yanı başımızda her umutsuzluğa düştüğümüz anda dönüp bakacağımız kadın aklıyla, kadın ilkeleri ile yaşam bulan bir devrim var; Rojava Kadın Devrimi. Bu devrim şimdi sistemleşmeye, yerleşmeye ve toplumsallaşmaya çalışıyor. Kurulu olan düzene, verili olana, pratik ve ideolojik olarak itirazını ortaya koyuyor. Yaşamdan, doğadan, insandan yana bir sistemin olabileceğini hepimize gösteriyor. Erkek egemen bir sistem olmadan, eşit ve özgür bir toplumsal yapı inşa edilebileceğini bütün dünyaya ilan ediyor. Bunun için devlet olmanıza gerek yok, bir ulusun hakim olmasına, bir anlayışın, bir ideolojinin hakim olmasına gerek yok. İlkesel temelleri olan bir özgürlük anlayışı, farklı halkların, inançların ve cinslerin eşitliği ve gönüllü birlikteliği bir arada yaşayabileceğiniz muazzam bir sistemi, muazzam bir toplumsal yapıyı sunuyor. Onun için kadın özgürlük mücadelesinin belki de en temel mottosu olan “mahkum değiliz, mecbur değiliz” şiarını öne çıkarmamız gerekiyor. Biz bu kapitalist modernite sistemine, bu patriyarkaya mecbur değiliz. Değiştirecek, dönüştürecek gücümüz var…
Rojava Devrimi ufkumuzun sınırlarını oldukça aşan ve görüş açımızın çok daha ilerisine bakmamız gerektiğini bize söyleyen bir yerde duruyor. Rojava Devrimi bir dünya kadın devrimine gözümüzü dikmemiz gerektiğini bunun bir ütopya olmadığını bize fısıldıyor. Bunun için önce yerel, ulusal, bölgesel ve en nihayetinde de evrensel bir kadın örgütlülüğüne ihtiyacımız var. Bu da ancak kadınların özgürlük bilinci ile bilenmesi ve bu bilincin İlmek ilmek birbiriyle buluşmasıyla mümkün olabilecek bir şey.
İttifakımız güçlenmeli
Bu anlamıyla bütün bu savaş koşullarında, Ortadoğu'nun kasıp kavrulduğu bir zaman diliminde, yakın zamanda yapılan Ortadoğu ve Kuzey Afrika Kadın Konferansı’nda birçok ülkeden kadınla yan yan gelmemizi ve deyim yerindeyse geleceğimize dair bu günümüzü ve geleceğimizi tayin edecek tartışmalar yürütmemizin hayati olduğunu düşünüyorum. Konferansın gerçekleşmesi ve sonunda da ilan edilen Ortadoğu ve Kuzey Afrika Demokratik Kadın İttifakı’nın kurulmasının çok değerli olduğunu söylemeliyim. Bu ittifak Taliban gibi, IŞİD gibi yapılardan ya da Türkiye'deki AKP-MHP gibi yapılardan, diğer ülkelerdeki otoriter erkek devlet yapılarından kadınları koruyacak mekanizmaları bize sunacak bir yerde duruyor. Bizler bu ittifakı geliştirdikçe, derinleştirdikçe erkek egemen sisteme karşı çok daha güçlü, çok daha özgüvenli ve çok daha kazanımcı bir yerde olacağız.
Barışa ihtiyacımız var
Biz kadınlar barışın kıymetini en fazla bilen kesimiz. Çünkü savaşların bedelini en fazla bizler ödüyoruz. 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne giderken barışın toplumsallaşması için kadın mücadelesinin bunu bir görev olarak da önüne koyması gerekiyor. Barışı talep eden, barış için mücadele eden bir hatta ihtiyacımız var. Bunu en fazla kadınlar yapabilir. Barış kadınların eli ile gelebilir. Barış bugün biz kadınlar için ekmek, hava ve su kadar değerli. Barış olmadan yaşam olmuyor, O nedenle büyük bir barış mücadele hattını 1 Eylül'de kadınlar olarak başlatabiliriz. AKP-MHP’ye, devlete, uluslararası güçlere karşı hem ülkede hem bölgede savaş ısrarlarına rağmen barış hattını güçlendirip yeni bir yaşamı kurabiliriz.