Şark Islahat Planı’nın özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik bu maddesi, asimilasyonun kimler üzerinden yürütüleceğinin en açık ibaresi olmuştur. Bunun en sert uygulandığı mekân ise Dersim coğrafyası olacaktır
Ulus-devlet modern olan her şey gibi insanlık tarihinde çok yeni bir paradigma olarak son iki yüzyıla damgasını vurdu. İmparatorlukların parçalanması, erkek monarşi iktidarının bir “grup” erkek tarafından pay edilme arzusu dünya sistemi içerisinde homojen/tek bir kimliğin, kültürün, inancın yaşadığı sınırları belli yeni ülkeler yaratmasına evrildi. Bu değişim dönemin milliyetçileri tarafından çağdaşlık, medeniyet, özgürlük, halk temsili gibi ideolojik olarak doğru olduğuna canhıraş inanılan kavramların bir gereği olarak anlatılmaya çalışıldı.
Osmanlı’nın parçalanan yönetimine talip olanlar da bir grup Türk milliyetçisi oldu. I. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı’dan kalan toprakların talibi olan Mustafa Kemal ve ekibi yeni bir Türk devleti kurmak için çalışıyordu. Savaşın sona ermesi ile nihayet Lozan’da bir “barış” antlaşması kararlaştırıldı ve I. Meclis, Lozan’a gitmeden saltanatı kaldırdığını ilan ederek, tek muhatap olarak Lozan’a gitmeyi başardı.
Lozan’a gitmeden önce I. Meclis tarafından (Kürt temsiliyeti yaklaşık Meclisi’in %25’i) imza yetkisi olan üç temsilci seçildi; İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur, Hasa Saka. Sevr Antlaşması’nın karşı cengi olarak Lozan’da, sınırların belirlenmesi meselesi en temel sorun olarak Meclis’te tartışılıyordu. Lozan’a gitmeden önce yapılan oturumlardan birinde Kurdistan, Dersim Mebuslarından Diyap Ağa; “Dinimiz, diyanetimiz, aslımız birdir. Hepimiz biriz. Ne Türklük ne Kürtlük vardır. Düşmanlar bizi birbirimize sardırmak için tuzak kuruyorlar” demiş, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey; “Kürdoğlu Kürdüm, bir Kürt olarak temin ederim ki Kürtlerin istediği tek şey büyük ağabeyleri Türklerin saadet ve selametidir” diyerek Kürtlerin hiçbir şey talep etmediğini, Türklerin selametlerini istediklerini savunuyordu. Oysa o zamana kadar özerklik/bağımsızlık isteyen Kürt Teali Cemiyeti ve Kürt Kadınları Teali Cemiyeti gibi örgütler kapatılmış, Kürt halkının gerçek taleplerini dile getiren Kürt ileri gelenleri sürgüne gönderilmişti. Meclis’te Kürtleri temsil ettiğini söyleyen mebuslar, çoktan Türk/Turan ideolojisinin etkisi altına girmiş, belki de korkaklıkları ve statü kaybı yaşama endişeleri yüzünden koca bir halkın geleceğinden vazgeçmişlerdi.
Lozan’da yapılan tartışmalar ilginçtir. Mustafa Kemal heyette bir Kürdün olmasını da önemsemiş olacak ki Diyarbakır vekili Zülfü Tigrel’i de delegasyona dahil etmiştir. Lakin ne hikmetse tam da Kürtlerin konuşulduğu Musul oturumunda Zülfü Tigrel hastalandığını söyleyerek otel odasından hiç çıkmamış, Kürtlere dair tek söz söylememiştir. Lozan’daki vitrin işlevini ve Türk delegasyonunun elini güçlendirme işlevini tek başına bir Kürt olarak Lozan’da bulunarak ve hiçbir şey yapmayarak yerine getirmiştir.
Kürtlerin isminin geçtiği tek oturum da Musul sorununun konuşulduğu oturum olmuştur. Misak-i Milli olarak tanımlanan yeni ulus-devletin sınırlarını korumaya çalışan Türk delegasyonundan İsmet Paşa Musul’un Kürt yoğunluklu[1] olduğunu bu yüzden de Kürt mebusların isteği üzerine Türk hükümetine bırakılmasını talep etse de İngiliz delegasyonundan Lord Curzon “Kürtler İrani bir topluluktur, Türklere benzememektedir” diye itiraz etmiştir. Bu itirazın altında yatan temel mesele de uluslararası güçlerin Kürt halkının taleplerini savunmak değil, Musul’da çıkarılan petrolleri kendi himayelerine geçirecek şekilde dizayn etme çabalarıdır. Musul sorunu Lozan’da çözülemedi. Kürtlerin adı ve statüye dair talepleri de Türk heyetinin isteği, uluslararası güçlerin onayı ile Türk devletine bırakıldı.
Lozan’da “birlik” vurgusu yapan, Kürtlerle Türklerin aynı olduğunu savunan ve Kürtlerin de mecliste temsil edildiğini bir kanıt olarak gösteren Türk delegasyonu Türkiye’de döndüğünde büyük sevinçle karşılandı. Lozan ile beraber Türk devleti kurulmuş, arzu ettiği (Musul hariç) talepleri de yerine getirmişti. Azınlık olarak sadece Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler tanınmış, onlara da kısıtlı haklar verilmişti. Kürtler azınlık “dahi” olamayacak kadar asli unsur olarak tanıtılmıştır.
Lozan dönüşü bütün bunların bir kurgudan ibaret olduğu görüldü. 1924’te anayasa değiştirilerek Lozan’da, (Süleyman Demirel’in tabiri ile ülkenin tapusu olan antlaşma) Türkiye’nin içerisinde yaşayan herkes Türk ilan edilmiş, muhtariyete dair ibareler kaldırılmıştır. Azınlıkların temsil edildiği I. Meclis daha Lozan devam ederken lağvedilmiş, Lozan Kürt temsiliyetinin de %18’e düşürüldüğü II. Meclis’in onayına sunulmuştur.
Medenileşme, çağdaşlık gibi modern kavramların aynı zamanda şiddet içeren gücüne sığınan yeni hükümet, “dağlı Türkler” olarak gördükleri Kürtlere dair yeni planlar oluşturmuştur. 1925 Şark Islahat Planı, Takrir-i Sükûn Yasası, İskân Politikaları, Umumi Müfettişlikler bunların başında geliyor. Öncelikle “çıbanlar” temizlenmeye çalışılmış, isyancılar, şakiler olarak nitelendirilen halk toplu olarak kırımdan geçirilmiş, geriye kalan halka sistematik bir asimilasyon dayatılmıştır. Kürdistan’ın Lozan’da parçalanmış kimliği sistematik bir ulus-devlet tornasına dahil edilmek istenmiştir. Burada Türkiye devletinin hukukunun değil sömürgeci bir hukuk uygulanması gerektiği bizzat devlet yetkilileri tarafından aktarılmıştır.
Dahiliye vekili Cemil Uybadın; “Şark, Umumi Valilikle ve Müstemleke (sömürge) usulüyle yönetilmelidir” demiş, Orgeneral Fevzi Çakmak 1931, Dersim Raporunda “Türk toplumu içerisinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra yavaş yavaş Türk hukuku uygulanmalıdır” demiştir. Uybadın’ın önerdiği yönetim şekli, Çakmak’ın önerdiği hukuk sistemi bir bir Kurdistan’da uygulanmıştır. Art arda yaşanan 1925 Şeyh Said, 1926 Ağrı, 1930 Zilan, 1938 Dersim soykırımı dehşet verici bir kırıma tabii tutulmuştur. Türk anayasasının ön gördüğü hiçbir kural Kurdistan’da işletilmemiş, “vahşi, barbar, medeniyet dışı” olarak görülen Kürtler “imha” edilerek isyancılardan temizlenmeye ardından asimilasyona tabii tutulmuştur.
Bir Kadın Kırım Olarak Lozan
“Mükemmel kız okulları açılmalı ve kızların okula rağbet etmesi teşvik edilmelidir. Özellikle Dersim’de bir an önce yatılı okullar açılmalı ve Dersim Kürtlüğe karışmaktan kurtarılmalıdır. Dersimlilerden buradan çıkmak isteyenler Sivas‟ın batısına yerleştirileceklerdir. Fırat’ın batısındaki vilayetlerde dağınık bir şekilde yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşması yasaklanacak ve kız okullarına önem verilerek kadınların Türkçe konuşması sağlanacaktır.”
Şark Islahat Planı 1925
Şark Islahat Planı’nın özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik bu maddesi, asimilasyonun kimler üzerinden yürütüleceğinin en açık ibaresi olmuştur. Bunun en sert uygulandığı mekân ise Dersim coğrafyası olacaktır. 1938’den sonra arda kalan kız çocukları tek tek köylerden toplanacak Elazığ Kız Enstitüsü’ne açılan özel yatılı bölümle buraya getirilecektir. Burada kız çocukları ailelerinden koparılarak Kürtçe konuşmaları yasaklanmış, Kürt kültürünü yaşatmaları engellenmeye çalışılmıştır. Daha sonra Türkiye’nin onurla anacağı Sıdıka Avar isimli bir kadın özel olarak görevlendirilmiş, at üstünde köy köy dolaşarak kız çocuklarını ailelerinden koparmaya çalışmış, Elazığ Kız Enstitüsü’nde bu kız çocuklarını kendi elleriyle yetiştirmiştir. Dersimli kadınlar Sıdıka Avar’ın geldiğini duyunca kız çocuklarını samanlıklarda, ormanlarda saklamış, alıp götürmesin diye kimi zaman erken yaşta evlendirmiştir. Sıdıka Avar daha sonra bu çalışmalarını “Dağ Çiçeklerim” isimli kitabında toplamış, bu çalışmasından gururla bahsetmiştir.
Avar’a göre “insan olmayan” bu kız çocuklarından insan yaratılmış[2], medenileştirilerek yeni kurulan cumhuriyetin simgesi haline getirilmiştir. Fakat Avar, okulu bitiren kızların köylerine gidince yine “eski” hallerine girdiklerini görmüş, onların hepsini birer cumhuriyet öğretmeni yapma ideali ile kendi köylerine köy öğretmeni yapma politikasını geliştirmiştir. Kaldı ki bu politika da son yüz yıldır Dersim’in okuma-yazma oranında hep en yüksek sıralarda yer almasının kökenlerini oluşturmuştur.
Kürt çocuklarına yönelik bu asimilasyon Yatılı Bölge Okulları (YİBO) ile devam etmiş, ilk olarak 1939’da hayata geçirilen YİBO’lar 1962’de yasa ile kurulması kararlaştırılarak bütün memlekette açılması planlanmıştır. Ne var ki Yozgat, Kayseri, Uşak, Niğde, Isparta gibi illerde 2000’lerin başına kadar neredeyse hiç açılmayan YİBO’lar, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Şırnak, Muş, Siirt gibi illerde 1962’den itibaren yoğun olarak açılmış, Kurdistan’da açılan YİBO sayısı Türkiye’de açılan YİBO sayısını her zaman ikiye üçe katlamıştır.
Şiddetle yok etme, sistematik asimilasyon ve bütün bunların uygulanması için ayrı bir sömürge hukuku izlenilmiştir. Fevzi Çakmak’ın dediği gibi Kürtlük eritilmeden Türk hukuku uygulanmak istenmemiştir. Kürtlüğün erimediği ve son yarım asırdır mücadele ettiği göz önüne alınırsa Kürtlere uygulanan hukukta da bir değişiklik olmadığı görülecektir. Umumi Müfettişliklerin yerini bugün kayyumlar almış durumda. 8 Martlarda yapılan eylemlerde Türkiye tarafındaki kadınlar gösteri ve yürüyüşe muhalefetten yargılanırken, Kürt kadınlar “Terörle Mücadele Yasası” kapsamında yargılanıyor. O dönem katliamlarda rol alan hiçbir devlet yetkilisi yargılanmazken, bugün zırhlı araçlarla öldürülen çocuklar, vahşice katledilen Kürtlere dair suç işleyen hiçbir devlet görevlisi hala ceza almıyor.
Lozan, Ortadoğu’nun dizaynını yaparken isminde geçtiği gibi bir “barış” antlaşması olmamış, azınlık bütün halklar için bir toplumsal kırım antlaşmasına dönüşmüştür. Art arda katliamlar yapılmış, Kürtler bir sömürge hukuku çerçevesinde asimilasyona tabii tutularak, Kürtlere yönelik gerçekleştirilen her türlü suç yasanın dışında tutulmuştur. 100 yıl önce alınan bu karar bir anlamda ulus-devletin taahhüdü olurken bir anlamda Kürtlerin ve özelde Kürt kadınların kırımına dönüştürülmek istenmiştir. Ne var ki kırarak bitmeyen, örgütlenerek çoğalan bu halk ulus-devletin yerine farklılıkları esas alan, her türlü çeşitliliği zenginlik olarak gören “demokratik ulus” paradigmasını geliştirmekte, bir kadın kırımına dönüşen Lozan’ı mahkûm ederek yeni bir toplumsal sözleşme formülasyonunu halklara sunmaktadır.
Bitirirken sadece bir yıl çalışma yapabilmiş, zorla kapattırılmış Kürt Kadınlar Teali Cemiyeti’ni (1919) anmak isterim. 1929 yılında, Tiflis’te, Zarya Vastoka isimli bir gazetede Kürt Kadınları Teali Komitesi isimli bir haber yayınlanır;
“Büyük olayların meydana geldiği 1919 yılında, Kürt aydınlarının desteği ile birkaç kültürel örgüt ile beraber Kürt Kadınları İlerleme Komitesi kuruldu. Kürt kadınlarının entelektüel düzeyini geliştirmek, maddi durumlarının ve toplumsal yaşamlarının değişmesi için çalışmak ve onlara yardımcı olmak hedefi ile kuruldu. Ama bu komitenin çalışmaları uzun sürmedi. Konstantinopolis milliyetçilerinin hilekarlıkları ve soruşturmaları yüzünden dernek tüm şubeleri ile beraber kapatıldı”
Sene 2023. Lozan’ın 100. yılı. Dernek kurulalı 104 yıl oldu. Hala daha derneğe dair çok az bilgimiz var. Haberde geçen şubelere dair hiçbir bilgimiz yok. Lakin bildiğimiz bir şey var; “Konstantinopolis milliyetçilerinin hilekarlıkları” 100 yıldır devam ediyor fakat uzunca bir süredir ifşa olmuş şekilde. Kürtlerin 100 yıllık hikayesi bu hilekarlıklar üzerine kurulu. Ve çok aşikardır ki yanlış tarih, tıpkı yanlış hayatlar gibi, doğru yaşanmıyor…
[1] İsmet İnönü, Lozan görüşmelerinde Musul’a dair şunları aktarmıştır; “Büyük Millet Meclisi Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir, çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türklerin temsilcileri ile aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve yukarıda belirtilen temcilcileri Musul vilayetinde oturan kardeşlerinin Anayurttan ayrılmarına razı değildir, böyle bir ayrılmaya engel olmak için her türlü fedakarlığa hazırdırlar.”
[2] Görseller ve detaylı bilgi için; Güllistan Yarkın, İnkar Edilen Hakikat: Sömürge Kuzey Kürdistan; https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-nk-r-edilen-hakikat-s-m-rge-kuzey-k-rdistan-26