Bu kol “Çirkinle güzeli bir araya getirdiler ve birbirinizi ‘sevin’ dediler” belirlemesindeki mekândır, zamandır. Çünkü ahlaki politik toplum-yaşam dediğimiz ile aile mensupluğu dönüp dolaşıyor, yan yana getirenin ve yan yana tutanın dayandığı ilkelerde ayrılıyor.
Aynı satırda, art arda dizilmiş bu kelimelerin hem birbirleriyle hem de kadınların hayatlarıyla olan ilişkisini konuşurken ya da yazarken insanın omzuna binlerce yılın tonlarca yükü oturabiliyor. Çünkü hakikatte kim olduğumuz (xwebûn) ama topluluklar içinde kime dönüştürüldüğümüz, kimin inşasına göre düşündüğümüz ve yaşadığımız gibi soruların yanıtları hayati anlamlar taşıyor. Üstelik sorular saçaklandıkça dogmatik bir doğru yaratmadan kurtuluşa dair söz kurmak da incelikli bir düşünüşü ve gerçekçi olmayı gerektiriyor.
İncelikli bir düşünüşün ve gerçekçiliğin çabası olarak; ailenin yarattığı duygular, alışkanlıklar ya da ezberler, kadınlar tarafından toplumsal-bilimsel bir sorun olarak onlarca yıldır felsefi, psikolojik, dinsel ve siyasal araştırmaların ve çözümlemelerin konusu ediliyor. Sadece teorisi değil, örgütlenme çalışmalarının odak konularından biri olarak ele alınması, eylemi de üretiyor. Buna rağmen ailenin mevcut haliyle, kalabalıklar tarafından, ne denli içselleştirildiği; savunusundaki sertlikte, sorgulanamaz olarak tariflenmesinde kendini göstermeye devam ediyor. Haliyle öğretideki kutsallık zırhı düşünüldüğünde, kadın özgürlüğü önündeki en ciddi engellerden biri olarak aileye dair daha fazla konuşmak, tartışmak ve bu sorgulamayı toplumsallaştırmak kaçınılmaz hale geliyor.
Birlikte yaşamanın tarihsel olarak maddi ve manevi ihtiyaçlar temelinde açığa çıktığı, bilinen bir gerçek. Bilinmez ama doğal diye ifade edebileceğimiz güçler karşısında hayati ihtiyaçların karşılanması için yan yana durmak da son derece anlaşılabilir. Bunu kaba ve mekanik bir mecburiyet olarak tariflemek varoluşu analitik bir yapıya hapsetmek ve sezgileri-anlamlandırmayı göz ardı etmek olur. Yan yana getiren ve yine yan yana tutan; beslenmek, barınmak, korunmak kadar güven, sevgi, dayanışma gibi duyguların yine özgürlük, eşitlik, adalet gibi beklentilerin dahil olduğu ihtiyaçlar bütününü ifade ediyor.
Ancak zamanla; kadın-erkek özelliklerinde ve ilişkisinde kendini gösteren tahakküm denemeleri, artan üretim ve gelişen üretim araçları ekonomi politiği ve sosyolojiyi de etkiliyor. İktidar ya da güç dediğimiz, artık toplulukların bilinmez ama doğal olan karşısında hayati ihtiyaçlarını karşılayan kolektivite olarak değil; aile babalığı-reisliği ve yasaları, mülkiyet, sınırlar ve sınırlarını genişletenlerin bu sınırları nasıl koruyacağı üzerinden tarifleniyor. Bir anlamda aile devletleşmeye giden yolu-yöntemi oluşturuyor. Kana dayalı bir mekanizmanın, ailenin ortaya çıkışı da yaygınlaşması da buna dayanıyor.
Böylelikle topluluklar binlerce yıl yaşadıkları nehir kolundan çıkarılarak kanla gelen soyun, soy fikrinin kanlı bir gelecek yaratacağı ve aslında bütün toplumu sapmaya uğratacağı başka bir kola yönlendiriliyor. Bu kol “Çirkinle güzeli bir araya getirdiler ve birbirinizi ‘sevin’ dediler” belirlemesindeki mekândır, zamandır. Çünkü ahlaki politik toplum-yaşam dediğimiz ile aile mensupluğu dönüp dolaşıyor, yan yana getirenin ve yan yana tutanın dayandığı ilkelerde ayrılıyor.
Bundandır ki kadınlar sistematik şiddete ve sivil-fiziksel ölüme en çok aile içinde, en yakınlarındaki erkekler tarafından maruz bırakılıyor. Ailenin kültürel genetiği kadın üzerinden işletiliyor. Duyguları manipüle edilmiş, cinsiyetçi kodlar içselleştirilmiş kadınlık sevginin, özlemin, dayanışmanın toplumsal kökenlerinden kopartılıyor. Dışarıdaki dünyanın ne denli korkunç olduğu, bununla baş edemeyeceği, eğer bir kocası, abisi, babası, amcası olmazsa en kötü şeylerin başına geleceği aile içinde kanıksatılıyor. Ama bir kadının başına gelebilecek en kötü şeyler de tam olarak orada vuku buluyor.
Sonsuz bir sömürü.
Sevgi adı altında konuşma biçiminden, giyinişine, nerede görünüp nerede görünmezleşmesi gerektiğine kadar içselleştirilmiş bir adanma ama aslında erkek egemen sisteme teslim edilmek. Savaşlar bitsin, aile zenginleşsin ya da bir boğaz eksilsin diye evlilik adı altında el değiştirmek. Erkeğin cinsellik talebine her koşulda yanıt vermek. Bedeni tanınmayacak hale gelene kadar doğurmak, erkeklerin gücü artsın diye doğurmak. Ama boşanamamak.
Ya da…
Kentli modern yaşamlarda, biriyle evlenmenin ya da evlenmemenin “moda” olması. Hayattaki tek amaç haline gelmesi. Bir erkeğin beğenebileceği bir bedene dönüşme. Dolgular, botokslar, estetik ameliyatlar. Yeter ki ailenin baskısından kurtulayım diyerek kurulmuş ama önceki ailenin kopyası olan başka aileler. Orada da kaçtığı ailenin alışkanlıklarını incelterek yeniden yaşamak. Erkekliğin ve erkeklerin fantezi dünyasına her koşulda yanıt vermek. Hemen bir çocuk yapmak. Çok da belli etmeden erkek doğurana kadar çocuk yapmak. Aldatılmak, sürekli aldatılmak ama boşanmamak.
Belki de…
Üniversiteye giderek, evlenerek, başka bir kente taşınarak aileden kaçmak. Aile denilen mefhum, yarattığı kadınlık ve erkeklikler öylece dururken biz gidersek bir daha karşılaşmayız sanmak. Özgürüm diyerek savrula savrula yaşamak. Erkekler ya da kadınlar erişilebilir olduğunda yaşanan ilişkiler kendiliğinden değişecek de özgür ve eşit olunacak sanmak. Erkeğin cinsel doyumsuzluğunu, eşitlik adı altında kendine de yüklemek. Bunun özgürlük olduğu yanılgısına kapılmak. Hâlâ kendi olamamak hatta bir süre sonra kendine yabancılaşmak.
Ailede kadın oluşu, inşa edilen bu kadınlığa sürüklenişi farklı sınıflardan, kültürlerden, coğrafyalardan verebileceğimiz birçok deneyimle örneklendirmek mümkün. Ama tüm bu farklılıklara, aldığımız sınırsız ve sayısız şekillere rağmen köleliğin içine doğanlar olarak, kimliklerimizden kopartılarak, soykırım, cinsiyetçilik gibi mengenelerden geçirilmemizin bu sistemin aile kurumuna nasıl da özenle, ince ince yaklaştığıyla bağını kurmak zorundayız.
Ailede yaşanan bireysel deneyimler örtülenerek salt başkalarının deneyimleri üzerinden olgusal yaklaşmak ya da bu deneyimleri soyut kavram ve kuramlar olarak ele almak, yarattıklarının ağırlığıyla sahici bir yüzleşme sağlar mı emin olamıyorum. Bir o kadar emin olamadığım diğer yaklaşım ise aileyi, kadının sömürülmesini ve özgürlük arzusunu aşırı kişiselleştirdiğimizde gireceğimiz ajite döngüsünün neye yarayacağı.
Aile bütün gücüyle yerini, yapısını korurken, bir baba öldüğünde ya da benim babam öldüğünde değişen ne olacak? Kabullenmenin ya da kaçmanın günün sonunda aynı yere çıktığı bir döngü bu. Kabullenişin ya da kaçışın kurtuluş olmadığını göremeyenlerin döngüsü. Mevcut aile karşısında ne yapmalı, nasıl yaşamalı soruları sahici bir özgürlük arayışıyla yanıtlamadığı sürece hepimizin kapılma riski olduğu bir döngü.
Tüm bu çelişkiler, sorular ve sorunlar üzerine düşünürken ve mücadele ederken aileyi aşmanın kuramı olarak demokratik aile, bir ihtimal, ayakları yere basan bir çözüm önerisi olarak denenmeye, gerçekleştirmek için çabalamaya çağırıyor.
Bu çağrıdaki aileciliğe karşı pozisyon almak, aileciliğin getirdiği özelliklerle yüzleşmek gibi vurgular köleliğe sebep olan kurumların içine girmemenin etkili bir yol olabileceğini düşündürüyor. Neyin içinde tutulduğumuzun doğru tespit edilmesi bazen araya fiziksel bir mesafe de koymayı gerektiriyor. Bu mesafede kadın-erkek ilişkisinin ailede nasıl şekillendiğini doğru okumak da bunun tüm topluma nasıl yayıldığını görebilmeyi sağlayabiliyor. Çünkü aile içinde öğrendiğimiz ilişki biçimleri salt aile içinde kalmıyor, dışarıdaki erkeğin ve otoritenin temsilleri ve onlara yaklaşım biçimlerimiz bir şekilde alışkanlıkların devamı olarak yeniden üretiliyor. Sempatinin, empatinin ya da birini anlamanın tek başına çözüm olamayacağı, olamadığı tespiti, sorunun 2 kişi arasında olmadığını, siyasi bir sorun, bir savaş sorunu olduğunu toplumsal yaşamın tamamına yansıyan alışkanlıkları görebildiğimiz oranda anlaşılıyor. Kadın erkeği, erkek kadını aslında nasıl görüyor, ailedeki güven nasıl bir illüzyon, tüm bunlar dürüstlükle ortaya konmayı bekliyor. İçinde olduğumuz ya da tanık olduğumuz ilişkilere doğru ve doğal yaklaşmak, bütünlüklü bir “bilinçlenme” yakalamak yani gerçek bir çözüm üretebilmek bunları yapabilmekten geçiyor.
Birlikte düşünelim, mevcut ailelere karşı yeni birliktelikler, ilişkiler kurmaktan bizi alıkoyan nedir? Şunun kızıyım, şunun oğluyum, şu aşiretten geliyorum gibi güce ve tahakküme dayalı etiketler yerine özgür düşünce ve eylem iddiasının öznesiyim demek. Ailenin kol kırılır yen içinde kalır öğretisinin etkisiyle; dışarıda, içeride, iktidarlara ya da yoldaşlarınıza karşı, erkekliğin yeniden üretildiği herhangi bir anda itiraz etmekten geri durmamak. Devlet başkanları, parti başkanları ya da kurum başkanlarını “baba” olarak görmemek. Belki de sokakta direnmek varken evin reisi, cinsiyetçi rolünden, mesaili bir işin kölesi olmaktan vazgeçmek. Cinsiyetçi ve özel mülkiyetçi yaşamlara karşı her evde bir çamaşır makinesinin olması ya da her evde ayrı yemeklerin pişirilmesi yerine toplumun temel ihtiyaçların giderildiği kolektif alanların üretilmesini deneyebilmek. Nedir bunları denemekten alıkoyan?
Ve şunu da akılda tutalım. Demokratik aile kuramı, özgürlükten, sevgiden kopartılmış aile formu yerine başka bir form koymuyor. Evliliklerin, düğünlerin sürdürülmesinden de bahsetmiyor. İktidara, tahakküme bulaşmış alışkanlıklar da sistem de zihniyet de özgür yaşatmaz diyor. Bir kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi de birlikte yaşamı da bu tartışmayla “özgürlük evrenin amacıdır” dediği yerden sürdürüyor.