Zira kökü kurutulan bir ağacın dalı yeşeremez. Dolayısıyla, Êzidîler yalnızca varlıklarından değil, geçmişlerinden ve umutlarından da koparılmak istenmiştir. Tüm bu yıkımın külleri arasında, Êzidî halkı Laleş’in taşlarında yankı bulan binlerce yıllık hafızasıyla ayakta kalmayı başarmıştır
Çağdaş soykırım çalışmaları literatürüne önemli katkılar sunan Adam Jones’un “kök ve dal soykırımı” (root-and-branch genocide) kavramı, geleneksel soykırım yaklaşımlarına eleştirel bir alternatif sunar. Bu yaklaşıma göre “kök”, toplumun biyolojik sürekliliğini sağlayacak kadınları; “dal” ise onların doğuracağı çocukları simgeler. Geleneksel soykırım literatüründe yetişkin erkeklerin birincil hedef olduğu varsayımı baskınken, Jones, kadınların maruz kaldığı çok katmanlı şiddet biçimlerine dikkat çekerek bu yerleşik bakış açısını tersine çevirir ve belirli soykırım biçimlerinde kadınların bizzat soykırımın merkezine yerleştirildiğini ileri sürer[1]. “Kök ve dal soykırımı” bağlamında kadınlar yalnızca hedef alınan topluluğun üyeleri değil; aynı zamanda gelecekteki nesilleri doğurma potansiyeline sahip olmaları nedeniyle, doğrudan ve stratejik biçimde imha politikalarının odağı hâline gelmektedirler. Bu bağlamda, IŞİD’in Êzidîlere yönelik uyguladığı kitlesel şiddeti ve cinsiyete dayalı soykırımı analiz etmek için bu kavram bizlere kapsamlı bir çerçeve sunmaktadır.
Geleneksel soykırım anlayışının temel sonuçlardan biri, hayatta kalan kadın ve erkek nüfusu arasında ciddi bir demografik dengesizliğin ortaya çıkmasıdır. Bu durum, Irak, Guatemala ve Ruanda gibi örneklerde açıkça gözlemlenmiştir[2]. Benzer şekilde, 2014 yılında IŞİD’in Irak’ın kuzeyindeki Êzidî yerleşimlerine düzenlediği saldırılarda da erkek ölümleri, kadınlara kıyasla belirgin biçimde fazladır. Birleşmiş Milletler raporlarına göre, yalnızca 3 Ağustos 2014 tarihinde yaklaşık 5.000 Êzidî erkek öldürülmüş, 7.000’e yakın kadın ve kız çocuğu ise Irak ve Doğu Suriye’nin çeşitli bölgelerine zorla götürülmüştür[3]. Ancak, IŞİD’in işgali sürecinde kadın ve çocukların sistematik biçimde ailelerinden ayrılması ve erkeklerin keyfî infaz, yakma ve toplu katliam gibi yöntemlerle bilinçli hedef alınması, çatışmaların rastlantısal bir sonucu olarak değerlendirilemez. Aksine bu durum, biyolojik ve kültürel yeniden üretim kapasitesine sahip Êzidî erkek nüfusunun kasten ve örgütlü biçimde ortadan kaldırılmasını hedefleyen, dolayısıyla Êzidî kimliğinin nesiller arası aktarımını engellemeye yönelik planlı bir yok etme stratejisinin parçası olarak okunmalıdır. Bu tablo, klasik soykırım tanımının ötesine geçen çok katmanlı bir imha pratiğini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, Êzidî erkeklere yönelik orantısız ölümlerle ilgili veriler Êzidî soykırımında birincil hedefinin yetişkin erkeklerden ziyade imha politikalarının odağının gelecek nesiller (dal) olduğunu göstermektedir.
Êzidî erkeklerin kitlesel olarak yok edilmesiyle oluşan demografik dengesizlik, IŞİD’in soykırım stratejisinde yalnızca bir ilk aşamayı temsil etmektedir. Çünkü Êzidî erkeklerin fiziki imhas; tek başına topluluğun kültürel, inançsal ve siyasal sürekliliğini kesintiye uğratmak için yeterli görülmemiştir. IŞİD’in soykırım ideolojisine göre, Êzidî kadınlar, sadece biyolojik varlıklar değil, aynı zamanda kültürel kimliğin taşıyıcıları ve geleceğe aktarımının garantörleridir. Bu nedenle kadınların hayatta kalması, potansiyel olarak Êzidî kimliğinin yeniden üretimi, toplumsal hafızanın inşası ve failden hesap sorma kapasitesi barındıran bir tehdit olarak kodlanmıştır. Bunun sonucunda hayatta kalan Êzidî kadınlar, bu sürekliliğin taşıyıcısı konumunda olan öznel aktörler olarak, soykırımın merkezî ve stratejik hedefi haline gelmiştir.
IŞİD kadınlara yönelik şiddeti, yalnızca erkeklerde olduğu gibi fiziki yok etmeye dayandırmak yerine; onları alıkoyarak, cinsel köleliğe maruz bırakarak ve inançlarından kopararak kimliklerini, bedenlerini ve ruhsal bütünlüklerini parçalamayı hedefleyen bir yok etme pratiğine dönüştürmüştür. Bu yöntemler, Birleşmiş Milletler 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlanan “bir grubun doğumlarını engelleme” ve “çocukların başka bir gruba zorla aktarılması” gibi soykırım fiilleriyle doğrudan örtüşmektedir. Amaç, topluluğun demografik ve sembolik sürekliliğini kadın bedeni üzerinden parçalamak ve yok etmektir. Kaçırılan ve köleleştirilen pek çok Êzidî kadın ve kız çocuğu, sistematik cinsel şiddete maruz bırakılmış; bu şiddetin sonucunda hamile bırakılarak faillerin çocuklarını doğurmaya zorlanmıştır. Feminist kuramcı Susan Brownmiller’in vurguladığı üzere, savaş koşullarında tecavüz, bireysel bir suç değil; toplulukları bastırmak, doğurganlık ve emek üzerinden ideolojik ve ekonomik sömürü kurmak amacıyla işlenen kurumsal bir şiddet biçimidir. IŞİD de bu stratejiyi benimseyerek, Êzidî kadınların doğurganlıklarını kontrol altına almayı, onları birer “köle bebek” kaynağına dönüştürmeyi hedeflemiştir[4]. Cinsel köleliğe zorlanan kadınların doğum yapmaları bilinçli olarak teşvik edilmiş; doğan çocuklar ise örgütün ideolojik sürekliliği için birer “insan kaynağı yatırımı” olarak değerlendirilmiştir.
Erkek egemen toplumlarda kadınlar genellikle “genetik iz bırakmayan taşıyıcılar” olarak görülür; bu anlayış doğrultusunda, kadının doğan çocuk üzerindeki soy bağı kurucu rolü sistematik biçimde dışlanmaktadır. Bu çarpık biyopolitik çerçeve, IŞİD’in Êzidî kadınlara yönelik soykırım stratejisinde merkezi bir yer tutmuştur. Cinsel şiddet sonucu dünyaya gelen çocukların kimlikleri, annelerinin etno-dinsel aidiyetinden arındırılmış; çocuk, yalnızca babanın dini ve ideolojik kimliği üzerinden tanımlanmıştır. Bu yaklaşım, şeriat hukukunun bazı yorumlarında yer bulan, kadının çocuk üzerinde soy bağı, vatandaşlık ve statü aktarma yetkisini reddeden geleneksel normlara dayanmaktadır. Dolayısıyla IŞİD, Êzidî kadınlardan doğan tüm çocukları yalnızca Müslüman babanın soyundan gelen bireyler olarak kabul etmiş; bu çocuklar, IŞİD’in ideolojik devamlılığını güvence altına alacak nesnelere dönüştürülmüştür. Böylece “köle bebeklerin” doğumu, hem topluluğun biyolojik yeniden üretimini sağlamak hem de IŞİD’in radikal inanç sistemini nesiller arası aktarmak bakımından stratejik bir araç olarak işlev görmüştür.
Öte yandan, Êzidî topluluğu endogam yapısıyla bilinir ve dini öğretileri uyarınca bir çocuğun Êzidî sayılabilmesi için hem anne hem babasının Êzidî olması gerekmektedir. Êzidîlik, teolojik olarak geçişe kapalı bir inanç sistemidir; bu nedenle farklı inançlardan bireylerle evlilik toplumsal normlar tarafından kesin olarak yasaklanmıştır. Bu durumda, IŞİD mensuplarından doğan çocuklar yalnızca failin kimliğini taşımakla kalmayacak, aynı zamanda Êzidî toplumu tarafından da dinsel ve kültürel kimliğin dışına itilmiş olacaktır[5]. Böylelikle, fail yalnızca kendi nüfusunu yeniden üretmekle kalmamış, Êzidî kimliğini biyolojik, kültürel ve teolojik düzeyde silmeyi hedefleyen iki yönlü bir yok etme stratejisi izlemiştir.
Kendisini bir “İslam Devleti” olarak tanımlayan IŞİD, cinsel şiddeti ve köleliği, radikal ideolojisinin temel bileşenleri haline getirerek sistematik bir şekilde kurumsallaştırmıştır. Cinsel sömürü bu bağlamda yalnızca bireysel eylemlerin ötesinde, örgütlü bir savaş stratejisi ve ekonomik kalkınma aracı olarak işlev kazanmıştır[6]. Özellikle Êzidî Soykırımı süresince ve sonrasında kölelik, IŞİD’in kurduğu siyasal-ekonomik düzenin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş; köleleştirilen kadınlar yaşlarına ve fiziksel kapasitelerine göre ayrılarak farklı biçimlerde istismar edilmiştir[7]. Yaşça büyük kadınlar ev içi işlerde çalıştırılırken, genç kadınlar sistematik bir şekilde cinsel köleliğe, cinsel istismara ve ağır fiziksel şiddete maruz bırakılmıştır. Bu süreçte Êzidî kadın ve kız çocukları, ekonomik değeri olan metalar hâline getirilmiş ve örgütün finansal kaynaklarını artırmak amacıyla köle pazarlarında satılmıştır. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, IŞİD’in yalnızca 2014 yılında kadın ve kız çocuklarının ticaretinden en az 45 milyon dolar gelir elde ettiğine yönelik ciddi endişelerini dile getirmiştir[8]. Ayrıca IŞİD, cinsel şiddeti yalnızca bir araç değil, aynı zamanda bir propaganda unsuru olarak da kullanmıştır. Köleleştirilen Êzidî kadınlar ve kız çocukları, savaşçı sayısını artırmak amacıyla örgüt üyelerine “savaş ganimeti” ya da “hediye” olarak sunulmuş, potansiyel yabancı savaşçılara ise teşvik unsuru olarak “eş” vaadiyle pazarlanmıştır. Dolayısıyla kurumlaşan cinsel sömürü kısa sürede cinsel sermayeye dönüştürmüştür.
IŞİD’in ideolojik motivasyonları ve savaş stratejileri, örgütün kölelik ve cinsel şiddet uygulamalarını yalnızca meşrulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda bu eylemleri sözde “cihat” faaliyetinin ayrılmaz bir parçası hâline getirmiştir. Radikal selefi İslam anlayışını temel alan IŞİD ideolojisi, köleliği yalnızca dinen meşru görmekle kalmaz; aynı zamanda bu uygulamayı, “kâfir” olarak nitelendirdiği inanç gruplarına İslam’a geçme “fırsatı” sunan bir dini misyon olarak sunmuştur. Bu çerçevede, yürütülen savaşın bir “cihat” olduğu vurgusu, özellikle Êzidî kadın ve çocukların hedef alınmasının ideolojik zeminini oluşturmuştur. Bununla birlikte, Êzidî toplumu, tarihsel olarak maruz kaldığı yoğun baskı, ayrımcılık ve asimilasyon politikalarına rağmen, güçlü toplumsal normlar ve kolektif kimlik bilinci sayesinde kültürel ve dini sürekliliğini korumayı başarmıştır. Êzidî inanç sisteminin en katı normlarından biri olan din değiştirme yasağı, yalnızca bireysel bir tercihi değil, aynı zamanda topluluk aidiyetini doğrudan etkileyen kolektif bir norm niteliğindedir. Zira bir Êzidî’nin başka bir dini inancı benimsemesi, yalnızca o bireyin değil, onun soyundan gelen tüm nesillerin de topluluktan dışlanmasıyla sonuçlanmaktadır[9]. Êzidî’liğin bu dirençli inanç yapısı sebebiyle, IŞİD’in, Êzidî kimliğini topyekûn ortadan kaldırmak amacıyla 2014 yılı Ağustos ayında bir fetva yayımlamıştır. Söz konusu fetvada, Êzidî kadın ve çocuklarının Sünni İslam’a zorla geçirilmesi, itaat etmeyenlerin ise öldürülmesi gerektiği hükme bağlanmıştır[10]. Bu fetva doğrultusunda, Êzidî kadınlar ve çocuklar ailelerinden koparılmış, sistematik biçimde İslam’a geçmeye zorlanmış, kabul etmeyenler ise öldürülmüştür[11].
IŞİD, örgütsel sürekliliğini ve ideolojik hâkimiyetini güvence altına almak amacıyla yalnızca Êzidî kadınları değil, aynı zamanda topluluğun geleceğini temsil eden ve bu yönüyle “dal” konumunda yer alan Êzidî çocukları da sistematik biçimde hedef almıştır. Bu bağlamda, özellikle 7 ila 15 yaş aralığındaki erkek çocuklar, ailelerinden zorla koparılmış ve örgütün denetimindeki kamplarda askeri eğitim ile radikal dini doktrinlere dayalı yoğun bir ideolojik yeniden şekillendirme sürecine tabi tutulmuşlardır. Söz konusu süreç, çocukların Êzidî kimliğinden arındırılarak, IŞİD’in dünya görüşüne uygun bireyler hâline dönüştürülmesini amaçlamıştır. Uygulanan sözde “eğitim programları”, yalnızca dini ve ahlaki içerik aktarımına yönelik olmayıp, aynı zamanda kimliğin sistematik biçimde silinmesi ve çocukların kolektif hafızadan kopartılması hedefini taşımıştır. Nitekim, bu çocukların bir kısmı IŞİD tarafından intihar bombacısı olarak savaş sahalarında kullanılmak suretiyle doğrudan çatışmaya sürülmüş; bir kısmı ise tanıklık ettikleri yoğun şiddet sebebiyle kalıcı psikolojik travmalarla baş başa bırakılmıştır[12]. Bu çocukların sayısını, akıbetlerine dair bilgi ise büyük ölçüde belirsizliğini korumaktadır.
IŞİD’in Êzidî halkına yönelik soykırım eylemleri, yalnızca geleneksel soykırım tanımlarına indirgenemeyecek ölçüde kapsamlıdır; bu eylemler bedensel yok edişle sınırlı kalmamış; kadın bedeni üzerinden belleği, kültürü ve geleceği de hedef almıştır. Bu çok katmanlı yıkım, “kök ve dal soykırımı” kavramıyla bütüncül bir anlam kazanmaktadır. Zira kökü kurutulan bir ağacın dalı yeşeremez. Dolayısıyla, Êzidîler yalnızca varlıklarından değil, geçmişlerinden ve umutlarından da koparılmak istenmiştir. Tüm bu yıkımın külleri arasında, Êzidî halkı Laleş’in taşlarında yankı bulan binlerce yıllık hafızasıyla ayakta kalmayı başarmıştır. Sessizce yas tutarken, adaletin sesini haykırmaktadır. Çünkü insanlığın karanlık izleri, ancak hakikatin ışığında ve tarihsel adaletin terazisinde silinebilir. Kaybolanların bulunması, faillerin ise hesap vermesi umuduyla…
[1] Jones, A. (2010). Genocide: A Comprehensive Introduction. (3nd ed.). Routledge, London, p.3
[2] Jones, A. (2010). Genocide: A Comprehensive Introduction. (3nd ed.). Routledge, London, p.737
[3] United Nations International Residual Mechanism for Criminal Tribunals, Historic judgement finds Akayesu guilty of genocide Available at: https://unictr.irmct.org/en/news/historic-judgement-finds-akayesu-guiltygenocide (Accessed: 18 May 2023)
[4] Brownmillet Susan, Against Our Will: Men, Women, and Rape, 1975 by Ballantine Books, New York, p.155
[5] Fuccaro, N. (1999). The Other Kurds: Yazidis in Colonial Iraq. London: I.B. Tauris p.2-9
[6] Welch, T. (2018). Theology, heroism, justice, and fear: an analysis of ISIS propaganda magazine Dabiq and Rumiyah. Dynamics of Asymmetric Conflict, p. 187. Available at: https://doi.org/10.1080/17467586.2018.1517943
[7] Nicolaus, P., & Yuce, S. (2017). Sex-Slavery: one aspect of the Êzidî genocide. Iran and the Caucasus, 21(2),
p.200. https://doi.org/10.1163/1573384x-20170205
[8] Middle East Monitor. (2016). UN: Daesh earned $45m in ransoms from Yazidis in 2014. Middle East Monitor. Retrieved February 13, 2024, from: https://www.middleeastmonitor.com/20160603-un-daesh-earned-45m-in-ransoms-from-yazidis-in-2014/
[9] Eriksson, J., & Khaleel, A. (2018). Iraq after ISIS: The Challenges of Post-War Recovery. Palgrave Pivot., p.20-21
[10] Our Generation Is Gone: The Islamic State’s Targeting of Iraqi Minorities in Ninewa, United States
Holocaust Memorial Museum, 2015, Available at: https://www.ushmm.org/m/pdfs/Iraq-Bearing-Witness-
Report-111215.pdf (Accessed: 21 May 2022), p.21
[11] Commission of Inquiry, ISIS Crimes Against the Yazidis, 15 June 2016, A/HRC/32/CRP.2, paras 32-36. See also, UNAMI, A Call for Accountability and Protection: Yezidi Survivors of Atrocities Committed by ISIL, August 2016, pp.7-18
[12] Commission of Inquiry, ISIS Crimes Against the Yazidis, 15 June 2016, A/HRC/32/CRP.2, paras 32-36. See also, UNAMI, A Call for Accountability and Protection: Yezidi Survivors of Atrocities Committed by ISIL, August 2016, p.19