Irkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemi çocukların en başta yaşam hakkını tehdit ederken çocuk hak ihlallerini bütünüyle derinleştiriyor. Irkçılığa maruz bırakılan çocukların fiziksel, psikolojik ve sosyal sorunları artıyor. Kendilerini güvende hissetmeyen çocuklar kimliklerini saklamaya çalışıyor ya da kendilerine dönük bir tehdit olarak gördükleri için sosyal ortamlara girmekten kaçınıyor, akranlarından uzaklaşıyor, entegre olmaları giderek zorlaşıyor
Tarihin her döneminde, dünyanın bütün coğrafyalarında nefret söylemleri en çok çocuklara ve kadınlara yönelik şiddeti yükseltir. Savaşlardan, afetlerden, ayrımcılıktan, ırkçı saldırılardan en çok çocuklar ve kadınlar zarar görür.
Tüm ulus devletlerde olduğu gibi, Türkiye’de de devletin ayrımcı politikalarının ürettiği nefret söylemi her dönem kendisine bir “öteki” bulur ve yarattığı ekonomik, sosyal, siyasal tüm sorunlar için “öteki”yi işaret eder. Böylece kendisine korunaklı bir alan yaratarak sömürüsünü artırırken varlığına yönelik tehditleri de başından savmış olur.
2011 yılının Nisan ayında Suriye’de çıkan iç savaşla birlikte yoğun bir göç hareketinin başlamasının ardından, Türkiye’de nefret söyleminin en büyük hedeflerinden biri Suriyeliler oldu.
Siyasal iktidarın yarattığı büyük bir çöküş içinde olan ülke ekonomisi Suriyelilere bağlandı, yalan yanlış haberler sosyal medya aracılığıyla yaygınlaştırılarak toplumsal öfkeye yeni bir hedef bulunmuş oldu. İktidar partisi kadar muhalefet partileri de seçim taktiklerini mülteciler üzerine kurdu.
Son on yılda mülteci düşmanlığı giderek tırmandırıldı, Suriyelileri sınır dışı etmek politikacıların seçim vaatleri arasına girdi, Suriyelilere yönelik saldırılar görmezden gelinirken, bir Suriyeli suç işlediğinde tüm Suriyeliler hedef haline getirildi.
Uzun zamandır tırmandırılan mülteci düşmanlığının sonucu olarak geçtiğimiz 30 Haziran’da Kayseri’de, benzerlerini defalarca gördüğümüz ırkçı saldırılardan biri daha yaşandı. 6 yaşında bir çocuğun Suriyeli bir erkek tarafından cinsel istismara maruz bırakıldığı haberi üzerine başlayan mülteci karşıtı ve ırkçı saldırılar başka şehirlere de sıçrayarak günlerce devam etti.
Kayseri’de başlayan ve çeşitli illere yayılan Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılarda çok sayıda Suriyeli çocuk da şiddete maruz bırakıldı. Antalya’nın Serik ilçesinde Ahmet Handan El Naif sokak ortasında öldürüldü. Ahmet henüz 17 yaşındaydı, Suriyeli bir işçi çocuktu ve işlenen suçla hiçbir ilgisi yoktu.
Ahmet’i öldürenler de biliyor ki, bireysel işlenen hiçbir suç herhangi bir etnik grupla ya da toplulukla özdeşleştirilemez ve şahsidir. Ama nefret söylemi yaymak, ayrımcılık yapmak, herhangi bir topluluğu hedef haline getirmek insanlık suçudur. Yapan da yaptıran da seyreden de sessiz kalan da bu suçun ortağıdır.
Ve hepimiz biliyoruz ki bugün mülteci düşmanlığı yapanların hemen hepsi eğer sınır kapıları açık olsa anında ve geri dönmemek üzere Avrupa’ya gidip yerleşme potansiyeli taşıyor.
“Ezme, ezenlerin en değersizine bile kendini üstün görme çıkarını sağlamaktadır: Amerika Birleşik Devletleri'nin Güney'inde yaşayan "yoksul Beyaz", şu "Pis Zenci"lerden biri olmadığını düşünüp avunmaktadır; ve varlıklı Beyazlar, büyük bir ustalıkla sömürmektedirler bu gururu.”[1]
Irkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemi çocukların en başta yaşam hakkını tehdit ederken çocuk hak ihlallerini bütünüyle derinleştiriyor. Irkçılığa maruz bırakılan çocukların fiziksel, psikolojik ve sosyal sorunları artıyor. Kendilerini güvende hissetmeyen çocuklar kimliklerini saklamaya çalışıyor ya da kendilerine dönük bir tehdit olarak gördükleri için sosyal ortamlara girmekten kaçınıyor, akranlarından uzaklaşıyor, entegre olmaları giderek zorlaşıyor.
Nefret söylemi yalnızca hedef haline getirilen bir topluluktan olan çocukları değil her bir çocuğu etkiliyor. Bu haberleri gören ya da başka kimliklere yönelik nefret söylemlerine maruz kalan çocuklar, kendi topluluklarından olmayan herkesi tehdit olarak görmeye başlıyor. Bununla birlikte akran zorbalığı da giderek yaygınlaşıyor.
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nın Mayıs 2024 verilerine göre; Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli çocukların güncel sayısı 1 milyon 539 bin 898.[2] Kayıt altına alınmamış ve farklı ülkelerden gelmiş olanları da düşündüğümüzde bu sayının 2 milyonun üzerinde olduğu çıkarımını yapmak hiç de yanlış olmaz.
2022-2023 eğitim yılı Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre 730 bin 806 Suriyeli çocuk ilköğretimde öğrenci görünüyor. Ancak okullarda yaşadıkları ayrımcılık ve eğitimin anadillerinde olmaması nedeniyle kayıtlı görünen çocukların birçoğu okula devam edemiyor. Okul terkleri artarken çok sayıda çocuk insanlık dışı koşullarda ucuz iş gücü olarak çalıştırılıyor. “Küçük ve orta kademeli işletmelerde, ucuza ve uzun sürelerle çalışabilecek ve ücret pazarlığına girmeyecek, temel işçi haklarını aramayacak, her türlü çalışma koşulunu kabul edecek mülteci çocukları karın tokluğuna çalıştırılıyor.”[3]
İSİG Meclisi’nin Çocuk İşçi Cinayetleri Raporu’na göre[4] 2013-2024 yılları arasında 80 göçmen çocuk iş cinayetiyle yaşamını kaybetti. İş cinayetlerinde öldürülen tüm diğer çocuklar gibi 80 göçmen çocuk da yoksul ailelerin çocuklarıydı.
Her fırsatta tekrar etmek gerekir ki; mültecilik/göçmenlik uluslararası bir hak ve statüdür. Türkiye’de yaşanan mülteci yoğunluğunun sorumlusu Suriyeli göçmenler değil, devletlerin savaş ve göçmen politikalarıdır.
Son yıllarda Suriyeliler üzerinde yoğunlaşmış olsa da Türkiye’de nefret söylemi Türk, Müslüman, erkek ve heteroseksüel olmayan herkesi hedef alıyor.
Bütün ırkçı ya da ayrımcı saldırılar ortak özellikler taşıyor:
- Bireysel işlenen herhangi bir suçun faili eğer Türk değilse, failin etnik ya da inanç kimliği öne çıkartılarak nefret söylemi körükleniyor.
- Öfkeyi linçe dönüştürecek gerçek dışı söylentiler yaygınlaştırılıyor.
- Devletin kolluk güçleri ırkçı saldırganlara müdahale etmezken saldırıya maruz bırakılanları korumak yerine tehdit ediyor.
- Saldırganlar cezasızlıkla ödüllendiriliyor.
- Ana akım medyada ‘haklı ama öfkeli kalabalık’ olarak gösterilerek saldırganların sırtı sıvazlanıyor, saldırılar meşrulaştırılıyor.
- Nefret söylemine maruz bırakılanlar kendi kimliğini savundukları için eleştirilerek ‘saldırıya zemin hazırlamakla’ itham ediliyor.
- Gözü dönmüş erkek güruhun şiddeti her durumda önce çocukları ve kadınları hedef alıyor.
Bir kıvılcımla alevlenen linç failleri toplumun belirli bir kesimiyle sınırlı olmadığı gibi sürü halinde nefret kusarken önlerine atılan bilginin doğruluğuyla da hiç ilgilenmiyor. Çünkü “bu bilgisizlik aynı zamanda bir imtiyazdır; çünkü bir toplumda ancak güçlüler bilgisiz kalma lüksüne ve hakkına sahiptirler. Kurumsal olarak da korunan ve güvence altına alınan bu bilgisizlikten utanç duyulmaz; bilgisizlik Beyaz nüfusun en üst katmanlarında dahi sıkılmaksızın dile getirilebilir.”[5]
Hrant Dink Vakfı’nın “Basında Nefret Söylemi Raporu”nun 2023 yılı Ekim, Kasım, Aralık ayı verilerine göre Türkiye yazılı basınında;[6]
- LGBTİ+ların görünürlükleri sorunsallaştırılarak toplum yapısı için tehdit oluşturdukları iddia edildi ve cinsiyet kimliğini ve cinsel yönelim gruplarını hedef alan homofobik söylem üretildi.
- Mülteciler suçun kimlikle ilişkilendirilmesi yoluyla hedef gösterildi ve Türkiye'ye göç eden kişi sayısı sorunsallaştırılarak mültecilerin işgal tehdidi oluşturduğu iddia edildi.
- Bir grup tarafından yapılan eylemlerin sorumluluğu olumsuz atıflar kullanılarak Yahudi kimliğine yüklendi ve Yahudiler saldırganlıkla ilişkilendirildi.
- Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki gerginliği ve tarihsel olayları konu edinen haberlerde, Ermeni kimliği önyargı ve düşmanlığı pekiştiren ifadelerle anıldı.
- Hindistan’da Müslümanları hedef alan şiddet olaylarının sorumlusu olarak kimlik işaret edildi ve Hindular şiddetle ilişkilendirildi.
- Tarihsel anlatılar yoluyla, Filistinli ve Arap kimlikleri olumsuz sıfat kullanımıyla nefret söyleminin hedefi oldu.
Bunlara çok sayıda ekleme yapmak mümkün elbette. Yıllardır Kürtlere yönelik savaş politikalarını perdelemek için yükseltilen ırkçılık, Romanlara yönelik nefret söylemleri, Müslüman – Sünni inancı dışındaki inançlara yapılan ayrımcılık, inançsızların hedef haline getirilmesi… Ülkenin “öteki” listesi oldukça uzun, karnesi oldukça kötü.
Irkçılık ve ayrımcılık tarihsel bir politik kışkırtma aracı olarak ihtiyaç duyulduğu her an işlevini büyük bir coşkuyla yerine getiriyor. Neye niye karşı çıkmak gerektiğini bulanıklaştırıyor, insanları birbirine düşmanlaştırıyor.
İnsan adını bilmediği, hiç sohbet etmediği insanları çok sevemeyeceği gibi nefret de edemez. Birinden nefret edecekseniz de önce onu tanımanız, tanışmanız gerekir. Bu yazıyı, hakikatle tanışmaya çağıran son söz olarak bir çocuk kitabıyla noktalayalım:
“Benim adım mülteci değil!”[7]
[1] Simone de Beauvoir, Kadın – Cilt 1, Payel Yayınevi ( Mart: 1993), syf. 29
[2] Mülteciler Derneği, Türkiye’deki Suriyeli Sayısı Mayıs 2024, https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi 09.05.2024
[3] Fırtına Dergi, https://www.firtinadergi.com/2020/06/5-yilda-72-multeci-cocuk-is-cinayetlerinde-yasamini-yitirdi , 16.06.2020
[4] İSİG Meclisi, https://www.isigmeclisi.org/20993-son-on-bir-yilda-en-az-689-cocuk-calisirken-hayatini-kaybetti 24.04.2024
[5] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları (Ankara:2020), syf. 60.
[6] https://hrantdink.org/tr/asulis/faaliyetler/projeler/medyada-nefret-soylemi/4136-basinda-nefret-soylemi-ekim-kasim-ve-aralik-aylarindan-sectiklerimiz
[7] Kate Milner, Benim Adım Mülteci Değil, Arden Yayıncılık (İstanbul:2019)