Birleşmiş Milletler Anlaşması ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin, ‘insanların ana hürriyetlerden ve insan haklarından fark gözetmeksizin faydalanmaları’ ilkesine dayanarak hiçbir göçmen, mülteci ve sığınmacı kendi isteği dışında, zorla geri gönderilemez. Mültecilerin ülkesine geri dönme eylemi kendi isteği ile olmalıdır. Geri göndermeler konusu son zamanlarda ‘gönüllü olarak geri dönüyorlar’ diye medyada yer almaktadır fakat bu gerçeği yansıtmamaktadır. Sığınmacı veya mültecileri kendi rızaları ile kendi imzası ile geri gönderiyoruz deniliyor fakat görevliler mültecileri bu kağıtları imzalamak zorunda bırakıyorlar
2024 yılı itibari ile yaklaşık 8 milyara yakın insan nüfusunun olduğu dünya genelinde, Birleşmiş Milletler verilerine göre 120 milyon göçmen, mülteci var, yani her 70 kişiden biri göçmen, mülteci. Bu da 120 milyon insan bir yerden başka bir yere göç etmek zorunda kalıyor demek. İnsanlık dünyada iklim krizini iyi yönetemezse ve savaşlara son vermezse göçler de bitmeyecek mültecilik de. İklim krizi doğanın kendi döngüsü değildir, insanlığın doğaya müdahalesi, yeryüzüne yaşattığı tahribattır, toprağın ve bitki örtüsünün sömürüsüdür. İnsanlık dünyadaki İklim krizini çözmediği ve ekolojik tahribata son vermediği sürece, insanlığı aşırı sıcaklar, seller, afetler bekliyor. Bu sebeple daha iyi yaşanacak yerlere göç etmek isteyen kitleler, dünya üzerinde sürekli yer değiştirmek zorunda kalacaktır. Zorunlu göçlerin sebeplerinin başında, İklim krizinden daha fazla etkili olan, ülke içi savaşlar ve bölge savaşları gelmektedir. Dünyadaki iklim krizinin ve savaşların bir sonucu olan derin yoksulluk da göçlere, mülteciliğe sebep olmaktadır. Ülkelerin egemenlik ve sömürü savaşları bitmedikçe de, insanlar yığınlar halinde savaş bölgelerinden sınır ülkelerine veya Avrupa’ya doğru göç etmek zorunda kalacaktır. Emperyalizmin ve kapitalizmin bölge ülkeleri ve küçük ülkeler üzerindeki sömürüsü yoksulluğu artırırken, insanlar kendince daha refah, görece daha iyi yaşamak istediği ülkelere göç etmek zorunda kalmaktadır. Bizleri bekleyen senaryolar, iki kutuplu ya da çok kutuplu dünya, askeri ve ekonomisi güçlü büyük dünya ülkelerinin güç savaşları, Nato ve Rusya-Çin bloğunun gerilimli hali ve bölge savaşları olacaktır. Her yüzyılda sınırların değiştiği dünyamızda, savaşlar ve göçertme politikaları sonucunda yeni sınırlar ve yeni yerleşim alanları oluşturuluyor, yeniden tasarlanıyor. Son bir yıldır Filistin’de yaşanan İsrail saldırıları, Gazze’deki gerçekleştirilen soykırım buna en çarpıcı örnektir. Gazze şeridinde 38 bin insan katledilirken, 1,7 milyon insan yerinden edildi.
Tüm bu savaşlara, ekolojik yıkımlara, yoksulluk ve sömürü çeşitlerine baktığımızda, bunların temelinde patriarkal, ataerkil sistemi olduğunu görmekteyiz. Patriarkanın yarattığı devletli toplumsal sistemler, canlıların ve doğanın sömürüsünü artırarak ekosistemi yok etmeye devam etmektedir. Erkek iktidarlar, kadınların yaşamını ve geleceğini eril, yıkıcı, eşitsiz politikalarla belirlerken, beraberinde, kendi varlığını ve iktidarını sürdürebilmek için, tüm doğayı ve canlıları yok etmekte, ekosisteme zarar vermektedir. Devletlerin kendi egemenliklerini ve sınırlarını koruma adına yaşattıkları iç savaşlar ve bölge savaşları, emperyal savaşların uzantısıdır. Ülkeleri ve devletleri yöneten güç, erkek akıl ve ataerkil sistem olduğundan, savaşlar her zaman kutsanacak ve devam edecektir. Bu ataerkil sistem değişmediği sürece de, savaşların ve ekosistem yıkımının kurbanları, mağdurları daima kadınlar, çocuklar, hayvanlar olacaktır.
Bu yüzyılın başlarında, dünyamızı hala ataerki yönetiyor, bu yüzden savaş ve kriz hallerinin ortasında göç etmek zorunda kalanlar, yani mülteciler giderek artan bir biçimde dünya genelinde daha fazla yer değiştirmek zorunda kalıyor. Bu yer değiştirme ve sürekli hareketli olma durumunda, bazen topluluklar halinde bazen de gruplar halinde sınırlara yığılan insanların ve denizlerden geçmeye çalışan insanların yaşadığı insanlık dramı, zorluklar ve hak ihlalleri bizlere yaşamın olağan akışı gibi kabul ettirilmeye, alıştırılmaya çalışılmaktadır. Savaş esnasında yada göç ederken ölen yakınlarını geride bırakan sığınmacı ve mültecilerin yeni yerleştikleri, yurtlaştığı yerlerde yaşadıkları zorluklar, sorunlar kimi zaman yerinden edildikleri yerlerdeki kadar ağır koşullara, süreçlere dönüşmekte. Evini, toprağını terk etmek zorunda kalıp da savaşta, göç yollarında ölmediğine şükreden sığınmacı yada mülteciler, yeni yerleştiği yurtlaştığı yerlerde yoksullukla, sağlık, eğitim ve kültürel sorunları ile karşı karşıya kalırken çoğu zaman da ırkçı saldırılara maruz kalmaktadırlar.
Sürekli savaşlardan beslenen emperyal iktidarlar, devletli ataerkil iktidarlar, iki kutuplu veya çok kutuplu dünya sisteminde, güçsüz ve bağımlı ülkeler üzerinden ekonomik sömürü, emek sömürüsü, hammadde sömürüsünü devam ettirirken, bir taraftan da kendi emperyal kültürünü de bölge devletlerine ithal etmekte, bölge ittifakları kurmaktadır. Bu güç odakları (bir tarafta Amerika, Avrupa devletleri (Nato) diğer tarafta Rusya-Çin (Şanghay Anlaşması Ülkeleri) bir yandan bunu yaparken bir yandan da bölge ülkelerini de (Ortadoğu ve Uzakdoğu) kendi yanlarına çekerek, anlaşmalara zorlayarak bölge savaşlarının zemini hazırlamaktadırlar. Bunun sonucunda da bu bölgeleri çeşitli örgütler aracılığıyla çatışma bölgeleri haline getirerek egemenliklerini tahkim etmekte ve kendi çıkarlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Savaş politikalarının sonucu olarak da; savaş halindeki veya çatışmalı bu bölgelerden dünyaya yayılan büyük göç dalgalarına sebep olmaktadırlar. Bu savaşların arkasında kendi çıkarlarının, kendi politikalarının olmadığın dünyaya göstermeye çalışan ABD, Avrupa ülkeleri, Rusya, Çin gibi ülkeler, bir yandan da bölge ülkelerine ve çeşitli örgütlere açıktan ya da gizlice silah, silah parçaları, uçak ve füzeleri de satarak, iki yüzlü bir politika yürütmektedirler. Tüm bunları anlatmamızın nedeni; bu iki yüzlü ya da çok yüzlü sömürü ve savaş politikalarının altında patriarkal sistemlerin, ataerkil sistemlerin olduğunun anlaşılmasıdır. Temelini, ideolojisini kadın özgürlükçü, eşitlikçi, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik sistemlerden alan, ulus devletçi olmayan, devletlerin sınırlarını insanlığın, toplumların ve kültürlerin arasına koymayan sistemlerde ve yaşam modellerinde savaşlara, sömürüye, iklim krizine ve doğa tahribatına yer yoktur. Dünyayı yıkıma sürükleyen, insanlığın sonunu hazırlayan erkek aklın yerine yaşamı, doğayı, ekosistemi koruyan, zarar vermeyen, eşit, kadın ve cinsiyet özgürlükçü bir medeniyeti kuracak ve sürdürecek kadın aklına ihtiyacımız var. Yoksa bu yok edici sistem, yıkımları, eşitsizlikleri, sömürüyü, yoksulluğu ve tüm bunların sonucu olarak da büyük göçleri artıracaktır. Bunca yerleşim yerlerini yıkıma uğratan, kültürel yıkıma sebep olan savaşçı akıl, ne kalanlara acıyacaktır ne göç edenlere. Savaşlara, yıkımlara, doğa tahribatına, iklim krizlerine kadın, çocuklar ve hayvanlar sebep değilken, en fazla kurbanı, en çok etkileneni yine kadınlar, çocuklar ve hayvanlar olacaktır.
Savaştan ve yoksulluktan kaçmaya çalışan ve zorluklarla dolu yollara düşen, bazen kitleler halinde bazen küçük gruplar halindeki göçmenlerin içerisinde kadınların ve çocukların yaşadıklarını, dramlarını ve ölümlerini canımız acıyarak takip ediyoruz. Aileleri ile birlikte göç eden kadınların ve annelerinin yanındaki çocukların yaşadıkları zorlukları görüyoruz. Kadınlar her durumda hem ailesini hem çocuklarını korumak zorunda kalıyor. Tüm dünyada, ataerkil iktidarların yarattığı ve devam ettirdiği toplumsal cinsiyet rollerinde görmeye alışkın olduğumuz ama reddettiğimiz, kadını yok sayan ya da bedenini kendine mülk sayan erkek zihniyeti, göç yollarında ya da göç ettikleri yerlerde, bir yandan kadınları kendi hizmetine sokmakta, bir yandan da bedenlerine saldırmaktadır. Savaş zamanlarında tecavüz edilen, alınıp satılan, ya da taciz edilen kadınlar, sığınmacı ya da mülteci olma durumlarında da çok da farklı muameleye maruz kalmıyorlar. Sığınmacı olarak ülkemize gelip de fuhuşa sürüklenen kadınları, babası ya da ailesi tarafından ikinci eş olarak satılan kadınları, geri gönderme merkezlerinde memurlar tarafından ya da göç yollarında insan kaçakçıları tarafından tacize uğrayan kadınları basına yansıyanlardan veya adli vakalardan öğreniyoruz. Öğrenemediğimiz ve devlet kurumlarına, hak savunucusu kurumlara başvuramayan binlerce kadının olduğunu biliyoruz.
Ülkemizde sığınmacı ve mültecilerin adı genelde ‘Suriyeli’ ya da ‘Afgan’dır. Maalesef pek çok zorluğu, sorunu kendi içlerinde yaşayan mülteciler, sığınmacılar, geri gönderilme korkusu ile yaşadıklarını dışarı yansıtamamaktadırlar. Ülkemizde son yıllarda bilinçli ve organize olarak çıkarılan ırkçı saldırılardan korkan özelde Suriyelileri, Afganları genelde de tüm sığınmacı ve mültecileri koruyacak bir yasal mekanizma yok aslında. Muhalefetin geri göndermekten başka bir insani politikası, önerisi ve söylemi yok. Siyasi iktidar ise, küresel ve bölgesel politikalarından bağımsız olmayan, mülteci ve sığınmacıları iç ve dış politikalarına malzeme eden, pragmatist ve Avrupa’ya karşı koz olarak kullanan bir pozisyondadır. Son birkaç yıldır, muhalefetin mülteci karşıtı politikasının seçmen üzerindeki oy artıran etkisinden kaynaklı olarak, iktidarın göç idaresinin aracılığı ile geri göndermeleri üst seviyeye çıkardığına tanık olmaktayız. Bu yüzden, ekonomik olarak da büyük şehirlerde yaşamak zorunda kalan ve seyahat özgürlüğü olmayan sığınmacı ve mülteciler tespit edildiğinde hemen sınır dışı edilmektedirler. Bu sınır dışı edilme son iki yıldır en üst seviyede artmıştır. Pek çok sorunla karşı karşıya kalan mülteciler, sığınmacılar ikamet sorunundan ve geri gönderilme korkusundan kaynaklı eğitim, sağlık hizmetinden tam anlamıyla yararlanamamakta, ekonomik, sosyal, hukuk ve kültürel hakları için de mücadele edememektedirler.
Birleşmiş Milletler Anlaşması ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin, ‘insanların ana hürriyetlerden ve insan haklarından fark gözetmeksizin faydalanmaları’ ilkesine dayanarak hiçbir göçmen, mülteci ve sığınmacı kendi isteği dışında, zorla geri gönderilemez. Mültecilerin ülkesine geri dönme eylemi kendi isteği ile olmalıdır. Geri göndermeler konusu son zamanlarda ‘gönüllü olarak geri dönüyorlar’ diye medyada yer almaktadır fakat bu gerçeği yansıtmamaktadır. Sığınmacı veya mültecileri kendi rızaları ile kendi imzası ile geri gönderiyoruz deniliyor fakat görevliler mültecileri bu kağıtları imzalamak zorunda bırakıyorlar. Mülteci haklarına ve insan haklarına göre doğrusu; ‘mülteciler savaş ve çatışmalı bölgelerden gelmişlerse can güvenliği sağlanmadıkça geri gönderilemez’ ibaresidir. Bildiğiniz gibi Suriye’de pey çok savaşan, çatışan karşıt güç var. Eğer sen karşı taraftan isen, teslim edildiğin güç tarafından işkence edilme, öldürülme tehlikesi ile karşı karışa kalabilirsin. Güvenlik süreci Suriye’de oluşturulmuş değil. Afganistan’da ülkeyi yöneten rejime muhalifsen teslim edildiğin rejim tarafından öldürülme ya da işkence edilme tehliken vardır. İran’daki durum da Afganistan’dan farklı değil. Son on yıldan fazladır yoğun göç alan ülkemiz, sınırlarındaki savaşlar ve çatışmalar sebebiyle kitlesel göçlere maruz kalmıştır. Madem, ülkemizdeki siyasal iktidar tarafından söylemde tüm mültecileri kucaklıyoruz deniliyor, pratikte de mültecilere sahip çıkmanız ve mülteci, sığınmacı haklarını insani ve sosyal haklar temelinde genişletmeniz gerekiyor. Birlikte yaşama koşullarının siyasi ve toplumsal zeminini oluşturmanız gerekiyor. Bunu yapacak olan başta devlet mekanizmalarıdır, devlet kurumlarıdır. Meclisteki siyasi partilerin çoğunluğu ile yeni yasaların oluşturulması, onaylanması, yürürlüğe girmesi ve yürürlüğe giren yasaların kurumlarının oluşturulması gerekiyor. Tüm bunlar yapılırsa ülkemizde ve bölgemizde örnek model oluşturabiliriz. Bunun için mücadele eden siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri yok değil, hatta devlet kurumlarından daha fazla çalışmaktadırlar. Eğitim, sosyal ve kültürel olanaklar için çalışan kurumların, dernek ve vakıfların yanı sıra, kadın örgütleri, kadın kurumları mülteci kadınlar, çocuk ve LGBT+ların hakları için mücadele etmektedir fakat bu yeterli düzeyde değildir. Bu alanda mücadele ve kazanımları daha da büyütmek zorundayız. Çünkü bugün mülteci, sığınmacı çocukların çoğunluğu okula gitmemekte, hatta çocuk yaşta çalışmak zorunda kalmakta ve maalesef işverenler de bu çocuk emeğini sömürmektedir. Kadınlar için de durum aynıdır. Mülteci emeğinin ucuz olduğu ülkemizde, devlet bu emek sömürüsüne göz yumarken, bu durum işverenlerin işine gelmektedir. Mülteci ve sığınmacı kadınlar, ev içi iş yükünün üzerine yıkıldığı, toplumsal baskı ile evin içine tıkılıp kalan bir yaşam tarzına maruz kalıyorlar. Ev içi emeğinin yanı sıra evin geçimine katkı sağlamak için çalışan kadınların durumuma baktığımızda ise, ucuz, sosyal hakları olmayan, güvencesiz merdiven altı işlerde çalıştıklarına tanık oluyoruz.
Bir gün bir tekstil atölyesini ziyaret ettiğimizde, atölyedeki çalışan kadınların yarısının Suriyeli ve Afgan olduğunu gördük. Çevredeki tekstil atölyelerinde de durum farklı değildi. Atölyede kadınlarla sohbet etmeye çalıştığımızda, sorunlarını öğrenmek istediğimizde çekindiklerini fark ettik. Patronlarının onların bizlerle konuşmalarını istemediğini anlamıştık. Kadınlar patronlarından çekindikleri için konuşmak istemediler. Ama gizliden bir ikisi ile konuşmaya çalıştığımızda; emeklerinin nasıl sömürüldüğünü, patronlarının ücretlere itiraz edemeyeceklerini bildikleri için onları ucuza, yarı yarıya çalıştırıldıklarını söylediler. ‘İtiraz edemeyiz çünkü gidin o zaman daha iyisini bulun, bulamazsınız diyorlar ya da geri gönderilirsiniz diyorlar’. Fabrikalarda, tekstilde çalışan kadınlardan bazıları, aynı işyerinde çalışan erkekler ya da patronları tarafından sözlü ya da fiziki tacize de uğruyorlar. Bu tacizler yüzünden ya işyerinden ayrılıyorlar ya da geri gönderilirim korkusu ile tacizden bahsetmiyorlar. Sığınmacı ya da mülteci kadınlar iş yerlerinde bunları yaşarken evlerinde neler yaşıyorlar? Mülteci ve sığınmacı kadınların yaşadıkları diğer bir sorun ise aile içindeki erkeklerden gördükleri şiddet. Şiddet gördüklerinde ise gidecekleri bir yerin, bir kurumun bir mekanizmanın olmaması. Geri gönderilme tehlikesi ile karşı karşıya olan ve karakola gidemeyen mülteci, sığınmacı kadınların, yakınlarındaki erkeklerden şiddet gördüklerinde gidebilecekleri kadın sığınma evleri maalesef yok. Bize bir sığınmacı kadının gördüğü şiddet ile ilgili bir telefon geldi. Eşi tarafından şiddete uğrayan ve sokağa atılan sığınmacı kadınla ilgili ne yapabiliriz diye sığınma evi ararken, mülteci kadınların devletin sığınma evlerine veya kadın STK’lara ait sığınma evlerine alınmadıkların öğrendik. Aynı durum mülteci LGBT+lar için de geçerli. Daha sonra kadının durumunu takip ettiğimizde dayısının yanına yerleştiğini öğrendik. Sığınma evleri ile ilgili düzenlemelerde, şiddet gören, ölüm tehditi alan sığınmacı veya mülteci kadınların sığınma evlerine alınması, hukuki sürecin başlatılması gerekiyor. Devletin, siyasi iktidarın bu düzenlemeyi acilen yapması gerekmektedir. Bu konuda kadınları güvenceye alan kadınları koruyan yasaların yapılması başta iktidarın sonra da muhalefet partilerin sorumluluğundadır. Muhalefetin de bu konuda artık, yeni yasaların oluşturulmasına dönük çalışmalar yapması, ırkça ya da geri göndermeci söylemi terk etmesi ve toplumu ırkçılıktan uzaklaştıran, birlikte yaşamayı öngören politikalar ve söylem üretmesi gerekiyor.
Irkçı saldırılara değinmişken; Kayseri’deki ırkçı ve kitlesel saldırının, diğer şehirlere yayılması ve bir pogroma dönüşme riski yüreğimizi ağzımıza getirdi. Kayseri’deki kitlesel ırkçı saldırı bir taciz olayı ile başladı. Bu taciz olayı maalesef hukuki bir sürece evriltilemedi ve ırkçı saldırıya dönüştü. Dolayısıyla da hem siyasi olarak hem toplumsal olarak bu süreç iyi yönetilemedi. Bu kitlesel saldırı ve bir Suriyeli gencin linç edilerek öldürülmesi belki ilk değildi. Olayların seyrine baktığımızda ve Kayseri’ye giden hak savunucu kurumların raporlarına göre kısa sürede organize edilmişti. Daha önce de Ankara Altındağ’da yine Suriyelilerin mahallesine kitlesel sadrılar düzenlenmişti. İzmir’de Güzelbahçe de 3 Suriyeli gencin yakılarak öldürülmesi gibi nefret cinayetleri işlendi. Bu gibi süreçlerde siyasetin ve medyanın dilinden etkilenen toplumun ırkçı kesim hemen organize olabiliyor. Olaylar bittiğinde ortaya çıkan sonuçlara baktığımızda, ırkçılık ve düşmanlıktan beslenen bu kitleleri harekete geçiren bir kesimin bilinçli olarak organize etmiş olabileceğinin kanaatinin oluşması. Organize edilme se bile kitlesel ırkçı saldırıların yanı sıra mültecilere yönelik nefret söylemlerinin nefret cinayetlerine zemin oluştuğunu yaşanan olaylardan anlayabiliyoruz. Örneklerin çok olduğunu üzülerek söylemek zorundayız. Bunlardan ikisine değinmek istiyoruz. Belki en insanlık dışı ve acımasız olanlardan ikisi. Biri Zonguldak’ta kaçak madende çalışan Afgan işçi Muhammed Nurtani’nin madende geçirdiği kazadan sonra yanındaki çalışma arkadaşları tarafından yaralı olarak yakılarak öldürmesi. Diğeri ise Karabük’e, ülkemize okumak için gelen 17 yaşında Gabonlu üniversite öğrencisi Dina’nın tecavüz edilerek öldürülmesi. Bu iki cinayetin hukuki süreci devam etmekte olup, siyasi partiler ve hak örgütleri tarafından takip edilmektedir. Daha başka acımasız nefret cinayetleri ve ırkçı saldırılar da oldu, verdiğimiz örnekler bunların arasında sadece iki tanesi.
Burada iki-üç hafta önce yaşanan, kamuoyuna yansımayan ve bize bildirilen bir geri gönderilme ve fiziki saldırı olayını anlatmakta istiyorum. Biz sınır dışı edilmek istenen bir Suriyeli Kürt babanın durumunu takip ederken, ailenin 16 yaşındaki çocuğunun bıçaklı bir saldırıya uğradığını öğrendik. Aileyi ve yaralı çocuğu ziyaret ettik ve az kalsın bir ırkçı bir nefret cinayetine dönüşecek bir olayla karşılaştık. 16 yaşındaki ailenin erkek çocuğu, arkadaşı ile yolda giderken, aynı yaşta bir grup tarafından durdurulup, üstleri aranarak gasp edilmek isteniyor. İki Suriyeli genç para olmadığını söyleyince, gençlerin konuşmalarından Suriyeli olduğunu anlayınca grup birden çoğalarak küfürlerle hakaret etmeye başlıyor, çocuklar da karşılık verince iki gence saldırıyorlar ve ilgilendiğimiz ailenin çocuğunu saldırganlar ciğerinden bıçaklıyorlar. Gasp saldırısı birden ırkçı saldırıya nefret cinayetine dönüşüyor. Bir esnaf ambulans çağırıyor ve çocuk ambulansla hastaneye kaldırılıyor. Daha sonra ameliyat ediliyor ve tedavi edilip birkaç gün sonra eve gönderiliyor. Bu saldırı, Kayseri'deki cinayetin ve birkaç kentte yapılan saldırıların olduğu zamana denk geliyor. Aynı zamanda pek çok ilde ırkçı saldırılar olmuştu. Bu tür organize edilebilen ırkçı saldırılar, kısa zamanda birbirini tetiklemişti. Gencin babası ise şu anda sınır dışı edilmek üzere, ilk geldiği adrese Kütahya’ya gönderildi, orada da kendisine yapılan tebligatla şu anda sınır dışı edilmek isteniyor. Ailenin üç çocuğu var, biri Türkiye’de doğmuş. Baba ne olacak, çocuklar ve anne ne olacak, aile parçalanacak mı, bilmiyoruz ama biz ailenin durumunu ve bıçaklı saldırının hukuki sürecini takip edeceğiz. Ama maalesef bizler bu durumdaki ailelerin durumunu takip ederken, göç idaresi de bir taraftan mobil minibüslerini büyük meydanlara yerleştirip kimlik kontrolü yapıyor, işyerlerini dolaşıp kaçak çalışanları tespit ediyor, tespit ettiklerini geri gönderiyor. Ve bu aile gibi binlerce aile var maalesef. Bugün ülkemizde bir yanda Suriye savaşının etkilediği milyonlarca göçmen var. Bir yanda da bu göçün etkilediği milyonlarca yerleşik halk var. Yani büyük bir göç dalgasının yaşandığı göç edeni ile yerleşik olanı ile milyonları etkileyen, on yılı aşkın bir sürecimiz oldu ama getirilen tek çözüm, mültecileri, sığınmacıları geri göndermek. Sanki bu on yılda yaşananlar mültecilerle, sığınmacılarla birlikte hiç yaşanmamış gibi. Bunları düşünürken, karşımızda bıçak yaraları almış ama kara gözlerinde hala umut taşıyan Cemal’in gülümseyen yüzü bizi gülümsetiyor. Savaştan kaçıp on yaşında başka bir ülkeye gelen, burada büyüyen, tekstilde çocuk işçi olarak çalışan, kendini bıçaklayanlara kin gütmeyen, ‘ama iyi insanlar da var burada’ diyen bir çocuğun ruh hali, bizde derin izler bırakıyor.
Bu saldırı ve cinayetlerin oluşmasında veya artmasındaki sebepleri sorguladığınızda, siyasetin dilinin ve özellikle medyanın dilinin etkisinin ne kadar fazla olduğunu kısa sürede fark ediyorsunuz. Televizyonlarda ya da sosyal medyada üretilen nefretçi ve ırkçı dil toplumda zemin buluyor. Yani aslında siyasetin dili ve medyanın dili azmettirici oluyor. Tam tersine ırkçılığı ve cinayetleri sonlandıran bir dil, birlikte yaşamayı topluma yansıtan bir dil saldırıları ve cinayetleri, tacizleri, tecavüzleri bitirebilir. Ama bunun için önce ne istediğimiz bilmemiz, belirlememiz ve hayata geçirmemiz gerekiyor. Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz. Evrensel ve insanlık değerlerini esas alan bir devlette mi, bir ülke mi yaşamak istiyoruz. Nasıl bir toplum en başta da nasıl bir insan olmak istiyoruz. Kendimiz gibi olmayan insanları, ötekileştirmek, başka ülkelerden, başka kültürden gelenleri, başka ulustan, başka inançtan olanları ötekileştirmek kolay, düşman üretmek, kendi milletini düşündüğünü savunan bir milliyetçilikle ırkçı olmak çok kolay. Böyle bir insan, ülke, toplum olmak mı istiyoruz. Yoksa kendisi ile eşit gören, kadın ve cins özgürlükçü yaşamak isteyen, mülteci ya da farklı ulusa, dine ve inanca sahip olanlarla birlikte yaşamayı esas alan, doğayı ve tüm canlıları koruyan bir insan mı, ülke mi, toplum mu olmak istiyoruz. Bunun kararını verdiğimizde dünya ya daha kötü olacak ya daha güzel.
Bir gün, yüksek ceza alıp bir Avrupa ülkesine göç etmek zorunda kalan bir arkadaşımla sohbet ederken, gitmek mi daha zor kalmak mı diye sordum. Arkadaşım ikisi de dedi. Evet haksızlığa hukuksuzluğa uğramak ne kadar zor ise, hapishanelerinde hak ihlallerinin, ölümlerin arttığı bir ülkede hapse girmek ne kadar zor ise kendi toprağından, evinden, yakınlarından, kendi kültüründen, dilenden koparılmak, gittiğin yerde mülteci olmak o kadar zor. Gideni de kalanı da yargılamak bize düşmez. Daha direngen olmak, kötü bir sistemi değiştirmek ne kadar iyi ise o kadar da zordur. Ama mücadeleci ve direngen insanların kolay kolay ülkesini, kendi toprağını bırakmadığını da görüyoruz. Son olarak, biz kadınlar ne yaşarsak yaşayalım, nerede yaşarsak yaşayalım dünyayı değiştirmeye çalışacağız, eşitlik özgürlük için mücadele edeceğiz. Yaşamı yeniden var etmek belki kadınlara daha yakın bir yaşam biçimi, bunun için mücadeleye devam, nerede olursak olalım.