Erkeklik, kendini ancak şiddet aracılığıyla kanıtlayabilir. Erkekliğin tanımı, başkası üzerinde tahakküm kurma kabiliyetiyle ölçülür. Bu “başkası”, çoğu zaman kadındır; bazen çocuk, bazen doğadır. Savaş, bu tahakkümün en yüce biçimi olarak görülür. Erkek savaşır, erkek korur, erkek öldürür. Ve ne yazık ki bu, yüceltilir. Erkek öldürdükçe kahramanlaşır; kadın ‘doğurdukça’ arka plana itilir. İşte şiddetin cinsiyeti budur
Evrenin özü uyumdur. Yaşamın ritmi, farklılıkların bir aradalığına, doğanın döngüsüne ve kadın eliyle büyüyen toplumsallığa dayanır. Ne var ki insanlık tarihi, bu uyumu parçalayarak bugüne geldi. Doğaya hükmetme arzusu, kadının iradesini kırma hırsı ve savaşın yıkıcı gücü aynı kökten besleniyor: erkeklik.
Toplumsallığın başlangıcında insan, doğa ile kutsal bir ilişki kurdu. Bu ilişki, kadının yaşamı üreten ve sürdüren rolüyle derinleşti. Ancak zamanla erkek, kadının bilgeliğine, doğaya ve kutsala karşı bir üstünlük savaşı başlattı. Bu savaş, yalnızca fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda anlamın, belleğin ve kutsallığın gasp edilmesidir. Şiddet, bu gaspın dili oldu. Savaş ise erkekliğin en yüce ritüeline dönüştü.
Mitolojik Kodlar: Kadınsız Kutsallık, Doğasız Erkeklik
Bugün yaşadığımız savaşlar, salt siyasi değil; aynı zamanda tarihsel ve mitolojik birer yeniden sahnelemedir. Erkeklik, gücünü yücelten her mit üzerinden kendini tanrılaştırmış, kadını ise görünmezliğe mahkûm etmiştir. Gılgameş Destanı’nda olduğu gibi, doğa ve kadın bir kez düşürüldüğünde artık iktidar için her şey meşrudur.
Gılgameş, tanrıça İştar’ı aşağılayarak ve tapınaktaki rahibeleri kullanarak kadın birliğini dağıtır. Yetinmez, doğanın temsilcisi Humbaba’nın ormanını talan eder. Böylece kadın kutsallığını düşürdükten sonra doğayı da kendine boyun eğdirmeye çalışır. Bu anlatı, erkeklik zihniyetinin iki temel hedefini gösterir: kadın ve doğa.
Benzer örnekler başka mitlerde de vardır. Yunan mitolojisinin baştanrısı Zeus, birçok kadına farklı suretlerde tecavüz eder. Leda’ya kuğu, Europa’ya boğa, Alkmene’ye eşi kılığında yaklaşır. Bu eylemler “tanrısal aşk” adı altında yüceltilirken, kadınların iradesi sistematik biçimde görünmezleştirilir. Zeus’un bu davranışları, erkekliğin her istediğini alma hakkına sahip olduğu düşüncesini kutsar.
Bir başka örnekte de yeraltı tanrısı Hades, Persephone’yi zorla kaçırır. Persephone, baharın ve doğurganlığın simgesiyken erkekliğin yer altı karanlığına hapsedilir. Bu hikâye genellikle mevsimlerin döngüsüyle açıklansa da özünde kadının iradesinin bastırılması, doğanın ise erkek egemenliğine tâbi kılınması vardır. Doğa artık yılın yarısında ölecek, kadının bedeni ise yalnızca ‘izin verilen’ zamanlarda yeşerecektir.
Kürdistan mitolojisinin bilge figürü Şahmeran ise başka bir erkeklik şiddetiyle karşılaşır. Bilgeliğiyle toplumu aydınlatan Şahmeran, erkeklerin ihanetine uğrar. Onu gizli tutacağına söz veren Cemşab, erkekler meclisinin baskısıyla sözünden döner. Şahmeran’ın öldürülmesi, doğaya ve kadına ait bilgeliğin erkek çıkarları uğruna feda edilmesidir.
Tüm bu mitolojik anlatılar, erkeklik şiddetinin tarihsel ve kültürel sürekliliğini gösterir. Savaşın, erkekliğin bir hak, bir güç göstergesi olduğu fikri, tanrılar panteonundan modern ordu stratejilerine kadar taşınır.
Erkekliğin Kutsallaştırdığı Şiddet
Erkeklik, kendini ancak şiddet aracılığıyla kanıtlayabilir. Erkekliğin tanımı, başkası üzerinde tahakküm kurma kabiliyetiyle ölçülür. Bu “başkası”, çoğu zaman kadındır; bazen çocuk, bazen doğadır. Savaş, bu tahakkümün en yüce biçimi olarak görülür. Erkek savaşır, erkek korur, erkek öldürür. Ve ne yazık ki bu, yüceltilir. Erkek öldürdükçe kahramanlaşır; kadın ‘doğurdukça’ arka plana itilir. İşte şiddetin cinsiyeti budur.
Bugün modern devletlerin ordu politikaları, güvenlik stratejileri ve savaş pratikleri, kadim mitlerin yeniden üretimidir. Toprakları işgal etmek, halkları yerinden etmek, doğayı delik deşik etmek…
Devletler savaşla yalnızca sınırları değil, anlam dünyalarını da işgal eder. Dağları bombalamak, nehirleri barajlarla kelepçelemek, ormanları yakmak… Bunlar yalnızca ekolojik saldırılar değildir. Kadının doğa ile kurduğu bağı, üretim ve yaşam döngüsünü de hedef alır. Çünkü kadın, doğayla birlikte direnir. Kadın eksenli toplumda özgürlük, suyun akışında, toprağın bereketinde, ağacın köklerinde yeşerir.
Kadınlar ve Direnişin Ekolojik Aklı
Toplumsal deneyimler bize gösteriyor ki erkek egemenlik yapıları sadece dışsal değil, içimizdedir. Erkekliğin şiddet dili, ilişkilerimize, örgütlenme biçimlerimize, düşünme tarzımıza kadar sızmıştır. Bu nedenle yalnızca cephede değil; evde, dilde, kültürde de savaşmak zorundayız.
Kadınların örgütlü direnişi, erkekliğin savaş mitini parçalayacak en büyük güçtür. Bugün Kürdistan’da barajlara, madenlere, askerî operasyonlara karşı yürütülen mücadeleler, yalnızca çevresel değil; aynı zamanda ideolojik ve toplumsal bir savaştır. Kadınların öncülüğünde yürüyen bu mücadele, hem yaşamı hem anlamı savunmaktadır.
Erkekliğin Savaş Ayinlerini Sökmek
Savaş ve erkeklik arasındaki bağ kırılmadıkça, barış yalnızca bir hayal olarak kalacaktır. Barışı kurmak için önce erkekliğin savaş ayinlerini sökmek, onun kutsal zırhını parçalamak gerekir. Bunun için kadınlar olarak önce kendimizi yeniden inşa etmeli, birbirimizin sesi, sözü ve yol arkadaşı olmalıyız.
Erkekliğin kutsadığı savaş, kadınların kurduğu yaşamı hedef alır. Mitolojilerden devlet aygıtlarına, toplumsal normlardan silahlı çatışmalara kadar uzanan bu şiddet zinciri, kadınların iradesiyle kırılacaktır. Çünkü erkekliği değiştirmeden barışı kuramayız. Kadınların barış dili, örgütlü gücü ve ekolojik aklı, erkeklik şiddetinin karşısında büyüyecek en büyük direniştir.
Bu yüzden savaşsız bir dünya, erkeklikten arındırılmış bir dünya demektir. Ve bu dünya, kadınların elleriyle yükselecektir.