Çizim: Gulnur Dhruvi Acharya
Şiddete ilişkin 1970’lerde yapılan çalışmalarda üç önemli anahtar kavram ortaya atılır: şiddet döngüsü, zorlayıcı kontrol ve travmatik bağ
Kadın+’lara yönelik şiddet konusu 1970’lerden itibaren küresel düzeyde bir sorun olarak ve sıklıkla araştırmalara konu olmuştur. Türkiye’de bu sorun 1990’lardan itibaren ülke gündemine yerleşti ve 2009 yılında Adalet Bakanlığı’nın beyanı ile (2002-2009 yılları arasında kadın cinayetlerinin %1400 arttığına dair beyan) sorunun ciddiyeti devletin çeşitli kurumlarının da gündemine taşınmış oldu. Bu konu aynı süreçte basında da yer alan verilerle bir savaş bilançosuna dönüştüğü görüldü.
Şiddete ilişkin 1970’lerde yapılan çalışmalarda üç önemli anahtar kavram ortaya atılır: şiddet döngüsü, zorlayıcı kontrol ve travmatik bağ.
Psikolog Lenore Walker, şiddete maruz kalan kadınlar hakkında kapsamlı yazılar ele almıştır. Walker, şiddet uygulayan kişilerin davranışlarında görülen sürekli bir kalıbı tanımlamak için "şiddet döngüsü" kavramını ortaya atar. Walker, şiddet döngüsünün üç aşamasını şöyle tanımlar: "Gerilim oluşturma aşaması şiddet uygulama olayından önce gelir. Bu dönemde şiddet uygulayan giderek patlamaya hazır ve saldırgan hale gelir. Sözlü istismar, küçük engellemeler karşısında öfke patlamaları ve gerilimin öngörülemez tırmanışı olabilir.
Evan Stark ise 2007’de yaptığı bir çalışmada "zorlayıcı kontrol" modelini ortaya atar. Ona göre zorlayıcı kontrol, şiddete maruz kalan kadınlara psikolojik olarak hükmetmek için yapılan sistematik çabaları ifade eder. Stark, bunun şiddet ilişkilerinin özünde olduğunu savunur;
"Zorlayıcı kontrol şu tür davranışlarla yansıyabiliyor; Kurbanın yaşamının en mahrem detaylarını çok yakından kontrol etmek, paranoyak düzeyde sahiplenme, şüphecilik, cinsel kıskançlık, sözlü istismar, isim takma, çok ufak hatta hayali suçlar yüzünden yaşanan öngörülemez patlamalar, şiddete uğrayan kadını bütün sosyal destek kaynaklarından yalıtmak ve sürekli düşük seviyelerde fiziksel saldırganlıkta bulunmak (saç çekmek, kolu kavrama, dürtme, itme gibi). Bu kurbanın özsaygısını, bağımsızlık hissini ve şiddet uygulanın baskısına karşı koyma yetisini kurmaya yarar. Ciddi saldırılar meydana geldiğinde ise, bunlar yalnızca kurbanın çaresizliğini pekiştirmeye yarar. Şiddet yalnız başına var olmaz; kurbanı ruhen yıkmaya ve etkin bir biçimde rehin tutmaya yarayan daha büyük bir programın parçasıdır."
Yapılan çalışmalarda şiddet, saldırganlık ve dayak atmanın öğrenilmiş bir davranış olduğu sonucuna varılmaktadır. Buna göre dayak atan pek çok erkek çocukluğunda dayak ortamında büyümüştür. Dayak, erkeğe ilişkide olduğu kişiyi kontrol etme ve ona karşı güç kullanma cevazı vermektedir. Bu yönüyle erkeğin, kadın üzerindeki baskınlığını vurgulayan, pekiştiren en etkili silahtır. Dayak atan erkeğin, saldırganlığını veya suçluluğunu bu yolla bastırdığı varsayılmıştır. Ayrıca dayak atan erkeğin benlik saygısının genellikle düşük olduğu vurgulanmıştır. Dayakla kendini kontrol yetersizliğini, kadın, çocuk ve diğer kişiler üzerinde gidermeye çalışır.
"Saldırganlık eğilimi olan erkeklerin büyük bölümü erkeksi davranışları abartılı bir şekilde benimser. Çünkü psikolojik olarak kadınsı olduğuna ilişkin bilinçdışı korkuları yoğun düzeydedir. Bilinç düzeyinde olmayan bu korkulardan uzaklaşmak için "erkeksi" davranışları abartılı bir biçimde uygularlar. Bu tür erkekler için bulaşık yıkamak, çocuklarla ilgilenmek, ev işleriyle ilgili basit sorumluluklar yüklenme hemen hemen imkansızdır."
Hiçbir değer görmeyen, şiddet uygulayan tarafından hor görülen ötekinin kişisizleştirilmesi sonucunu da doğurur; tokat ya da tükürük simgesi kanıtlar bunu. Tabii şiddet uygulayanın kendisi de kişisizleşir. Çünkü birlikte yaşamanın ortadan kalkması ile sonuçlanır. Birlikte yaşamanın devam ettiği ve mahremiyet alanı olarak görülen aile tiplerinde şiddet rutinleşir ve ataerkil değerler aracılığıyla içe sindirilir.
1993-1994, 1996-1997 ve 1998 yıllarında Mor Çatı ve Kadın Dayanışma Vakfı’nda yapılan araştırmada şiddetin toplumumuzdaki varlığı ortaya konulmaktadır. Buna göre, fiziksel şiddet %32; cinsel şiddet %15,7; ekonomik şiddet %5,2; duygusal şiddet %42,2 olarak hesaplanmıştır. 1997’de Aile Araştırma Kurumu tarafından gerçekleştirilen araştırma bulgularına göre, erkeklerin %35’inde şiddet eğilimi vardır. 1998’de PİAR tarafından ülke genelinde temsili bir örneklemle gerçekleştirilen bir araştırmada kadınların %75’i eşleri tarafından istismar edildiklerini, (duygusal, psikolojik) şiddet uygulandığını vurgulamıştır. (Mavili Aktaş, 2006;15)
Bu verilere, resmi kayıtlara yansıyan veriler ile saha/alan çalışması sonuçlarından elde edilenler neticesinde ulaşılmıştır. Resmi kayıtlara yansımayan, ailenin mahrem sınırlarında tutulan şiddet oranları da düşünüldüğünde verilen rakamların daha yüksek olacağı varsayılmaktadır. İfade etmek gerekir ki, genellikle aile tipi bir mahremiyet mekanı olarak kabul edilmiştir. Özellikle toplumumuzdaki aile dışında hiç kimse bu ortama karışma, müdahale etme hakkına sahip değildir. Bu noktada aile sadakati öne çıkarılır ve kapalı kapılar ardında geçen her şey özel sayılır. Bu beklenti, insanları "Bu bir aile meselesidir, buna karışma hakkım yok" düşüncesine götürmektedir. Bu ortamdaki kadın da "kan kussan da kızılcık şerbeti içtim diyeceksin" anlayışını benimsemektedir. Değer yargılarının bu biçimdeki görüntüsü, şiddete maruz bırakılan kadının çığlıklarını duyan komşuyu da "Bu benim meselem değil, onların özel yaşamı" şeklinde bir umursamazlığa götürebilir.
Kadın ve çocuğa eziyet ortamına tahammül etmeye zorlayan ataerkil değerler, "senin yerin evindir", "kocan hata yapsa da çocuklarının babasıdır", "Erkek evin direğidir" gibi söz ve yaklaşımlar kadının sosyal yaşamının travmalarla sarsılmasına neden olmaktadır. Kadının dayak yemesi; benlik saygısının, kendine olan güveninin ve kendiyle ilgili değerlilik duygularının da incinmesine neden olur. Üstelik kadın sevdiği, saygı duyduğu ve eş olarak seçtiği kişi tarafından dövülmüştür. Bu olay kadının duygusal dünyasında fırtınalar koparan, "bütün dünyasını yıkan" çatışmalara neden olmaktadır. Şiddetin yoğunluk derecesi arttıkça, benlik saygısının örselenme derecesi de artar.
Bizim gibi ataerkil değerlerin yüceltildiği toplumlarda, erkeklere, örneğin her durum ve koşul altında güçlü olmaları, mutlaka kazanmaları, evde otorite sahibi olmaları ya da "kadınlarını" kontrol etmeleri gerektiği gibi anlayışlar empoze edilir ki bu özellikler aile içerisinde hiçbir şiddet davranışına tanık olmayan bir erkek çocuk için bile ileride saldırgan davranışlarda bulunmasına yönlendirecek tehlike çanlarıdır.
Cinsiyet ayrımcı şiddet, özellikle ataerkil kültürün egemen olduğu ve erkeğin yüreklendirilmesi ile kendini gösterir. Çünkü "kadın-erkek eşitliği", "kadınların insan hakları" vb. evrensel değerler toplumun temel dokusuna ve bireylerin zihinlerine henüz yerleşmiş değil. Bu değerlendirme yalnız erkekleri kapsamıyor, aksine büyük bir kadın kitlesi için de geçerli. Örneğin yapılan araştırmada ülkemizde kadınların %32’si eşleri tarafından dövülmeyi normal buluyor. Bu oran 15-19 yaş arasındaki genç kadınlarda %63’e kadar çıkıyor.
Kültüre sirayet eden nekrofili
Kadın cinayetlerinin yaygınlığı ve en vahşi şiddet örneklerinin zaman zaman müdahale imkanı varken, videoya çekme tercihi ceset düşkünlüğü veya ölü severlik olarak adlandırılan patolojinin toplumsal kültüre içerildiği tartışmalarını da beraberinde getirmişti. Örneğin 2019’un Ağustos ayında basında ve kamuoyunda yer edinen, Kırıkkale’de eski kocası tarafından küçük kızının da gözleri önünde boğazı kesilerek öldürülen Emine Bulut’un ölüm anını videoya çeken kişi ile ilgili gelişen tartışmalar, ceset düşkünlüğü tartışmalarını da beraberinde getirdi. Emine Bulut'un öldürülme görüntülerini, üstelik küçücük yaştaki kız çocuğunun yardım çığlıkları arasında bir "hatıra fotoğrafı" çeker gibi çekmek, iki tercihten biri olan ölümle cebelleşen birine yardım etme yerine görüntü çekmeyi tercih etme şıkkının daha cazip geldiği anlamını taşır. Lacan’cı terminolojiyle ifade etmek gerekirse "arzunun gerçeğe rücu etmesi, gerçeğin ise katıksız semptomlara karşılık gelmesi"dir. Bu semptomların artık kültürümüze içkin hale geldiği ve bu tür vahşet görüntülerinin kendinden geçme durumuna benzeyen bir esrime durumuyla izlendiği veya videoya çekildiği görülmektedir.
*Emine Bulut ile ilgili gerekçeli karar; "Boğaz kesme canavarca değil, kasten! Bu yüzden Emine Bulut’un boğazını keserek öldüren kişiye mahkeme ağırlaştırılırmış müebbet değil, normal müebbet hapis cezası istemektedir. "Boğaz keserek" kadın katledilen bir ülkede hukuk bunu canavarca görmeyip, en ağır cezayı vermiyorsa bu durum hukuku ve hukuku düzenleyen iktidarın açmazlarını da gözler önüne serer.
Örneğin Boğaz Köprüsü’ne çıkan bir kişiye, oradan geçmekte olan bir araçtaki iki kişinin "Atla ulan!" diye bağırmaları üzerine, kişi kendisini boşluğa bırakarak intihar etti. Bu türden köprülere çıkan, binaların tepelerinden atlamaya çalışan insanlara aşağıda biriken kalabalıkların "atla! atla!" diye tezahürat yaptığı örnekler sıklıkla yaşanır hale geldi.
Ceset düşkünlüğü, ölü severlik veya nekrofiliyi Fromm, 12 maddede sıralamaktadır. Ancak bu maddelerin tümünü ayrıntılandırmak yerine, konu bağlamında ele alınan birkaç özelliği özetlemekte fayda vardır.
1- Fromm, ceset düşkünlüğü veya ölüseverlik olarak bilinen nekrofilinin temel özelliğinin sorunları kaba güçle çözmeye çalışmaları olduğunu söyler. İkna yöntemi, uzlaşma, ödün verme özelliklerine tamamen kapalı, "dediğim dedik"çi, kestirip atmacı, sorunların şiddet ve kaba güçle çözülmesinden yanadır.
2- Hastalık biçimlerine yoğun ilgi duyar, sürekli karanlık öngörülerde bulunur, komplo senaryoları kurar ve başarısızlık durumlarıyla ilgilenir.
3- Geçmişe gömülü, geçmişe takıntılıdırlar.
4- Genellikle siyah ya da kahverengi gibi koyu renklere düşkündürler. Açık renkli, parlak renklerden hoşlanmaz, giysilerinde genellikle koyu renk tercih ederler.
5- Ciltleri kuru ve soluk görünür. Bazen bu tür kişilere "pis suratlı" denildiğine tanık oluruz.
6- Resim, görüntü çekmeye meraklıdırlar. Fromm, resim çekmenin görme eyleminin yerini aldığını söyler. Fromm’a göre, bakmak görmek değildir. Görmek insana özgü bir işlevdir, insanın sahip olduğu en büyük yetilerden birisidir; etkinlik, içsel açıklık, ilgi, sabır, yoğunlaşma gerektirir. Bu "şipşak" (bu sözcükte saldırgan anlatım çok önemlidir) çekmek, özünde görme eylemini bir nesneye "orada bulunduğumuzun" bir kanıtı olarak daha sonra arkadaşlara gösterilecek resme-dönüştürmek demektir.
Hiç kuşkusuz Fromm’un sürecinde "selfie" yoktu ve video kayıtları da bu kadar işlevsel değildi. Fakat günümüz toplumunu betimler gibi, yaşama ve insana duyulan ilginin yerini bu tür edimlerin alması dikkat çekicidir. Elbette bu özelliklerin birkaçına sahip olmak insanı nekrofili yapmaz. Ancak insanın sahip olduğu zengin işlevlerin ya da yaşamın yerini bu tür ilgi ve eğilimlerin alması düşündürücü olup, kişinin dirimsel olandan hızla uzaklaştığının göstergesi olarak ele alınmayı gerektirir.
Çocuklara yönelik şiddet
Aile içi şiddetin çocuklara yönelik kısmı en az bilineni veya kayıtlara geçenidir. Geleneksel terbiye sisteminin uzantısı olarak "çocuğunu (kızını) dövmeyen dizini döver", "Dayak cennetten çıkmadır", "Eti senin, kemiği benim" tarzındaki deyimler, dayağı olumlu bir davranış olarak göstermektedir. Çocuklara yönelik şiddet toplumsal bağlamda kadından sonra yer alanıdır. Aile içinde genellikle kadın ve çocuklar bu şiddettin hedefidir. Çünkü bu iki grup da "güçsüz" durumdadır. Literatürde ev içindeki şiddetin çoğunluğunun (%75-95) kadına yönelik olduğu sıklıkla vurgulanmaktadır.
1997’de yapılan bir çalışmada çocukların şiddete yönelik davranışları %20 oranda medya da yer alan filmlerden, %32 oranında da kendi anne ve babalarından öğrendikleri vurgulanmaktaydı. Araştırmanın yapıldığı tarihte sosyal medya yoktu. Oysa şu an sosyal medyaya bakma sıklığı bakımından ülke olarak Avrupa’nın en önde geleni durumundayız. Oysa filmlerden öğrenilen şiddetten çok daha etkili, şiddeti oyunsallaştıran pek çok program her çocuğun erişim mesafesinde şiddeti evlere, zihinlere taşımanın da kolay ve daha sofistike yöntemleri devrededir. Ailenin sosyal destek işlevi, medyadaki dizi bombardımanı ve sosyal medyadaki şiddet oyunlarıyla ciddi olarak sarsılmaya başlamıştır. Kendi odalarında dizileriyle ve şiddet resitalleriyle baş başa kalan aile fertlerinin hem birlikte geçirdikleri, paylaştıkları zaman azalmıştır hem de aile üyeleri bu dizi veya oyunların kahramanlarıyla özdeşleşme sürecine girmişlerdir. (Özellikle Sen Anlat Karadeniz türü azami şiddet içeren diziler) bu dizilerden veya oyunlardan öğrenilenlerle okullarda, sosyal ortamlarda ve çocuk etkinliklerinin var olduğu her yerde şiddet oranlarının daha fazla arttığı ifade edilmektedir.
Yine ifade etmek gerekir ki, eşine karşı saldırgan olan erkeklerin büyük bir bölümü çocuklarına karşı da saldırgandır. Yine erkeğe göre daha zayıf ve mağdur durumundaki kadın da, kocasının şiddetiyle baş edemediğinde çoğunlukla daha mağdur veya zayıf durumundaki çocuklara şiddet uygulamaktadır. Bu çerçevede çocuklarla ilgili şiddeti, çoğunlukla aile içi şiddet döngüsü olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır.
1- Brad Evans-Sean Michael Wilson, Şiddetin Eleştirel Tarihi, Dipnot Yayınları, 2018
2- Erich Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenkenleri, Payel Yayınları, 1993
3- Prof. Dr. Aliye Mavili Aktaş, Aile içi Şiddet, s, 114,149 Elma Yayınevi,2006
4- Dr. Lisa J-Cohen, A’dan Z’ye Psikoloji, s,481, Say Yayınları
5- Fulya Algın Tokmak, İçimizdeki Şiddet- Ruhsaldan Toplumsala- İst. Bilgi. Üniv. Yayınları, 2016
6- http//www.un.org./womenwatch/daw/cedaw
*HDP Kadın Meclisi