Farklılıkları, kapasiteleri, olanakları ve sınırları bilmek hem daha gerçekçi taleplerde bulunmamızı hem de ayağı daha yere basan politikalar geliştirmemizi sağlar. On yıllardır süren, kimi zaman “dayanışma” mefhumuna sıkışsa da temelde ortak mücadele olarak devam eden deneyimlerimiz bunun başlı başına kanıtı
21-22 Eylül’de Jineolojî Dergisi’nin “21. yüzyılda Erkek Egemen Sisteme Karşı Mücadele Politikası ve Yöntemleri” başlıklı çalıştay çağrısı üzerine ülkenin birçok yerinden yüzü aşkın kadın Van’da bir araya geldik. Feministler ve Kürt kadın hareketi TJA’dan kadınlar uzun süredir böyle bir etkinlik vesilesiyle bir araya gelip fikir alışverişinde bulunamamıştık. Çünkü biz istemesek de artan saldırılar nedeniyle son yıllarda bir araya gelişlerimiz büyük ölçüde dayanışma ziyaretlerine, refleksif eylemlere ya da mahkeme salonlarında dava takiplerine sıkışmıştı. Böyle değerli ve ihtiyaç duyulan bir buluşmayı mümkün kılan jineolojîye sonsuz teşekkürler.
Benim açımdan bu buluşmayı daha da anlamlı kılan Sebahat Tuncel başta olmak üzere hapisten yakın zamanda çıkmış kadınlarla bir araya gelebilmekti. Sebahat’ı özellikle andım çünkü o tutuklanana kadar birçok toplantıda bir araya geliyor, ortak mücadele alanlarında yol arkadaşlığı yapıyorduk. Aradan sekiz sene geçtikten sonra kaldığımız yerden devam etmek çok mutluluk vericiydi.
Toplantının ilk günü Jineolojî Dergisi’nden arkadaşların sunumuyla açıldı. Sonraki iki oturumda sırasıyla şiddetin değişen koşullarda yeniden tanımlanması ve ırkçı, dinci, milliyetçi ve cinsiyetçi politikaların analizi üzerine sunumlar yapıldı. İkinci günün ilk oturumunda cinsiyetçiliğe karşı özsavunma kavramı etrafında bir tartışma yapılırken, benim de yer aldığım ikinci oturumda ortak mücadele yöntemlerinin teoride ve pratikte nasıl örüleceği sorusu üzerinden sunumlar yapıldı. Son olarak yükselen savaş politikalarına ve sağcılığa karşı kadınların özgürlük ve barış arayışının nasıl bir ortak mücadeleyi mümkün kıldığı konusu tartışıldı.
Bu yazıda tüm sunumları özetleme ya da tartışma imkânım olmadığı için feminist hareket/kadın hareketi ile Kürt kadın hareketi arasındaki ilişkilere ve ortak mücadele imkânlarına ilişkin yapılan tartışmalara yer vermeye çalışacağım. Burada en önemli konulardan biri farklı çıkış motifleri, dinamikleri, siyasi hedefleri, örgütlenme modelleri ve kavramsallaştırmaları olan feminist hareket ile Kürt kadın hareketinin patriyarkaya, ırkçılığa, sömürgeciliğe ve kapitalizme karşı mücadelede ortak cevaplar üretebilme ve ortak mücadele yaratabilme kapasiteleriyle ilgili. İki hareketin uzun geçmişe dayanan ortak mücadelesi daha fazla nasıl güçlendirilebilir, bunu mümkün kılan başlıklar nelerdir, değişen koşullar bağlamında yeni ortak zeminler nasıl kurulabilir, tüm bunların olabilirliği ve sınırlılığı nedir gibi sorularla tartışma fırsatımız oldu.
Bilen bilir, Türkiye kadın hareketi ya da feminist hareket denince insanın kafasında belli bir tür örgütlenme, belli bir politik duruş ya da belli bir ideoloji oluşmaz. Çünkü hareketin özelliği görece merkezsiz, esnek, farklı politik pozisyonlara ve arka planlara sahip kadın örgütlerinden ve bireylerden oluşmasıdır. Ortaklıklar ve bir araya gelişler platformlar ve kampanyalar aracılığıyla kurulur, her örgüt kendi yaşantısına devam ederken asgari ortaklılar üzerinden bu kampanyalarda da faaliyetlerini sürdürüp kadın hareketine dahil olurlar. Bazı toplantılarda “Siyaseti ve ideolojiyi bir kenara bırakalım, biz sadece kadın olma üzerinden bir araya geliyoruz.” diyen kadın örgütleri temsilcilerine de tanık olduğumuzu düşünürsek depolitize edilmiş bir kadın politikası anlayışının da bu kadın hareketi toplamına dahil olduğunu söyleyebiliriz. Bu ayrımlarımızı ve farklılıklarımızı dışarıda bırakalım ifadesi kimi zaman Kürtlüğünü dışarıda bırak anlamına da gelebildi. Kürt kadın hareketi örgütleri yıllar içinde buna çoğu kez maruz kaldılar. Bu tarz bir soyut ve depolitize edilmiş kadınlık fikri üzerinden politik farklılıkları, deneyim farklarını ve örgütlerin hikayelerini tanımayan bir ortak zeminin sahici ve kalıcı bir ortak mücadele niteliği kazanabileceğini söylemek zor. Nitekim, doğrusunu söylemek gerekirse, Kürt kadın hareketi ile ortak mücadele bağlamında bir araya gelen feministler ve feminist gruplar da pek değişmiyor. Ayrımlarımızı bir kenara bırakmadan, bunların neden ayrım olduğunu kavrayarak, özgünlüğünü fark ederek ve bunları konuşarak ortak mücadeleyi konuşmamız mümkün olabilir. Çünkü koşullarla birlikte biz de değişiyoruz, yeni kavramlar öğreniyoruz, buna ilişkin uzun tartışmaların içine giriyoruz. Bu çalıştay buna vesile olduğu için de çok önemliydi.
Kürt kadın hareketi başka ulusal kurtuluş hareketlerinde ya da sınıf mücadelelerinde sık tekrarlanan bir hataya düşülmemesinin sonucu olarak çıktı. Yani Kürt siyasi hareketi kadın kurtuluşunu belirsiz bir geleceğe ertelemedi ve bunu mücadelenin eşzamanlı yürütülen konusu haline getirdi. Bu açıdan bir ezberi de bozan özgün bir kadın hareketinden bahsediyoruz. Kısa denebilecek bir zaman diliminde eşbaşkanlık sistemi getirmek, yerel yönetimlerde kadın politikası oluşturmak, onlarca kadın danışma merkezi ve sayısız örgüt kurmak geniş ölçekli bir örgütlenme çabası sonucunda ulaşılabilecek bir sonuç. Batman’da doğmuş ve çocukluğunun bir kısmını doksanlarda orada geçirmiş biri olarak, 2015 yılında gördüğüm kadın belediye otobüs şoförleri, kadın danışma merkezi ve kadınların kamusal hayata katılımını artıran diğer uygulamalar bana göre devrim niteliğinde gelişmelerdi. Böyle bir şey ancak programlı, ideolojik, siyasi hedeflerin yanı sıra toplumsal alanı cinsiyet eşitliği ve kadın özgürlüğü prensibiyle dönüştürmeye çalışan bütünlüklü bir hareketin varlığında, güçlü bir politik iradeyle ortaya çıkabilirdi. Bunun kadınların hayatını ve kaderini nasıl değiştirdiğine ilk elden şahit olan biri olarak söylüyorum.
Bu kazanımlar devlet tarafından saldırıya uğradığında verdiğimiz cevaplar ise Kürt meselesini nasıl anladığımıza göre değişebilir. Bu bence ortak mücadelenin niteliğini belirleyecek bir farkı da gösteriyor. Örneğin belediyelere atanan kayyımların ilk iş olarak kadın kurumlarına saldırmaları karşısında kendilerini politik görmeyen ve kimi zaman şoven çizgiye savrulan kadın örgütleri bile tepki verebildiler. Çünkü onlar için her şeyden bağımsız olarak cinsiyet eşitliğini zedeleyen bir durum söz konusuydu. Ya da feministler olarak “dayanışma” ziyaretlerine gittiğimizde bunun politik çerçevesini çok daha net ve doğru kursak bile sorunun adını koyma konusunda farklılaşabiliyoruz. Kayyımlar dahil savaş politikalarına ilişkin analizlerin merkezinde patriyarka ve sömürgecilik ilişkisi olması gerektiğini düşünenlerdenim. Kuşkusuz, çalıştayda da tartıştığımız üzere, bu tüm feministlerin mutabık olduğu bir çerçeve değil, ancak ben durduğum yerden, devletten gelen saldırıları sırf faşizm üzerinden ya da mevcut iktidarın yapıp ettikleriyle açıklamanın hem tarihselliği görmeyi hem de meselenin ekonomi politiğini anlamayı engellediğini düşünüyorum. Bu açıdan, örneğin HDP 2019’daki kayyım raporunda kayyım politikalarının yeni bir sömürge modeli olduğunu ve 1925 Şark Islahat Planı ile günümüzün kayyım politikaları arasında süreklilik ve bağlantı olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Bu ise sadece inkâr ve asimilasyonu içermez, aynı zamanda Kürtlerin hayata geçirmeye çalıştığı her tür özgürleştirici politikayı da yok etme ihtiyacını taşır. Her iktidar bunu çeşitli şekillerde uyguladı.
Birincisi, doksanlarda Kürt hareketinin legal/sivil alanda bir siyasi partisi, birkaç tane de kurumu vardı ve devlet bunları düzenli olarak kapatıp üyelerini tutukluyordu. Zaman çok geçmeden Kürtler yeni parti ve kurumlar açıyor ve döngü böyle devam ediyordu. 2010’larda Kürt siyasi hareketi yüzü aşkın belediye kazanıp parlamentoda varlığını güçlendirdiği, toplumsal alanı dönüştürecek mekanizmaları artırdığı, özgürleşme olanaklarını büyüttüğü, Kürt kadın hareketi ise kitlesel ve örgütsel tabanını alabildiğine genişlettiği oranda saldırıya uğradı, kitlesel tutuklamalara maruz kaldı. Burada salt faşizan bir tutumdan ya da insan haklarına, demokrasiye saldırıdan fazlası var. Bu oldukça bilinçli bir devlet politikasıdır ve Kürtlerin sistematik olarak özerklikten mahrum bırakılmasıyla ilgilidir. Burada sadece siyasi anlamda bir özerklikten değil, gündelik yaşamda belli ihtiyaçlarımızı karşılamamızı ve “insan gibi” yaşamamızı sağlayacak olanaklardan mahrum bırakılma söz konusu. Buna kocadan şiddet gören bir kadının kadın danışma merkezinden mahrum bırakılması, bir gencin belediye tarafından açılmış bir sosyal/kültürel kurumdan mahrum bırakılması, kaynakların yerel halka gidecekken ve kısmen işsizlik ve yoksulluk sorununa çare olabilecekken yağmalanması, dolayısıyla halkın daha fazla yoksullaştırılması gibi sayısız örnek verilebilir.
Bu mevzu bazen salt kültüre ve kimliğe ya da haklar ve demokrasi meselesine indirgendiği için kavrayışlar da farklı olabiliyor. Örneğin GAP’a bağlı Çok Amaçlı Toplum Merkezleri (ÇATOM) 1990’larda açıldığında Kürt kadın hareketi buna haklı olarak asimilasyon hedefi taşıdığı gerekçesiyle itiraz etti. Ama o ÇATOM’lar aynı zamanda yoksul Kürt kadınların emeğini parça başı işlerle sömürüp kadınlara güçlenme ve girişimci olma hayali satıyordu. Ya da AKP’nin bir ekonomi bakanının 2012 yılında çok rahat bir şekilde “Konfeksiyon sektörü gibi emek yoğun sektörler bayan istihdamının en fazla olduğu sektörlerin başında geliyor. Bu sektörlerde Doğu ve Güneydoğu’da belirlenecek olan illeri biz Çin’le, Pakistan’la, Bangladeş’le ve Vietnam’la rekabet edebilecek bir bölge haline getireceğiz.” diyebiliyordu. Bu açıklama kapitalizm, sömürgecilik ve patriyarka ilişkisi bağlamında bize güçlü uyarılar sunarken buna karşı bir politik itiraz yeterince dile getirilmedi. Kuşkusuz halka sorduğunuzda belki batı illerine gitmektense kendi şehirlerinde fabrikaların açılmasını istihdam olanağı olarak görebilirler. Kısmen öyle de oldu. Son yıllarda Kürt şehirlerinde yaygınlaşan tekstil fabrikaları ve atölyeleri ağırlıklı genç kadınların çalıştığı yerler haline geldiler. Ancak tekstildeki çalışma koşullarının kötülüğü, çalışma saatlerinin uzunluğu ve bölgesel asgari ücret nedeniyle çok düşük ücretlere çalışma gerçeğine imkân veren başka bir tarihsel gerçeklik de var. Türkiye’de bir süredir işçi sınıfının giderek daha fazla yoksullaştığı bir gerçek ama Kürdistan’da yıllarca resmî ideolojinin “geri kalmışlık” olarak adlandırdığı ama aslında sistematik bir yoksullaştırma ve kalkınmayı engelleme politikasının olduğunu unutmamak gerekiyor. Örneğin Türkiye’de kadın istihdamı zaten yüzde 30 gibi düşük bir orana sahipken, Diyarbakır’da, Batman’da bu oranın yüzde onlara düştüğünü görüyoruz. Bunun dışında genel olarak erkek işsizliğinin de yüksek olması, bakanlığın yayınladığı sosyoekonomik gelişmişlik indekslerinde “bölgenin” her zaman son sıralarda yer alması, tekstil ihracatında kırılan rekorların halka “kalkınma” olarak yansımaması ve yoksulluğun şiddetli bir biçimde olduğu gibi devam etmesi yine farklı sistemler üzerinden bir analiz yapmayı gerektiriyor. Burada farklı bir hukukun uygulanmasından bahsediyoruz. Türkiye’de kadın kooperatiflerini teşvik eden AKP’nin Kürt kadın hareketi tarafından kurulan kooperatifleri kapatması ya da işlemez hale getirmesi de bu hukukun bir parçası. Bunun temelini bir grubu ve onu temsil eden bir politik hareketi özerklikten yoksun bırakma politikası oluşturur. Kürt meselesi salt bir haklar, demokrasi ve barış meselesi olarak görüldüğünde mevzunun yüz yıllık ekonomi politiği gözden kaçabiliyor.
Ancak burada, başta değindiğim ayrımları ve kavramları nasıl politik tercihlerimize göre kullandığımıza geliyoruz. Feminist hareket ya da kadın hareketi içinde herkes sömürgecilik kavramını kullanmıyor, hatta Kürt hareketi içinde de herkesin kullandığından emin değilim. Yine çalıştayda sıkça konuşulan, genellikle Kürt kadın hareketi ile özdeşleşen ama birkaç feminist grup tarafından da kullanılan özsavunma kavramı var. Çalıştayda bazı arkadaşlar özsavunmayı kadın mücadelesinin temeli olarak görmeyi önerdiler. Bu kavramı Rojava’da IŞİD’e karşı kadın özgürlük mücadelesinde ve genel olarak savaş bağlamında kullanıldığı haliyle anlamlı bulmakla birlikte, kadınların erkek şiddetine ve patriyarkaya karşı her günkü mücadelesinde mevzuyu çok fazla defansa indirgediği için kullanmayı tercih etmeyen feministler de var. Nihayetinde kavramlar deneyimlerden ve yaşam pratiklerinden çıkar. Savaş coğrafyasında mücadele eden, kolaylıkla öldürülebilir ve kriminalize edilebilir olarak görülen, farklı bir hukukla, üniformalı erkek şiddetiyle karşı karşıya gelen bir kadın hareketinin özsavunma gibi bir kavramı kullanması bu nedenle çok anlaşılır. Ancak benim de dahil olduğum feminist politika çizgisi erkek şiddeti bağlamında bu kavramı kullanmayabiliyor.
Diğer konu örgütlenme modeliyle ilgili. Türkiye feminist hareketi/kadın hareketi ile Kürt kadın hareketi arasında örgütlenme modelleri bakımından çok büyük farklar var. Bir tarafta, arada bir kolektifler kurarak ama zamanının çoğunu belli bir örgüt olmadan geçiren, enformel, lidersiz, esnek örgütlere alışkın feminist hareket, diğer tarafta ise tüm toplumsal, politik ve ekonomik alanı kurumlar ve örgütler aracılığıyla son derece programatik bir şekilde dönüştürmeye çalışan ve bununla muazzam niteliksel değişimler yaratan Kürt kadın hareketi var. Kuşkusuz feministler de sığınaklar ve kadın danışma merkezleri için mücadele ediyor ama birkaç yıl içinde onlarca kadın danışma merkezi kuracak bir kapasitesi de hedefi de yok. Ama zaten tüm bunlar, ülkenin neresinde gerçekleşirse gerçekleşsin, bütün kadınların ve kadın hareketinin kazanımları. Ancak bazı arkadaşların önerdiği konfederasyon ve meclis tarzı örgütlenmeler pratik olarak tüm feminist hareket için uygulanabilir modeller değil. Yine de on yıl önce olduğu gibi Kadın Özgürlük Meclisi tarzı yapılar ortak mücadele bağlamında kimi zaman hayata geçirilebiliyor. Ancak hatırlatmak gerekir ki KÖM halihazırda müzakere sürecinin devam ettiği bir zamanda kurulmuştu. Bugün böyle bir zeminin koşullarından bahsedemiyoruz.
Kürt kadın hareketi komünleri ve kooperatifleri, özel olarak kadın kooperatiflerini yeni toplumun ekonomi modeli olarak görüyor ve önemsiyor. Çalıştayda bir arkadaş “Ayrımlardan bahsediyoruz ama kadın ve ekonomi konusunda ne kadar farklılaşabiliriz ki, kadın öncülüğünde ekonomi olmalı.” dediğinde en büyük farklılıklardan birinin bu olduğunu söylemiştim. Aslında kadın emeği kadın hareketinde/feminist harekette de en fazla fikir ayrılıkların olduğu konuların başında geliyor. Ben örneğin kadın emeğini patriyarka ve kapitalizm ilişkisinde ele alan ikili sistem kuramını benimsiyorum, bazıları ise kapitalizmin belirleyiciliği üzerinden kavram ve politika öneriyor. Bir sendikanın, bir feminist örgütün ya da Kürt kadın hareketinin bir toplantısında tartışmalara neden olan konu bazen kadın kooperatifleri oluyor. Bu konuda oldukça farklı fikirler var. Biz daha önce kadın kooperatifleri konusunda yaptığımız çalışmalar sonucunda eleştirel bir yaklaşım geliştirmiştik. Çünkü iktidarın ve sermayenin büyük iştahla kadın istihdamı modeli olarak yaygınlaştırdığı kooperatif tipi üretim hem geleneksel cinsiyet rollerine dayandığı için sorunluydu hem de düşük gelirli, düzensiz, güvencesiz bir çalışma modeli olduğu için savunulamazdı. Dolayısıyla hem kooperatif tarzı üretim hem de “kadın öncülüğünde ekonomi” olarak savunulan yaklaşım sınıf ve cinsiyet ilişkisine farklı perspektiflerden bakan herkesi kapsamayabilir.
Yine jineolojîye ilişkin yapılan konuşmalarda geçen “Annelerimizden gelen bilginin bilimselliğini çıkardık.” ifadesi beni ikilemde bırakan bir argüman oldu. Jineolojî benim için başından beri, nasıl elli yıl önce erkek ve batı merkezli pozitivist bilime karşı feminist teori ortaya çıktıysa, Kürt kadınların kendi teorik yaklaşımlarını ve bilgilerini özneler olarak üretmeleri anlamına geldi. Kendileri sürekli araştırma nesnesi ve konusu olmuş, yaşadıkları coğrafya ise araştırma laboratuvarına dönüşmüş kadınların bu çıkışı bana göre aynı zamanda sadece pozitivizme değil pozitivist olmadığı iddiasında olan sosyal araştırma çizgisine de bir itiraz ve direnişti. Nihayetinde her toplumsal/politik hareket kendi teorisini ve bilgisini içeriden üretir. Ancak kadınlarla özdeşleşmiş ve kadınlaşmış deneyim ve bilgileri cinsiyetçi iş bölümü ve patriyarka belirlediği için hakikate konu olan bu bilginin bilimselliğinden ziyade kadın özgürlüğüne nasıl bir katkısı olacağı konusunda kafamda soru işareti oluşmuştu. Kürt kadın hareketi nihayetinde değiştirmeye yönelik bir hareket olduğu için bir kadının, örneğin bir köyde ürettiği bir ürün ya da bir hastalığa bitkilerle çare olması cinsiyetçi iş bölümü sonucunda oluşmuşken ve kadınların yüklendiği sorumlulukları gösterirken bu bilgiyi hakikatin bilgisi olarak mı ele alacağız, yoksa burada cinsiyete dayalı kurulmuş bir ilişkiyi değiştirmeye mi çalışacağız? Çalıştayda bu soruyu sorma ve kısa da olsa konuşma fırsatımız olmuştu ancak bu konuda daha geniş bir tartışma fırsatının doğmasını umuyorum.
Çalıştayda, bu kadar farklılık ve ayrım vurgusunun olumsuz sonuçları olabileceğine dikkat çekenler oldu. Bunu anlamakla birlikte farklılıkların kadın mücadelesinin sürekliliğindeki temel dinamik olduğunu düşünüyorum. Mücadelenin kendisi bu şekilde sürer: bir tartışma olur, birileri ikna olur, bazıları ikna olmaz ama yol verir, yolumuza devam ederiz. Burada asıl sorun yaratacak şey, deneyimlere (kimliklere değil) dayalı farklı politika çizgilerinin ve kavramsallaştırmaların açık bir şekilde tartışılmadan belirsizliğe bırakılması olabilir. Ancak bununla birlikte bir alana fikir alışverişi, tartışma ya da deneyim paylaşımı için girdiğimizde o alanı kuran öznelerle eşit ilişki kurmaya özen göstermek, onların kurduğu politika çizgisini bir irade olarak görmek ve farklı fikirlerin, deneyimlerin birbirimizi besleme potansiyelini taşıdığını bilmek oldukça önemli. Mesela kadın kooperatifleri üzerine tartışıldığında farklı fikirler açıklıkla dile getirilir ama nihayetinde her hareket ya da örgüt kendisi için en uygun olana kendisi karar verir.
Bu farklılıklar ve farklı yorumlama biçimleri ortak mücadeleye engeller olarak okunmamalı. Farklılıkları, kapasiteleri, olanakları ve sınırları bilmek hem daha gerçekçi taleplerde bulunmamızı hem de ayağı daha yere basan politikalar geliştirmemizi sağlar. On yıllardır süren, kimi zaman “dayanışma” mefhumuna sıkışsa da temelde ortak mücadele olarak devam eden deneyimlerimiz bunun başlı başına kanıtı. Yine bu çalıştay, koşullar değiştiği için yol ve yönteme ilişkin kafa yormaktan vazgeçmediğimizin de kanıtı. Çalıştayda ortaya çıkan Türkiye kadın konferansı gibi önerileri de akılda tutarak, bizi refleksif dayanışma ilişkisinin ötesine taşıyacak daha sürekli ve kalıcı zeminleri düşünmeye devam etmeliyiz.