Kürt kadın hareketi hem kimlik hem de cins mücadelesi verirken aynı zamanda feminist hareketlere hem teorik hem de pratik anlamda zenginlik katmıştır. Kürt kadın hareketinin kazanımları feminist hareketlerin daha kapsamlı, dirençli ve kapsayıcı olmasında etkili olmuştur
İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadele amacıyla 2011 yılında İstanbul'da imzalanan ve 2014 yılında yürürlüğe giren, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanmış bir uluslararası anlaşmadır. Sözleşme, kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, mağdurların korunması ve suçluların cezalandırılması için taraf devletlere kapsamlı yükümlülükler getirmekte ve kendi iç hukukunu sözleşmeye uygun şekilde düzenleme zorunluluğu da getirmiştir. Bu kapsamda hazırlanan 6284 Sayılı Kanun yürürlüğe girmiştir.
Her ne kadar tam anlamı ile uygulanmasa da hukuki dayanağımızı güçlendiren ve ön açıcı bir konumdaydı. Türkiye, Sözleşmeyi imzalayan ve onaylayan ilk ülkelerden biri olmasına rağmen, 2021 yılında Cumhurbaşkanlığı kararı ile Sözleşmeden çekilmiştir. İstanbul Sözleşmesi, kadın hareketleri için hayati bir öneme sahiptir. Sözleşme, kadına yönelik şiddetin önlenmesi, mağdurların korunması ve faillerin cezalandırılması konusundaki uluslararası standartları belirlerken, kadın hareketlerine de güçlü bir yasal ve politik dayanak sunuyordu.
Biz kadın hakları savunucuları, İstanbul Sözleşmesi'nin hükümlerine dayanarak devletlerin yükümlülüklerini yerine getirmesini talep edebiliyor ve toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik eden politikaların uygulaması için hatırlatmalar yapabiliyorduk .Ancak Türkiye’nin 2021 yılında sözleşmeden çekilme kararı sonucunda artan kadın cinayetlerinin, şiddetin cezasızlık politikası sonucu kadın hareketlerinin mücadelesini daha da önemli hale getirirken, sözleşmenin kazanımların korunması ve geliştirilmesi için çabaların sürdürülmesi gerektiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bu karar kadın hareketleri tarafından büyük bir hayal kırıklığı ve öfke ile karşılandı. Biz Kadın hakları savunucuları, bu kararın kadına yönelik şiddetle mücadelede büyük bir geri adım olduğunu ve kadınların hayatını tehlikeye attığını, kadınları aile zırhı altında toplumsal cinsiyet rollerine hapsederek erk zihniyetin boyunduruğu altına almak istediklerini belirtmiştik. Türkiye'nin çekilme kararı, ulusal ve uluslararası düzeyde geniş çapta protestolara ve eleştirilere yol açmıştı. Feminist kadın hareketleri, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların maruz kaldığı ayrımcılık ve şiddetle mücadele ederken, birçok önemli dava ve olay bu hareketlerin şekillenmesinde kilit rol oynamıştır. Tamda burada İstanbul Sözleşmesi’nin çıkış davası olan Nahide Opuz davası, bu bağlamda, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve devletin bu konudaki sorumluluklarının altını çizen kritik bir dava olarak öne çıkmaktadır.
Feminist kadın hareketlerinin genel olarak kadına yönelik şiddetle mücadelesi ve Nahide Opuz davasının bu hareketlerle ilişkisini incelediğimizde, Kürt kadın hareketinin mücadelesi ve bu mücadelenin kazanımları, katkıları sonucunda emsal kararların alınması ile birlikte değişim dönüşüme de büyük katkı sağlamış sağlamaya da devam etmektedir. Kadın hareketlerinin kadına yönelik şiddet ile mücadelesinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan yapısal bir sorun olduğunu savunmaktadır.
Bu hareketler, şiddetin önlenmesi ve mağdurların korunması için birçok strateji ve politika geliştirmiştir: Nahide Opuz davasının önemi, Türkiye'de kadına yönelik şiddetin uluslararası alanda hukuki bir boyut kazandığı önemli bir dava olarak öne çıkmaktadır. Nahide Opuz, yıllarca evli olduğu erkek H.O. tarafından fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalmış ve annesi de aynı kişi tarafından öldürülmüştür. Nahide Opuz ve annesi defalarca polise ve diğer yetkililere şikayette bulunmuş, ancak yeterli koruma sağlanmamıştır. Nahide Opuz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurarak Türkiye'yi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) yaşam hakkını güvence altına alan 2. maddesi, işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 3. maddesi ve etkili başvuru hakkını güvence altına alan 13. maddesini ihlal etmekle suçlamıştır.
AİHM, 2009 yılında verdiği kararda Türkiye'yi bu maddeleri ihlal etmekten suçlu bulmuş ve devletin kadına yönelik şiddeti önlemede yetersiz kaldığını tespit etmiştir. Nahide Opuz davası, uluslararası alanda geniş yankı uyandırmış ve Türkiye'nin kadına yönelik şiddetle mücadelesindeki eksikliklerini gözler önüne sermiştir. Bu durum, feminist hareketlerin uluslararası alanda daha fazla destek bulmasını ve hükümetler üzerinde daha fazla baskı oluşturmasına olanak sağlamıştır. Nahide Opuz davası, feminist kadın hareketleri için önemli bir dönüm noktasıdır. Bu dava, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve mağdurların korunması konusundaki ulusal ve uluslararası hukuki yükümlülükleri net bir şekilde ortaya koymuş ve feminist hareketlerin bu yöndeki mücadelesini güçlendirmek ile birlikte kadına yönelik şiddetle mücadelede hukuki, politik ve toplumsal stratejiler geliştirmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu dava, kadın hakları savunucularının ve feminist hareketlerin, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların insan haklarının korunması için verdikleri mücadelenin ne kadar kritik ve gerekli olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Toplumsal cinsiyet temelli şiddete karşı mücadelede önemli bir örnek teşkil etmiştir. Bu mücadele, feminist hareketlerin şiddetle ilgili politikalara odaklanmasını sağlamıştır.
Sonuç olarak, Kürt kadın hareketi hem kimlik hem de cins mücadelesi verirken aynı zamanda feminist hareketlere hem teorik hem de pratik anlamda zenginlik katmıştır. Kürt kadın hareketinin kazanımları feminist hareketlerin daha kapsamlı, dirençli ve kapsayıcı olmasında etkili olmuştur.