Françoise Vergès, "genelleştiren" bir devlet politikası olarak kadın haklarını savunmanın yetersiz olduğunu, bunun kadınların farklılıklarından dolayı maruz kaldıkları ırkçı ve cinsiyetçi yaklaşımlara çözüm üretemeyeceğini belirtiyor
Afro-Amerikalı hukukçu Kimberlé Crenshaw, 1989 yılında “Irkçılığa karşı mücadele cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi de içermelidir" tespitini yapmıştı. Bunu da ‘interseksiyonalite’ yani ‘çoklu ayrımcılığa maruz kalma" şeklinde açıklamıştı. Bunu tanımlarken de, ABD'de hem ırkçı hem de cinsiyetçi saldırıların mağduru olan Afro-Amerikalı kadınların yaşadıklarını, çoklu ezilme biçimlerini dillendirmeye çalışmıştı. Kısaca, kadınların karşılaştıkları sömürü ve baskıların ten renklerine, ırklarına, dillerine, inançları ve ait oldukları sınıfa göre farklılaştığını, kadınların hem cinsiyetçi hem de ırkçı saldırılara aynı anda maruz kalabileceğini, aynı zamanda yoksulluğun, farklı bir inanç kimliğine sahip olmanın ya da farklı cinsel eğilim göstermenin de bu durumu arttıran bir etken olduğunu belirtmişti.
Bu çerçevede hem Amerika'da hem de Avrupa'da siyah kadınların ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı verdiği mücadele oldukça öğretici derslerle doludur.
Irkçılık karşıtı mücadelesi ile tanınan Kongolu Belçika vatandaşı Mireille-Tsheusi Robert kendisini Afro-feminist ya da antikoloniyal feminist olarak tanımlıyor. Afro-feminist Mireille-Tsheusi Robert, siyah kadınların taleplerinin Batılı kadınların talepleri ile örtüşmediğini de vurguluyor. Batı endeksli feminizme de eleştirel yaklaşıyor. Hatta üst sınıftan bazı kadınların (burjuva kadınlar) "hem feminist hem de ırkçı" olabileceğine de işaret ediyor.
Siyahların ve özellikle de siyah kadınların beyazlar tarafından hâlâ bir sömürü nesnesi olarak görüldüğünü söylüyor. Mireille-Tsheusi Robert gibi antikolonyal feminist akımın en önemli isimlerinden biri ırkçılık karşıtı mücadelesiyle tanınan Fransız yazar Françoise Vergès. Kendi sözleri ile "ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, kapitalizm ve emperyalizme" savaş açmış bir kadın. Françoise Vergès, "genelleştiren" bir devlet politikası olarak kadın haklarını savunmanın yetersiz olduğunu, bunun kadınların farklılıklarından dolayı maruz kaldıkları ırkçı ve cinsiyetçi yaklaşımlara çözüm üretemeyeceğini belirtiyor.
1980'li yılların sonunda ortaya çıkan bu akımlar özellikle de ABD'de son dönemde arttan ırkçı cinayetlerle siyah kadınların yeniden gündemlerine aldıkları başlıca konular.
Aslında ırkçılık ve cinsiyetçilik birbirini dıştalamayan ve bazen de iç içe geçen tahakküm şekilleridir. Yani kadın ve siyahsanız, kadın ve Kürt'seniz o zaman hem ırkçılığa hem de cinsiyetçiliğe maruz kalabilirsiniz. Ki, çoğu zaman yoksulluk da bu durumu daha da ağırlaştıran bir etken oluyor. Bunu Roman kadınların maruz kaldığı ırkçı ve cinsiyetçi saldırılar da daha net bir biçimde görebiliriz.
Artan ırkçılık ve cinsiyetçilik, neo-liberal sistemin yaşadığı kriz ile birebir bağlantılı. Neo-liberalizm, çoğu eski sömürgelerin doğaları yıkıma uğratılmış, doğal zenginlikleri yağmalanmış ülkelerin, iç savaşlardan çatışmalardan ve yoksulluktan kaçan kadın ve erkek yoksullarını, ucuz emek girdisi olarak sisteme dahil etmek için ırkçılığa ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle neo-liberal kapitalist sistem yaygınlaştıkça cinsiyetçilik ve ırkçılık da yayılıyor. Hatta yoksulluğun artması ile birlikte yeni boyutlar kazanıyor.
Bir avuç insan daha da zenginleşirken, işsizlik ve yoksulluk artıyor. Bundan en çok kadınlar etkileniyor. Artan yoksulluğa paralel olarak kadınlar daha fazla şiddet sarmalına itiliyor. Sosyal kısıtlamalar en çok kadınları ve çocukları etkiliyor. Düşük ücretli ve güvencesiz işlerin artması asıl olarak kadın emeğinin daha fazla sömürülmesini birlikte getiriyor. Yoksulluk ile birlikte yükselişe geçen milliyetçilik ve ırkçılık kadınların hayatını daha da zorlaştırıyor. Milliyetçi ve ırkçıların hükümette olduğu Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde kürtaj konusunda kazanılmış haklar tartışmaya açılıp geri alınmak isteniyor. Bu ülkeler Türkiye'de olduğu gibi İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıyor.
Türkiye'de son yıllarda özellikle de 7 Haziran 2015'te ırkçılığın, şovenizmin, Kürt ve kadın düşmanlığının arttığını görüyoruz. Bunun temel nedeni kimliği, dili ve varlığı inkar edilen Kürtlerin daha güçlü bir şekilde politik, kültürel ve toplumsal sahnede varlık göstermesi, özellikle de Kürt kadınlarının, kadın özgürlüğüne dayalı yeni yaşam modeline öncülük etmesidir.
Kürt kadın mücadelesinin büyümesine paralel bir şekilde Türkiye'de feminist hareket de ivme kazanmıştır. Bugün Türkiye'nin en muhalif yönünü kadınlar temsil etmektedir. Ancak salt cinsiyetçilik ile mücadele, kadın hareketlerini sınırlandıran bir faktör de olmuştur. Cinsiyetçilik ile mücadele ya da kadın hakları için mücadelenin ırkçılık, milliyetçilik ve Kürt düşmanlığı ile mücadele ortaklaştırma da yetersizlikler var. Örnek vermek gerekirse, Konya Meram'da katledilen Dedeoğulları ailesinin dört ferdi kadındı. Serpil, Serap, İpek ve Sibel Dedeoğulları. Bu ırkçı katliam aynı zamanda bir kadın kırımıydı, ancak bu çok az kesim tarafından bu şekilde değerlendirildi ve ele alındı. Oysa Serpil, Serap, İpek ve Sibel Dedeoğulları'nı katleden zihniyet ile Ankara'da 18 yaşındaki Eda Nur Kaplan'ı katleden zihniyet aynıdır.
Yine Kürt kentlerinde kadınlara ve kız çocuklarına yönelik kolluk güçleri tarafından gerçekleştirilen cinsel saldırılar, genç kadınların fuhuşa sürüklenmesi, kadın gerillaların cansız bedeninin teşhir edilmesi devlet merkezli gelişen ırkçı ve kadın düşmanı politikaların bir parçası olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.
Dünyada yükselen kadın kırımını, kapitalist sistemin dayandığı milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve bilimcilik doğrudan ve dolaylı olarak besliyor. Bu nedenle cinsiyetçi saldırılara paralel olarak ırkçılık ve faşizm de yükselişe geçmiş bulunuyor. Bu nedenle kadın mücadelesi de her şeyden önce bir anti-faşist anti-ırkçı, anti-kapitalist ve anti-sömürgeci mücadeledir. Kadın mücadelesi böyle ele alınır ve mücadele yöntemleri de buna göre geliştirilirse o zaman kadın mücadelesi daha da büyüyecektir, ırkçılık ve cinsiyetçilik de gerileyecektir. Dolayısıyla Türkiye kadın hareketleri, Kürt kadınlarıyla ortak mücadelede tek boyutlu değil, çok yönlü bir mücadeleyi geliştirmelidir. Kadın cinayetlerini görürken, ırkçılığa karşı da sokağa çıkmalıdır. Kadınlar farklı farklı kimliklerden, topluluklardan olabilir, ama kadınların ulusu birdir. Yani ezen sınıfın, ezen ulusun kadını olunursa, özgürlük yolunda bir adım dahi ileriye atılamaz. Bu aynı zamanda kadınların özgürlük mücadelesini de böler. Böyle bir duruma düşmek demek, ataerkil sitemin tuzağına düşmek demektir. O yüzden kadınlar cins mücadelesi kadar, ırkçılığa, milliyetçiliğe ve dinciliğe karşı da mücadele içinde olmalıdır.