1990'larda yaşanmış bu insanlığa karşı suçlarla Türkiye yüzleşmediği, hesaplaşmadığı için benzeri suçlar bugün de işlenmeye devam ediliyor… Cumartesi Anneleri/İnsanları'nın direnişi aynı zamanda bütün ezilenlerin adına da süren bir direniş
Kaybettiğimiz yakınlarımızın akıbetini öğrenmek, adalet talep etmek, faillerin cezalandırılmasını istemek ve onların kemiklerine ulaşmak, bir mezarlarının olmasını istemek insan olmaktan kaynaklı, hepimiz için bir haktır. Hukuk ve demokrasinin olmazsa olmazıdır. Bir haktan da öte bir daha tekrar yaşanmaması için bir sorumluluktur, vicdani de bir görevdir. Faili meçhul cinayetler, kaybedilenler insanlığa karşı suçtur. Bu suç sadece hedef aldığı kişiyi değil aynı zamanda ailesine ve toplumun bütün demokratik değerlerine yönelmiş bir saldırıdır. Dolayısı ile sadece bir birey ya da aileyi değil, tüm toplumu doğrudan etkiliyor. Hukukun ve yaşam hakkının ortadan kaldırıldığı, devletin özel savaş siyasetinin uzantısı olarak işlediği suçtur. 90'lı yıllardan bu yana Türk devletinin yoğunluklu olarak işlediği kaybetme ve faili meçhule bırakma, özel savaş uygulaması tekçi, Kürt düşmanı siyasetinin doğrudan uzantısı olarak ortaya çıkan bir uygulama. Hiçbir faili meçhul cinayet meçhul değil, tam tersine faili bellidir. O da devletin ta kendisidir. Kayıplar, aslında Kürdistan topraklarında taşsız kocaman bir mezarlık gibi. Dokunduğunuz her taşın altında, devletin paramiliter ya da kolluk güçleri tarafından katledilen, ya da bir çatışmada yaşamını yitirmiş bir Kürt evladının kemiğini bulabilirsiniz, mezarsız ölüler ülkesi. Hepimizin tanıdığı, gördüğü, tanık olduğu veya duyduğu bir kayıp, bir faili meçhul cinayet hikâyesi vardır.
Peki devlet neden kaybeder?..
İktidarından yana olmayan herkesi, ötekileştirmek, susturmak ve muhtemel suçlu pozisyona koymak için yapar. Tarihte zorla kaybetme Nazi Almanyası'nda yaşanmıştır. En azından hukuki çevreler böyle kabul ediyor. 7 Nisan 1941'de Hitler'in emri ile hayata geçen "gece ve sis" operasyonları, gözaltında toplu kaybetmelerin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Nazi'ler iktidarına tehlike olarak gördüğü ve başta Fransa olmak üzere işgal ettiği ülkelerde, bu işgale karşı direnen 7 bin civarında kişi bir gece gözaltına alarak trenlerle Almanya'ya götürdü, bir daha bu insanlardan haber alınamadı. Gözaltına alınan bu direnişçilerin isimleri kayıt altına alınmadı. Nazi Almanyası'nın "gece ve sis" operasyonları akıllara 1915'te Ermeni aydınlarına yapılanları akıllara getiriyor. Aslında zorla kaybedilmelerin tarihini İstanbul'dan başlatmak yanlış olmayacaktır. 24 Nisan 1915'te İttihat ve Terakki hükümetinin İçişleri Bakanı Talat Paşa'nın talimatı ile 250 Ermeni aydın gözaltına alındı, bunların 74'ü bir daha asla geri dönmedi. Daha sonra ise 1980'lerde yeniden görülmeye başlayan gözaltında kaybedilmeler ve faili meçhul cinayetler 1990'larda Kürdistan kentlerinde sistematik bir şekilde, köy yakmalara paralel olarak Kürt düşmanı savaş politikasının en önemli ayaklarından biri oldu.
Aynı biçimde 60-70 ve 80'li yıllarda sistematik bir devlet politikası olarak Latin Amerika'da da uygulamaya konulduğu biliniyor. Burada ise bu dönemde ABD destekli diktatöryal rejimler tarafından 100 binin üzerinde insanın zorla kaybedildikleri tahmin ediliyor. Gözaltında ve zorla kaybedilmeleri dünya kamuoyunun gündemine oturtan da yine Latin Amerikalı kadınların mücadelesi oldu. Türkiye'de Cumartesi Anneleri'ne de ilham veren Arjantinli Plaza de Mayo Anneleri, Şili'de annelerin direnişi oldu. Ortak noktaları, yakınları devlet güçleri tarafından gözaltında kaybedilenler olan onlarca kayıp yakını, bir Cumartesi günü tarih 27 Mayıs 1995'i, saat 12'yi gösterdiğinde Galatasaray Meydanı'nda oturdular. Yakınları bulunsun sorumluları ortaya çıkarılsın diye mücadele etmeye başladılar. Galatasaray Meydanı'ndan yükselen çığlık sistematik hale geldi, büyüdü, binlerce kişi eylemlere katılmaya başladı.
Daha sonra eylem faili meçhullerin en çok yaşandığı Amed'e, Cizre'ye, buradan da İzmir'e taşındı. Eylem büyüdükçe aslında zorla kaybetme suçunu işleyen devlet de teşhir oldu. Devlet, ilk günde eylemden rahatsız oldu ve suçunu örtbas etmek için saldırılara başladı. Onlarca kez darp edilerek gözaltına alındılar. Saldırılar eylemin büyümesini engelleyemedi. Kayıpların eşleri, çocukları, kardeşleri, arkadaşlarının da katılımı ile hakikat ve adalet arayışçılarının sayısı binleri buldu. Zorla kaybetmelere ilişkin açılan davalarda bir bir beraat, takipsizlik ya da zaman aşımı kararı veren iktidar, hukuki saldırılarla da yetinmedi. Kayıp yakınlarına defalarca Galatasaray Meydanı'nda saldırdı. 700. hafta buluşmasına, Beyoğlu Kaymakamlığı'nın aldığı yasak kararı ile polisler saldırdı, yakınlarını arayan Cumartesi Annleri/İnsanları, beyaz tülbentli Barış Anneleri, abiler, ablalar, kardeşler yerlerde sürüklendi. İçişleri Bakanı bu saldırıyı "teröre annelik maskesi takıyorlar" diyerek savundu. Ancak bu saldırılar da kayıp yakınlarını vazgeçiremedi, geçtiğimiz haftalarda da bir araya gelen kayıp yakınları mücadelelerinden vazgeçmedi, vazgeçmiyor. 1990'larda yaşanmış bu insanlığa karşı suçlarla Türkiye yüzleşmediği, hesaplaşmadığı için benzeri suçlar bugün de işlenmeye devam ediliyor. Kayıpların kaynağı, Türk devletinin Kürt düşmanı savaş, inkâr ve imha siyaseti ve bu siyasetin bir ürünü olarak ortaya çıktığı biliniyor. Kürt sorununda bu kanlı ve kirli, tekçi siyaset değişmedikçe, kayıplarla ilgili ciddi bir sonuç alınamayacağı biliniyor.
Tam tersi de doğru. Kayıplar için süren mücadele, bütün Türkiye'de ve Kürdistan'da demokrasi, barış ve özgürlük için süren mücadeleye en büyük katkıyı sunuyor. O nedenle de kayıp yakınlarının mücadelesi tüm demokrasi ve barış yanlılarının mücadelesi oluyor. Cumartesi Anneleri/İnsanları'nın direnişi aynı zamanda bütün ezilenlerin adına da süren bir direniş olduğu gerçeğini aklımızdan hiç çıkarmamak, kendine demokratım diyen herkesin asli görevlerinden oluyor.