Algılama, anlama ve kavramlaştırma süreçleri cinsiyetçi bilimin kodlarıyla yüklüdür. Bu kodlar dolaylı ya da doğrudan, kadın varlığını, toplumsallığını hedefler. Yok, sayar, öteki kılar, sıradanlaştırır
Bir olguyu, bir doğruyu, bir gerçeği, bir hakikati tanımlamak tarihsel anlamda bir derinliğe muhtaçtır. Tanımlamak, tanım yapmak, isim koymak kavrama isteminin birinci adımıdır. Bir ‘şey’i tanımlama düzeyimiz, aynı zamanda onu anlama düzeyimizi de ortaya koymaktadır ki onun da tanımakla direk ilgisi vardır.
Hakikati açıklama aracı olarak dil, tüm bu tanıma ve tanımlama sürecinin insanlık kadar eski özetidir. Merak; evrensel bir tanımlama dürtüsüdür. İnsan varlığının ve toplumsallığının devamlılığını sağlayan şey; evrene, doğaya, kendi bedenine, kadına, erkeğe karşı duyduğu merak değil midir? Bilimin tarihsel yolculuğu böyle başlar. Bilinmeyene, bilinmek istenene, ihtiyaç duyulana, anlaşılmak istenene gösterilen meyil, bilimin oluş’udur.
Çocukken yaşamın her ayrıntısına dair duyduğumuz merak, esasen şey’lerin düşünselimizde bir karşılığının olmamasıyla ilgilidir. Önce var olanı merak ederiz, sonra onu tanımlarız. Merakla tanımlama arasındaki evre değişkenlikler arz edebilir. Bu evreyi deneyleme-deneyimleme besleyebileceği gibi, ana-toplum kültürü veya toplumsal bellek de besleyebilir. Birikerek büyüyen bilme edimi, bilimsel akışı oluşturur.
Tanımlama, aynı zamanda anlam oluşturma sürecinin de başlangıcıdır. Bir şeyi, bir olguyu tanımlama evresi, onu soyutlama gücünü de beraberinde getirecektir. Dolayısıyla kavrama isteminden başlayan süreç anlam gücüyle donandığında olgunlaşmış sayılabilir. Bilge’nin ‘Anlamak yapmaktır’ belirlemesi bu sürecin devamlılığına işaret eder. Bu durumda istem aşamasında sorduğumuz sorulara, anlamlandırma aşamasında verilecek cevaplar bilme tarzını ortaya koyar.
Kavrayış, bilme tarzının anlam gücüne kavuşmuş hali olmaktadır. Var olanı kendi öz gücüyle kavrama biçimi kavrayış oluyor. Bu kavrayış, artık genel kavrama göre özgünlükler içermektedir. Kavramla kavrayış tipik benzerlikler gösterse de, anlamsal olarak bakış açılarımızla orantılı farklılıklar da içerir. Kavrayış doğrudan bilme tarzımızı ortaya koymaktadır.
Metafizik düşünme ve anlamsal derinlik ve çeşitlilik oluşturma insana has bir durumdur. Bu derinlik ve çeşitlilik doğal olarak ideolojiden beslenir. İdeolojiyi kültürel, çevresel ve tarihsel araçlardan kopuk değerlendirmek klasik bir pozitivizm hastalığıdır. Gerçek anlamda ideoloji, anlamlılıklar bütününe ulaşma halidir. Beslendiğin ve aynı zamanda beslediğin anlamlılıklar bütünü, insanı metafiziğiyle insan yapan gerçekliktir. Dolayısıyla ideolojiden, kültürel var olma halinden kopuk bir kavrayış biçimi düşünülemez. Anlama- anlam oluşturma ve edim süreçleri bu bağlamdan direk olarak etkilenmektedir. Mevcut haliyle kavrayış süreçleri, ya sadece kavram statikliğinde ya da göreliliğin girdabında sıkışıp kalmaktadır.
Kavramın statikliği bir anlamda sözlüğün dar dünyasıdır. Sözlük çerçeve çizer. Fakat bir kavrama içerik kazandırmak, kavrayış gücünün zenginliğiyle bağlantılıdır. Var olanı olduğu gibi alma, kavrayış süzgecinden geçirmeden kanıksama, mekanik bir bakış açısı oluşturur. Pozitivizmin eğitim süreçlerinin, -hane’leri aracılığıyla zihnimizde oluşturmak istediği bakış açısı da budur.
Düz, sorgulamayan, anlam oluşturma çabasıyla zihnini yormayan kavrama biçimleri, düz dünyalar, sürüleşen toplumun sürünen bireylerini yaratır. Tersi aşırı görelilikte de kendini göstermektedir. Kavram ile kavrayışı aynılaştırmak ne kadar büyük bir yanılgıysa, aralarındaki bağı bir bütün koparmak da o denli yanılgılıdır.
Dolayısıyla iki yaklaşım da; yani kavramla kavrayışı aynılaştıran yaklaşım da bir bütün koparan yaklaşım da iki uçtan aynı kapıya çıkar. Hakikati flulaştırır. Ezberci, dogmatik, düz ya da liberal, sübjektif, savrulmaya yatkın anlayışları ortaya çıkarır. Doğru olan yorum gücünü, ahlaki ve politik dinamikleri elden bırakmadan zenginleştirmekten geçmektedir. Kendini tüm bu alanların dışında mutlak bir nesnellikle tanımlayan pozitivist bilimin, tarihsel bir yanılgı içerisinde olduğu ortadadır. Mitolojik, felsefi ve dinsel süreçlerin, ‘dogmatizminden’, ‘abartısından’, ‘ öznelliğinden’ kurtulmuş modern bilim varlığını salt gerçekliğe dayandırır. Irklardan, dinlerden, cinsiyetlerden azade bilim alanı (ve dolayısıyla adamı) sadece gerçeğe odaklanmıştır! Bu gerçekliğin üstünü biraz eşeleyip, içteki metne baktığımızda ise anlama, kavrama ve kavrayış süreçlerinin, tek tanrılı dinlerden beter bir dogmatizmin pençesinde olduğunu görürüz.
7 bin yıllık patriyarkanın ve onun süper-yavrusu kapitalizmin yoğun etkisi altındaki ‘modern bilim’, kendi hakikatini sergilemekte bir beis görmemektedir. Dili kurarken, bir olguyu kavramlaştırırken, bir şey’i deneylerken, tutumunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dilin gelişim seyri tüm bu süreçlerden fazlasıyla etkilenmiştir. Mevcut modernist bilimin dili, erkek egemenlikli tahakkümün gölgesindedir. Algılama, anlama ve kavramlaştırma süreçleri cinsiyetçi bilimin kodlarıyla yüklüdür. Bu kodlar dolaylı ya da doğrudan, kadın varlığını, toplumsallığını hedefler. Yok, sayar, öteki kılar, sıradanlaştırır. Modernist bilime özgü bir dünya çizip, kadın varlığını bu dünyanın kıyılarında tutar.
Bilgilenme çabasında olan bir kadına 'sakal sahibi olmayı istese daha iyi olur’ diyen Kantın ya da ‘Kadınlar, akıl tarafından ehlileştirilmesi gereken potansiyel bir düzensizlik kaynağıdır’ diyen Rousseau’nun sözleri, genel tutumu açıklar niteliktedir. Kadını ehlileştirecek olan akıl erkektir, doğayı ehlileştirecek olan akıl erkektir, toplumu ehlileştirecek olan akıl erkektir. Bu aklın dili kendinden menkuldür.
Bu edimi, bilme tarzını ve dili sorgulamak, ortadan kaldırmak ve düşün dünyalarımızı yeniden kurgulamak Jineoloji’nin en temel varlık alanlarından biridir. Tanıma, tanımlama, kavrama ve kavrayış süreçlerimizi 7 bin yıllık kodlamalardan arındırmak en başta tarihsel ve günceli bir arada tutma kudretinde bir yol yürüyüşü gerektirmektedir. Hem geriye, hem ana, hem geleceğe bakmaya mahir bir görüş zenginliği gerektirmektedir.
Hem eleştirecek, hem dönüştürecek, hem büyütecek bir yöntem arayışını gerektirmektedir. Bilimi evrensel, toplumsal ve bireysel bir kavrayışa kavuşturan muazzam bir düşün gücü gerektirmektedir. Ölümsüzleşen bir geleneğin eseri olarak, tüm zamanların bilgisine sahip bir kadın belleğimiz oluşmuş durumdadır. Jineoloji bu belleğin kendisidir. Bu belleği güncel olana taşırmak ve hakikatin dilini her alanda kurmak, geçmişe, bugüne ve geleceğe olan borcumuzdur.