Kayıpların, yaşanan bunca acının aktarılmasına “izin” verilirken, bedenin en doğal, kendiliğinden, ana sütü kadar hak “anadil” de ses vermesinin engellenmesi, insanlıktan çıkarmanın kadim biçimi değil mi?
Kürt sorunundan söz ederken ve şimdi bir yüzleşme sürecine niyet etmişken, öteden beri olduğu gibi yine, en azından bir “eşikte durabilme”yi göze alanlar için, söylenebilir, konuşulabilir olanın; bilinebilir, görünebilir olanın sınırları içinde konuşuyoruz. Belirlenmiş aktörler ve belli fikirlerin geçerli olabildiği bir iktidar hükmüyle sınırlı kelimelerimiz. Bu yerde, Judith Butler’ın, Kırılgan Hayat kitabında söz ettiği, “yüzsüz kalanlar ya da yüzleri bize kötülüğün sembolleri olarak sunulanlar, yok ettiğimiz ve yas tutulabilirlikleri süresiz olarak ertelenen yaşamları karşısında duyarsızlaşma yetkisini bulduğumuz” yası tutulamaz olanların yeri olmadı hiç. Kimin yasının tutulabilir olduğu, yas tutmaya hangi koşullarda, dahası hangi dilde müsaade edilebilir olduğu, kimin kaybının kayıp kimin gözyaşının “eylem” sayılacağı hep bu yerde belirlendi. Hepimizin zihinleri ve yaşamları üzerindeki kontrol, “yasın bu ayrımcı tahsisi” ve meşru ya da meşru olmayan şiddet hiyerarşisinin ikna ediciliğiyle kuruldu; ikna olmamız gereken çatışmanın kaçınılmazlığıydı. Çatışmanın son bulduğu ve kayıpların artık yaşanmayacağı ihtimalinin belirdiği bir yerde, yüzleşme niyetinin eşiğinde yasın yeri nedir, neresidir?
Yas tutmanın açıkça yasaklanması, kimin yasının tutulabilir olduğunun iktidarların inşa ettiği kamusal bir sözbirliğiyle belirlenmesi ya da yasın görünmez kılınması, yasa neden olan şiddetin devamı mıdır? Kayıpların gerçeklikten çıkarılması, insan acısına ve ölümüne duyarsızlık, insanlıktan çıkarmanın başarıyla tanımlanmasını sağlayan mekanizmalardan biri hâline gelebilir mi? Kayıpların, yaşanan bunca acının aktarılmasına “izin” verilirken, bedenin en doğal, kendiliğinden, ana sütü kadar hak “anadil” de ses vermesinin engellenmesi, insanlıktan çıkarmanın kadim biçimi değil mi? Kayıplar arasında hiyerarşi kurmak, savaşın karşılıklı olarak kutsanmasına hizmet etmedi mi hep? Kadınlar nereden görünüyor, kadınlar nerede her zaman olduğu gibi için için yaşıyor yaşadıklarını, her zaman olduğu gibi birlik-bütünlük nizam bozulmasın diye susuyor? Buraya not düşmeyelim, ana metne yazalım.
Kadınlar, bütün çatışma ve savaş süreçlerinde genellikle hem doğrudan şiddete (taciz, tecavüz, zorla evlendirilme, zorunlu göç ve daha nice zalimlik) maruz kalır hem de çatışma sonrası süreçlerde görünmez kılınır; kabul edilebilir tek varlık biçimleri resmi ritüellere uygun ağıt yakmalarıdır; kadınlar yas tutar ama onların yası tutulmaz. LGBTİ+ bireylerin deneyimleri, liberal hukuk sistemlerinde bile “ikincil” görülür, hatta bazen hiç yer bulamaz. Çatışmalar sadece savaş alanında değil, evde, mutfakta, sokakta da yaşanır, militarizm, en çok da kadın bedenleri, ailede ve her yerde ve bedenin cinsiyetlendirilmesi yoluyla hayatın günlük rutini haline gelir. Erkekler, “kahramanlar”, “savaşan taraflar”ın aktif özneleri ya da “failler” olarak kodlanır; bu, şanla, şerefle, erkeklikle payelendirilen tecrübede yaşanan mağduriyetler (işkence, cinsel olan da dahil şiddet, kayıplar) eğer ölmedilerse, görünmez. Resmî yüzleşme mekanizmaları da (hakikat komisyonları, anma törenleri vb.) çoğu kez erkek merkezli anlatılara odaklanır. Kadınlar ve çeşit çeşit cinsiyet kimlikleri, susturularak, insanlıktan çıkarılıyor. Savaşta da barışta da arada bir yerlerde de.
Sosyal psikoloji literatüründe “ahlaki dışlama” terimiyle çerçevelenen süreç, her düzeyde iktidarların, “öteki”lere yönelik zalimliklerini, aleni kötülükten edilgen umursamazlığa kadar farklı derecelerde hayata geçirirken, onları “bazı bakımlardan daha az insanca” ya da “insan niteliğinden” yoksun bırakacak bir kamusal sözbirliği oluşturulduğuna işaret eder.
Böylece ayrımcılık ve şiddet daha kolay, makul ve hatta zorunlu hâle gelir. İnsanlar diğerlerini insanlıktan çıkardığında, onlarla duygudaşlık kurmaları mümkün değildir; bilmek anlamak bir yana, merhametten söz etmek artık imkânsızdır. Hele ayrımcılığa uğrayan gruplar normatif olmayan bir biçimde isyana kalkışırlarsa, tehdit algısı güçlenerek büyür ve insan niteliğinden adeta “kurtarılmaları” gerekir. Kürt sorununu çok yönlü bir ayrımcılık ve kolektif kimliğin inkarı meselesi olarak görmek ve Kürtlere “haklarının” verilmesini savunmak, biz Türklerin -özellikle de solcu Türklerin- Butler’ın sözleriyle “insan ontolojisinin liberal versiyonlarına yerleşmiş olan bir yasal çerçevedeki meşruiyetini gayet iyi tesis ediyor olabilir, ama ölümcül olmasa da geri dönüşsüz biçimlerde bizi kendimizden koparan, başkalarına bağlayan, alıp götüren, çözen, bizim olmayan hayatlara bulaştıran tutkunun, kederin ve öfkenin hakkını vermez.”
Butler’ın sözünü ettiği, bizi bize bağlayan tutku, keder ve öfkenin hakkını vermenin, Kürtlerin, insanlıktan çıkarılmaları ve yası ve başkaldırışları karşısında şu ya da bu biçimde donup kalmamızın farkına varmakla başlayabileceğini düşünüyorum belki de hissediyorum. Hep yaralandık, cevapsız sorularla öfkeyi güçlendirdik; yası yasaklanan değil sadece, insanlık sustu ve sonsuz bir körleşme başladı. Sessizlik, kör sessizlik, bütün zulümlerin eşlikçisi, olmazsa olmazı oldu.
İşte yüzleşme, tam da bu körlüğü kırma cesaretiyle başlar. Yüzleşmek, sadece “ne oldu?”yu anlamak, anlatmak ya da dinlemek değil; “kimin acısı görmezden gelindi?” sorusunu sorma cesaretidir. Başkasını, sadece başkasının durduğu yerden ve onun gözüyle görmeye başladığında, onun acısını sahiplenmekten başka seçeneğin kalmaz. Ve bu, kendi yaralanabilirliğini de kabul etmek demektir. Yüzleşme, geçmişte yaşanan şiddet, adaletsizlik veya ayrımcılıkla dürüstçe karşı karşıya gelmeyi ifade eder. Bu resmi tanım ama eksik hatta yeterince politik değil belki de. Çünkü sadece “geçmişi hatırlamak” hiç bilmemiş olanlar için bilmek değil, aynı zamanda sorumluluk almak, yaraların karşılıklı olarak sarılması ve gerçek bir adaletin yollarını açmak için sahici bir politik sorumluluk almak demektir. Bu bir tür, sıkı sıkı kapalı olan kapıyı açıp eşikte durmayı göze almak demektir. Çoğu zaman en azından bilmişlerimiz için teoriye yaslanarak ya da yaralarımızın, kayıplarımızın acısına sarılarak yarattığımız içerinin sıcağının, konforunun; dışarının soğuğu, bilinmezliği, karanlığıyla çarpışmasının yaratabileceği “cereyanlar”ın olduğu yerde durmayı göze almaktır.
Butler, tam da bu yere, keder meselesine, yas tutmanın kolektif olarak inşa edilebilir olduğuna, yaralanabilirliğin hepimizi, birbirimizi kamusal ve politik olarak tanımaya götürebilecek bir tür yoksullaşma hâli olduğuna işaret ediyor. Şiddet karşısında hepimiz, bir yandan, başka bir yerden gelen önleyemeyeceğimiz ani bir hitap karşısında bu yaralanabilirlikle yaşıyoruz; bir yandan da şiddet uyguladığımız ölçüde bir başkası üzerinde eyliyor, onu tehlikeye sokuyor, ona zarar veriyor, hatta onu yok ediyoruz. Kimin şiddeti daha meşru? Kimin şiddeti yasal? Şiddet insanın öteki insanlar karşısındaki ilksel yaralanabilirliğinin, denetlenemez bir şekilde başkasının iradesine teslim edilmesinin ve paradoksal biçimde en kötüsünden temasın ve dokunmanın yolu hâline geliyor. Nerede duruyor olursak olalım, kayıplarımız aracılığıyla birbirimize benziyoruz.
Yine Butler’ın, Kırılgan Hayat’tan sözleriyle bitirelim:
“Görünen o ki insan olmamıza daha var ve bu ihtimal şimdi hiç olmadığı kadar tehlikede, belki de süresizce önlenmekte…”